- 808 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Kaybedilen dostluğa yolculuk...
Yorgun ve telaşlı adımlarla koşuyordu otobüse. Geç mi kalmıştı acaba? “Ya giderse” dedi içinden, “ya kaçırırsam”…
Bu düşünce yorgun yüreğini demir bir kıskaç gibi sıktı. Daha hızlı olmalıydı; ama bu beden onun gençlik coşkusunu taşıyamıyordu.
Seneler sonra kaçırılan zamanların pişmanlığını yaşıyordu.
“Seksen beşimdeyim ve her şey için çok geç” diye düşündüğü bir anda, deli dolu gençlik yıllarında kaybettiği dostunun ağlamaklı, yorgun, titrek sesi uyandırmıştı onu derin uykusundan.
Seksen beşindeydi, hayat aşkını kaybetmişti. İki çocuğunu rağmen yapayalnızdı. Yorgundu üstelik, hayatın yükünü taşımak ağır geliyordu. Pencerelerinin önünde her gün suladığı begonyaları, menekşeleriyle ve gramofonundan yükselen eski zaman şarkılarıyla yitirdiği dostlukları, kaybettiği güzellikleri düşünüyordu.
Düşündü; “Dostluktan ödün verir mi aşılabilen uzaklık?”
Olmuştu işte iki çocukluk arkadaşının yolları ayrılmış, senelerce görüşememişlerdi.
Heyecandan ayakta zor duran bu yaşlı adam gözleri dolu dolu dinlemişti can dostunun sözlerini. Son günlerini yaşadığını, kendisine ihtiyacı olduğunu daha o söylemeden anlamıştı. Artık durabilir miydi hiç buralarda?
Dostunun sesini duyduktan, onu bir kez daha hissettikten sonra durabilir miydi hiç bu şehirde? Bedenindeki bu yorgunluk rahatsız ediyordu onu. Ama gitmeliydi dostuna.
Zaten senelerdir onsuz, onunla paylaşılan anlardan yoksun bu hayatında tadı yoktu. Bu şehir o çok sevdiği dostu gittikten sonra aniden rahatsızlanmıştı sanki.
O savaşların adamıydı. Neler de başarmıştı. Bu neydi ki onun için… Hazırlanmalıydı hemen. Yorgundu, hastaydı ama yine de toparlandı, hazırlandı. Torunlarının o altın sarısı saçlarını okşayıp son otobüse yetişmek için çıktı yola.
Son otobüstü bu, yetişmeliydi. Bir gün daha geç kalması güzel olan her şeyi silebilirdi. Sevgili dostlarının son anlarıydı madem, yanında olmalıydı.
Birbirini kovalayan her dakika, saatinin zor duyduğu her tıklaması rahatsız ediyordu onu. Hemen yanında olmalıydı. Yorgun ve telaşlıydı ama ne çıkar yetişecekti o son otobüse.
Bir yandan da düşünüyordu onsuz günleri. “Öldü mü acaba?” dediği günü hatırladı. Kendinden utandı. O koca adam ölür mü hiç, iyiydi iyi. Kendisini aramış çağırmıştı üstelik. Ama niye şimdi? Niye seneler sonra? Bunca ayrılığa değecek ne yapmıştı onca kaybolan senelerde?
Ona ilk soracağı soruyu kafasında planladı.
“Nerelerdeydin?”
Ama tüm buları yapabilmesi, belki ondan hesap sorabilmesi için bile olsa o son otobüse yetişmeliydi. O son otobüse yetişmek sanki dünyanın en zor işiydi.
“Ya giderse, ya kaçırırsam…”diyordu içinden sürekli. “Ya giderse…”
Senelerin amansızca çaldığı gençlik coşkusu yoktu artık. Ama zalim zaman engelleyemedi onu. Son otobüse tam kalkarken yetişti. Koltuğuna oturduğunda sanki tüm sıkıntıları bitmiş, dünyanın tüm güzellikleri bir demet buket gibi sunulmuştu ona. Her şey yolunda gidiyordu. Yorgundu hani? Yok hiç yorgun değildi artık. Yaşlı hiç değildi. Şimdi yüzünde bin bir gülücük, gözlerinde ışıltılarla dostunu gençleştirmeye, anıları canlandırmaya gidiyordu.
Hiç de uzun olmayan yolculuk sanki o zor yılları tekrar hatırlattı ona. Öyle uzun, öyle sıkıcıydı ki yol. Ama o yollara çiçekler serpiştirmek geliyordu içinden. Önünden geçilen ağaçları sayıyordu. Her ağaç dostuna bir adım daha yaklaştırıyordu onu. Ve gözlerine pırıltıların oturduğu, gamzelerinin yüzünde yeniden yer edindiği vakit geldi dostunun kasabasına.
Gece olmuştu. Dostunun evine geldiğinde köpeğinin geceyi yırtan sesiyle irkildi. Aralık olan kapıdan içeri girdiğinde pencerenin önünde eski zaman şarkılarıyla ve önünde yarım kalmış rakı kadehiyle uzaklardan gelecek dostunu sonsuza kadar bekleyecek olan dostunu buldu.
Yorgun bedeni otobüse yetişebilmişti ama arkadaşına yetişememişti…