- 1507 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
EY ŞİİR!!!
Mustafa CEYLAN
**************************
İnsanlık var oldukça var olacağını biliyorum. Kıyamet kopana kadar bizimlesin. Hangi şekilde, hangi halde ve yeryüzünün neresinde bulunursak bulunalım, sen de bize uygun, bizimle olacaksın...
Hattâ, fanilik gömleğini giyen bizler toprak olup gittikten sonra dahi, yaşamaya devam edecek, kıyameti bekleyeceksin. Hoşuna giden şairini-ozanını-aşığını o kıyamet gününe kadar yaşatacak, adını taşıyacaksın. Mukaddes kudret sahibisin derken, bunu belirtmek istiyordum. Ceza senden, mükâfat senden....
Kâğıt, kalem, yazı, matbuat icad edilmeden önceki yıllarda, en uzak mesafeleri ne de kolay kat ederdin. Yurdun bir ucunda türkü mü oldun, öteki ucunda aynı nakaratla söylenmeye başlarsın. Rüzgârla mı ortaksın? Gün ışığıyla mı? Kim taşır seni, onca kilometrelerin ötesine...
Sazdan saza, ağızdan ağıza, kulaktan kulağa köy odalarından köy odalarına, düğünlerden düğünlere öylesine hızlı giderdin ki, padişah fermanlarının hızı bile yetişemezdi.
Şimdi telefon, telsiz, radyo, faks, internet çıktı... Ya o günlerde, şimdinin hızına ermeyi nasıl başarmıştın ki? Şimdi bu kadar araç, gereç, tesis, insan, kadro var. O yıllarda bunların hiç birisi yoktu. Ama, sen uçarcasına gider, ulaşmak istediğin yere hemen varırdın...
Koskoca bir ulusun ortak nabzı oluverip çıkışın var ya, beni asıl büyüleyen halin de bu...
Aşılmaz kale surlarını aşan Yeniçerilerin ve mehter davulunun kahramanlık destanını sunan, surlarda gedik açıp, bayrakları dalgalandıran kim?
Sarayların veliaht odalarında türlü sazlarla şarkılarda yaşayan kim? Gemilerin yelkenlerini şişiren rüzgâr kiminle güçlüdür?
Konuş haydi! .. Susma! ! !
Hınzır seni! Gülümsemende, bu enteresan tebessümünde neler gizli? Tümünü çözüyor ve anlıyorum.
Atalarımızın ana yurdunda dikili bulunan “Orhun Abideleri” üzerine nakış nakış işlenmişsin. O nakışlarla asırların üzerinden sesleniyorsun. Diyorsun ki:
“Ey Türk, Oğuz Beyleri! İşitin!
Yukarıda mavi gök çökmezse,
Aşağıda yağız toprak delinmezse
Senin dilini,
Senin töreni,
Kim bozabilir? ..”
Güzeli, iyiyi, faydalıyı buluverdin mi, hemen üstüne alıyor, sinesine basıyor, asırların ötesine kadar taşıyorsun. Kalıcılık, ölmezlik ve unutulmazlık ellerinde gerçek oluyor. Ellerinle taşımadığın hiçbir söz, geleceğe kalmıyor. Taşıdıklarını, kıyamete kadar yaşatan, onlara ruh ve direnme gücü verensin...Eserini taşımakla kalmıyor, yazarını, söyleyenini, yani şairini de taşıyorsun. Toprak olmuş, yerin yedi kat dibinde mahşeri bekleyen kişileri, yerin üstünde yaşatan yegâne güçsün...
Devirler değişti, yöneticiler değişti, ancak şiir yazanın kaderi değişmedi. Şiir yazana şair dendi, ozan-aşık dendi. Sazla sözü birleştirip kelimelere ruh kazandıranların kaderleri acı çizgilerle çizildi. Saz çalmasa dahi, dil söyledikçe iğneledi, cımbızladı... Yüksek yerleri dilim dilim indirmeye çalıştı... Korkusuz şairin sözcükleriyle dağlar oyuk oyuk oyuldu. Karanlık aydınlığa, yokuş inişe dönüştü. Dönüştü ya, kader dokusunu örmeden edemedi...
Eşeğe ters bindirip sokak sokak gezdirdiğin ve sonra öldürdüğün Figani, son kurbanın değildi. Osmanlı döneminin ilk kurbanıydı... Figaniler bitmez, tükenmez elbette... Vezirler yaşadıkça, Figaniler de yaşayacaktır. İbrahim Paşaların icraatları ayyuka çıktıkça, Figanilerin söylemleri de çoğalacak. Çoğaldıkça da gündemin birinci sırasına oturacaktır.
Çünkü, arada sen varsın. Figani’ yi ölüme sürükleyensin. Alnına silinmez yazıyla mıhlanmışsın. Kaderimizsin...
Cihan İmparatoru, çağ açıp çağ kapatan Fatih Sultan Mehmet’ e Fatihliğini bir kenara bıraktırarak “Avni” adını takan sensin. O da yetmez gibi ulu hakan Kanuni Sultan Süleyman’a da “Muhibbi” mahlasını verdin.
Yeryüzüne düzen-intizam veren, nice orduları dize getiren Sultan ve Hakanlar, senin karşında dize geliyorlar, isimlerini değiştiriyorlar... Nasıl bir büyüdür ki, işlemediği yürek yok... I. Sultan Ahmet’ e “Bahti”, IV. Sultan Murat’a “Muradi”, III. Sultan Selim’ e “İlhami” diyen yine sen...
1069 yılında telif edilen “Kutadgu Bilig” kitabında sen varsın. Türk Ordusunun komutanının nasıl olması gerektiğini mısra mısra, kafiye kafiye tarifliyorsun. Diyorsun ki:
“Yanut berdi öğdülmüş aydı ilig
Yagıkça tuçı bolsu üstüğ elig
Siziksiz gerek bekke sü başçısı
Yaraşmaz yagıdan kötürse usı
Bu işke idi kurç katığer gerek
Başında keçürmiş tükel tun yürek
İdi ök uluğ iş bu sü başlamak
Çerik tüzmeki hem yağını sımak
....................................................”
Bazen tabiatın içinde, yanımızda, yöremizdesin. Bazen de hayâl ve düş dünyamızda, tabiatüstü güçlerlesin... Dede Korkut’ un “Tepegöz ve Deli Dumrul” hikâyesinde tabiatüstü güçlerle savaşını biliyorum. Atalarımla birlikte Anadolu’ ya taşıdın o hikâyeleri. Taşırken, sadece şiirsel ifadeleri değil, nesrini de getirdin. Destanla halk hikâyesi arasındaki bu on iki hikâyeyi ölümsüzleştiren sensin... Ancak, XI. Yüzyılda, hattâ o yüzyılın ikinci yarısında yazıya dökülebildi Dedem Korkut’ un anlattıkları. Bu hususu iyi biliyorsun değil mi?
12. Yüzyıl tasavvuf şairimiz Hazreti Türkistan diye isim verdiğimiz Ahmet Yesevi’ yi Türkistan’ ın Yesi Kasabasından Anadolu’ ya boy, boy, soy, soy nakleden sensin. Hece ölçüsü ya da Halk edebiyatı tarzında Türk dilimizle şiir yazan, Buhara medreselerinde yetişen, dönemin ünlü hocalarından ders gören, Yusuf Hamedani’ nin dergâhına girerek “icazet” alan, Anadolu’ nun Türkleşme-İslâmlaşmasını temin eden hareketin liderini günümüze kadar taşıdın. Tebrikler sana! O’ nun “Divan-ı Hikmet” ini gözlere, gönüllere sundun. Kutluyorum seni!
Dünya üzerinde ne kadar ulus varsa, tamamında sen yaşıyorsun. Bütün ulusların duygu adamlarının dilindesin.
Milâttan Önce VI. Yüzyılda yaşamış olan Aisopos (Ezop) iğneleyici ve yerici bir dille, masallarla (fabl’larla) öyküler söylerdi. Delfi Tapınağı’ ndaki din görevlilerine sorduğu sorular yüzünden, din ulularınca bir uçurumdan atılarak öldürülmedi mi?
Milâttan Önce I. Yüzyılda, ünlü Hint Filozofu ve yazarı Beydaba, ki Ketku adlı bir Türk’ tür- zulmüyle tanınmış hükümdar Depşelem’ i hayvan hikâyeleriyle uyarmadı mı?
Gene Milâttan Önce 106 yılında doğan Çiçero, Sezar’ ın ölümünden sonra, senatonun en güçlü adamıyken yaptığı konuşmalar içinde gizlendin. Ne oldu sonunda? İkinci Triumvirlik kurulunca Çiçero’ da ölüme mahkum olmadı mı?
Demosthenes (M.Ö 394-322) ömrü boyunca yurdu için çırpınıp, çalıştı. Yaptığı hitabetlerle savaşları durdurdu. İskender karşısında yenik düşen Atinalıları görünce M.Ö 322’ de zehir içerek canına kıyarken yanında sadece sen vardın. Sadece sen! ..
“Şiir kapılarına “Muse’ lerin (İlham perilerinin) sayıklanan nefeslerini almadan yaklaşarak, salt hünerle şair olabileceğini sananlar, gelişmeden uzak kalır ve sağduyu ile yazılan şiirler, ilhamdan gelen şiirlerle kusufe (güneş tutulması) uğrar’ diye”n ünlü Yunan filozofu Eflâtun (Plâton) u da unutmadın değil mi?
Hele birazcık bekle... Daha çok, çoook anlatacaklarım var.
Nasıl süzülüp duruyorsun karşımda? Dört dörtlüksün mübârek! .. Yada failâtün, failâtün, failün der gibisin...
Ne o, yüzün gülmeye başladı? Gülmek yakışıyor sana. Unutma!
Benim Yüce Din’ ime benziyorsun. Hoşgörü sende. Af, bağışlama ve iyileri ödüllendirme sende. Kötüleri cezalandırma sende. Bir de, insanı insan olarak kabul edişin var. Erkek veya kadın diye ayırmıyorsun. Rengini siyah, beyaz demeden bir kabul ediyorsun herkesi. Her doğan insanı aynı çizgide, aynı güzellikte mütelâa edişin hoşuma gidiyor.
Güzellik, en büyük tutkun. Güzellik tutkunu dile getirirken, kadın-erkek ayırımı yapmıyorsun.
M.Ö 600’ lü yıllarda doğan, eski Yunan’ da yaşayan, Mısır’ ı ve Sicilya’ yı gezip gören, hayatı serüvenlerle dolu olan, çevresine topladığı güzel kızlarla şiir matineleri düzenleyen, onlara gençlik-güzellik eğitimi veren, lirizmde bir kadın kalbinin ürperişlerini içli bir acının sunumuyla bütünleştirensin. Afrodit’ i çileden çıkartmasını bildin. Çünkü sen, söz sultanısın! ... Safo Sappho isimli bir kadın yüreğinden çıkan duyguları, asırların üstünden bugünlere taşıdın...
Sonra, insanları diline-töresine-adetlerine ve mensup olduğu uluslarına göre ayırt etmiyorsun. Yeter ki seni sevsin, seni söylesin. Hangi soydan, hangi boydan olursa olsun hiç fark etmiyor. İnsan olsun yeter! Sen, insanlığın peşindesin biliyorum...
Sappho isimli bayan şair:
“Hiç uyarmadan
Kasırga nasıl sökerse
Meşeleri kökündenÖyle sarsıyor yüreğimi aşk” demedi mi? Dedi! Taş yürekleri Sappho, seninle yumuşatmaya çalıştı. Ve sen, onun aşkını taşıdın asırlar ötesine. Aşkın peşindesin. Aşıklar senin peşinde... Sense ölümsüz aşkların peşindesin. Veya aşkların içindesin...
Haydi söyletme bu Ceylan’ ı! .. Gerçeği haykırıver gitsin! Ne uğraştırıp duruyorsun? Sen de aşıksın! ! ! Aşk’a aşık! ! ! Şaire aşıksın... Yakaladım en zayıf noktanı işte. Yüzündeki titremeleri görüyorum. Kalıpları yıkışını biliyorum. Serbest vezin olup kuşlarca özgür uçuşunu, gönül dallarını arayışını hissediyorum. İyi bak gözlerime! ! ! Bakışlarını bakışlarımdan çevirme!
Uzat bakayım ellerini! Ellerinden tutmak istiyorum! Otur hele yanıma! Benim gibi bağdaş kurda görelim. Ne o, asırlarca sana biçilen kalıplar içinde mi kaldın? Hecelerden ve seslerin kalınlık ve inceliğinden çizilmiş kalıpları kıralı epey olmadı mı? Diz çök de görelim. Ellerin buz gibi... Titriyor... Korkuyorsun benden niye? ...
Korkma! Sokul bana! Sesini, nefesini özledim! Çocukluğumdan beri sana hasret yaşamışım zaten! ! !
Her yerde, her durumda yaşarsın demiştim. Ne kadar doğru demişim! İyi dinle, anlatayım hele! ...
Güç denen olguyu iyi tanıyorsun. Güçlülerle hem berabersin, hem de mazlumların yanındasın. Güçlülere karşı çıktığın da oluyor... İnsanlık tarihi
boyunca yaşantında, kale surlarının arkasına, derebeylerin koltuklarının yanına kurulduğun oldu. Veya surları delip, bayrakları değiştirip kaleleri yıkıp, güç sahiplerine el değiştirdiğinde...
Zengin, fakir ayırımı yapmadın. Bireyin gönlüne girip yüreğini tamamıyle işgal ettin. Çobanmış, çiftçiymiş, özürlüymüş, ağa çocuğuymuş, kralmış, güzelmiş, çirkinmiş demedin. Kimi bulduysan canının çekirdeğine yerleştin...
Yunanlı Sophokles (M.Ö 495-406) Deniz Kuvvetleri Komutanıydı. İtalyan Tacitus Cornelus (55-118) zengin bir ailenin çocuğuydu. İranlı Hafız Şirazi (1320- 1389) fakirdi, zavallıydı. İrlandalı Janathan Swııfft baş rahipti. Fransız Alfons La Martine milletvekiliydi. İskoç Walter Scott (1771 – 1832) avukattı. İngiliz Levis Carrol (1832-1898) matematikçiydi. Ve ben Mustafa Ceylan makine mühendisiyim... Nevzat Akyar kardeşim’ de bir hekim...
Bütün insanları bir kabul edip mesleğini, kimliğini, çevresini, kariyerini, geçimini düşünmeden kendi girdaplarının, kendi maceralarının arasına sürükledin...
Fransız Dumas Fıls (1824-1895) gayri meşru bir çocuktu. Onu da yalnız bırakmadın. Sürükledin peşinde. Bulutsu uçurumuna düşürüverdin...
Gene bir Fransız olan Pierra Charles Boudlaire’ yi içki müptelâsı yaptın. Sevdalıları çöllerde inim inim inlettin. Coğrafyaya hükmederek dağlarla denizlerin yerlerini değiştirdin. Sınırları kaldırdın. Tabuları yıktın, toz ettin...
Tutkuları destanlaştırdın. Batıl inanışları, gereksiz ve sonradan uydurma an’aneleri temelinden sarstın. Alaycı havanla zirveleri salladın. Top güllesinden, ateş topundan daha tehlikeli durumların oldu.
Şimdi yağlı böreği, balı yakaladığın, mutluluktan göklerin yedinci katına uçtuğun günleri hatırlatmak isterim. Bal, kaymak tasına dilini soktuğun, burcu burcu koktuğun, mısralarından asalet, güç, tantana, yücelik aktığı o tarihleri sıralayayım mı? Ne dersin?
Belki de, için bayram sabahlarına dönüşüveriyor. Hatırlaması bile güzel, öyle değil mi?
Eteklerinin zil çaldığı mevsimlerde, övgülerini yüksek makamlara yaptırdığın saatlerde, kalıcı- önemli işler başardın. Ne kadar övünsen azdır.
Bizden bazı örneklerle sözlerime başlayayım.
13. Yüzyılda Hoca Dehhani vardı. Horasan’ dan Anadolu’ ya gelip Selçuklu sarayına girmişti. Sultan III. Alâeddin Keykubat’ ın buyruğu üzerine Fars diliyle “Selçuklu Şehnamesi” ni yazmıştı. Anımsıyorsun değil mi? Dehhani’ yi de bıktırmıştın. Farsça şiirlerinin yanı sıra, özellikle din dışı konularda Anadolu Türkçe’ siyle şiirler de yazmaya mecbur etmiştin.
Zaten öylesindir. Önce sıkar, limon gibi suyunu çıkarırsın insanın. Kafesteki kuşa çevirirsin. Sonra, özgür bırakır, deli danalar misali ovalarda koşturursun.
Gene 13. Yüzyılda Horasan’ dan göç etmiş eski bir şeyh ailesinin evlâdı, asıl adı Ali olan Aşık Paşa’ yı hatırlatmak isterim. Babası Muhlis Paşa’ ydı. Babası oğluna kuvvetli bir tasavvuf kültürü kazandırmıştı. Paşa çocuğu olduğuna dikkat etmeden, hece ve aruz adını verdiğimiz kalıpların arasında hamur ettin. On iki bin beyitten oluşan ’Garipname’ isimli bir eser yazmasını temin ettin.
Paşaları, hakanları, vezirleri, sarayları pek seversin. Bayılırsın güç ve güçlünün yanında olmaya...
Kendin saray koridorlarında, haremlik- selâmlıklarda açık saçık gezersin. Fakat seni yazan, seni söyleyeni saygı, tevazu, hoşgörü içinde, şatafatlı giysilerle saraya konuk ettirirsin. Şairinin mükâfatlandırılması seni mutlu kılar.
14. Yüzyılda, çok hareketli bir hayat yaşayan Kayseri doğumlu Kadı Burhanettin’ i yakaladın. Babası Kayseri kadısı Şemsettin Mehmet’ ten gördüğü özel eğitim sonucu Türkçe, Arapça, Farsça öğrenen ünlü bilginle beraberdin. Mısır, Hicaz ve Halep’ te çağının ünlü bilginlerinden ders görmesini istedin. O da ders gördü. Babası ölünce, Kayseri’ ye dönen ve kadı olan, daha sonra Ertana Beyliği’ ne Kadı olan Burhanettin’ e Azeri Lehçesiyle yazmasını söyledin. “Tuyuğ” adını verdiği dörtlükleri yazarken, iç karışıklıklardan faydalanıp kendini Sivas Emiri ilân etmişti ve adına hutbe okutmuştu. Sonra ne oldu? Ne oldu? Neden susuyorsun? Sen anlat bakalım!
Susma! Susuyorsun halâ! Bak, ben anlatayım. Kadı Burhanettin, Akkoyunlularla yaptığı savaşta yenildi ve şehir surlarında idam edildi. Yaa işte böyle, idam edildi! Sadece Figani’ yi değil... Ondan kaç yüz yıl evvelce de idamla birliktesin. Ölüm ve Azrail akraban mıdır senin? Yaşatmak isterim diyordun ya. Yaşatmak istedikçe, ölümlere attın sevenlerini... Niye? ...
14. Yüzyılın en etkili şairlerinden Ahmedi’ yi bilirsin... İran şiirinin biçim ve muhtevasını, zenginliğini Türkçe’ ye uygulamaya çalışan, ancak, aruz adını verdiğimiz kalıplarının katılığı ve zorluğu, Fars Dili’ ndeki mecazların Türk Dili’ ne uyum yapmaktaki zorluğu yüzünden, şiirlerinde güçlü mısralara rastlanmayan Ahmedi’ de seninle birlikte güç’ ün ve güçlünün yanında yer almıştı. Hatırlasana!
Asıl adı Taceddin İbrahim’ di. Onun da adını değiştirmeden edemedin. Ahmedi yapıp, edebiyat tarihimize yerleştirdin. Öğrenimini Mısır’ da tamamlamıştı. Daha sonra Kütahya’ ya yerleşmişti. Germiyan Beylerinden Süleyman Şah’ ın hizmetine soktun onu. O yetmezmiş gibi, Ankara Savaşı’ ndan sonra Timur’ un hizmetinde tuttun. Timur’ dan sonra da Ahmedi’ yi Emir Süleyman’ ın korumasına soktun. Hayatının sonunu Bursa’ da geçiren şairin Ahmedi, Divan Kâtipliği görevindeyken Amasya’ da öldü...
Sahi, sen şairini besleyemiyor musun? Ona geçimini sağlayacak maddi bir olanak bulamıyorsun. Bu belli... Ahmedi’ ye Büyük İskender’ e ait efsaneleri genişleterek on bine yakın beyit halinde Süleyman Şah adına yazdıran sen değil misin? Şahın ölümünden sonra, bu eseri Yıldırım Bayezit’ in oğlu Süleyman Çelebi’ ye sundurdun. Söyle bakalım, bu naslı iş? Bu nasıl oyun? Bir yanda Timur, öte yanda Beyazıt’ ın oğlu... Konuş, susma! ! ! Anlat! ! ! Bekliyorum! Beşbin beyitlik Cemşid ü Hurşid’ i de Ahmedi’ ye sen yazdırtmadın mı?
Şairini aç bırakan hain! ! ! İnsan, sevdiğini aç-yoksul ve ona-buna muhtaç bırakır mı? Hakanlara, sultanlara, saraylara girmek için onları mecbur tutan ben miyim sanki? ..
13 ve 14. Yüzyıl deyince; saray, paşa, hakan, sunum deyince sustun. Bak aynı yüzyılda yaşamış ve bugüne kadar da yaşamasını sürdürmüş Hoca Dehhani, Aşık Paşa, Kadı Burhanettin ve Ahmedi’ den daha çok sevilen, daha çok anılan iki ismi gündemine getirmek istiyorum.
13. Yüzyılda Yunus Emre-Mevlâna, 14. Yüzyılda ise Nesimi...
Yüzün birdenbire ışıltılarla doldu. Gözlerinin içi gülmeye başladı. Oh! .. Ohh bee! ! ! Diyen bir halin var. Rahatladın...
Tabii ki rahatlarsın. Daha kaç- bin yüz yıl ötelere taşıyacağın, taşırken de en küçük bir rahatsızlık duymayacağın üç isim... Sen taşıyamazsan, ben bile taşırım bu üç ismi... Zaten, bu isimler seninle çağı aşmışlar. Çağları delip, sonsuzluklara uzanmışlar...
Yunus’ la Mevlâna’ yı biraz sonra anlatayım.
Şimdi, senin sebep olduğun zulüm, acı, sıkıntı, problem, ölüm, kan, işkence, sürgünleri anlatmak istiyorum ya, işte o nedenle Nesimi’ yi önce ele alayım.
Nesimi adı, sana Figani’ yi çağrıştırıyor değil mi?
Figani’ yi ipe götürdün. Nesimi’ ye ne yaptın? Derisini yüzdürdün be! ! ! Derisini yüzdürdün! ! ! Acımadın bile! ! !
Nesimi (Bağdat 1339-Halep 1418) Bağdat yöresinde Nesim Bucağı’ nda doğmuştu. Halep’ te yaşamış, Hurufi Mezhebine bağlıydı. Bu filozof Türkmenin adını da değiştirdin. Asıl adı İmadettin’ di. Doğduğu kasabanın adıyla onu bugünlere taşıdın. Hayrı ve aşkı telkin eden, heyecanlı bir şairdi o... Ferdiyeti gösteren insan ruhunun cemiyeti ve külliyeti temsil eden ilâhi ruh ile- denize karışan yağmur taneleri gibi-imtizaç eylemesi lâzım geleceğini söylerdi. Bu telkinlerini, Halep’ teki Kölemene İdaresi küfür saydı. Fikir ve görüşleri şeriate aykırı görüldü. Azeri Lehçesi’yle yazdığı şiirleri, yalın dili, anlatım özellikleriyle bugünlere kadar geldi. Fikir ve düşüncelerinden asla ödün vermedi. Vermedi de ne oldu? Derisini yüzdüler. Sen de bir güzel seyrettin onun derisinin yüzülmesini.
Nesimi’ yi Nesimi yapan kim? Elbette sen! İçinde yaşadığı toplumun değer yargılarıyla ters düşüren kim? Elbette sen!
Hani güç’ ün, güçlünün yanındaydın? Ne oldu, o sultanlara hükmeden gücüne? Bu kez, Nesimi’ ye gelince, o güçlerle iş birliği mi ettin?
Aykırılık içini gıcıklıyor... Aykırılıklarla, kurulu düzene karşı isyan duyguların şaha kalkıyor. İhtilâlci olup çıkıyorsun...
Hükümdar kaftanlarının süsüne-püsüne aldırış etmeden, yayan yapıldak, kırlarda-bayırlarda, halk arasında gezmekten müthiş zevk alıyorsun. Aykırı davranışları ve söylemleri alabildiğine destekliyorsun. Yenilikler de aykırılıklardan doğar. Yenilikleri davet ediyor, köhnemiş anlayışlara savaş açıyorsun. İşte böylesi durumlarda, yeni doğmuş bir bebek kadar masumsun... Yaramazlıkların bizim de hoşumuza gidiyor. Olsun, var sen, hünkârların tuğraları altında ezilme de, çoban kavallarında kuzulara özgür türküler söylemeye devam et. Bu halini seviyorum ben...
Hak ve hakikatden ayrılmadın. Ayrılma da...Hurafe ve cehalet en büyük düşmanın. Duygulu ruhları, gerçeğin ışığında yıkamaya devam et. Et ki, şairlerin de sana benzesin. Toplumları çağın gerilerine götüren müstebit idarelere karşı uyandırsın sana vurgunlar.. Unutma e mi? ..
Fakat müstebit idarelerin aykırı görüşlere tahammülü yoktur. Aykırılıkları zirveye çıkarır, sesini-soluğunu keser, meydana gelecek olayları beklemeye başlarsın. Sultan buyruğunun bir an evvel çıkmasını aykırılık yaptırdığın sevdalının kafasında patlamasını istersin. Belki de istemezsin! ? Ama, bana öyle geliyor işte...
Çünkü sen, hem iten, olayları körükleyen; hem de karşı çıkansın.
Çünkü, saraylara kul-köle yaptığın şairlerin de var, onlara isyan edenlerin de...
Çağlar boyunca, zulüm idarelerinin gündeminin birinci sırasını şairlerin cesaretli, korkusuz söylemleri işgal etti. Etti ya, sen onların sadece seyircisi idin. Önce olayı körükledin, ardından tırnak vuruşturup bekledin. Hınzırlığın işte tam bu noktada...
Uğrunda kurban ettiğin daha niceleri var. Nesimi’ nin çağdaşı “Şeyhi” nin başına gelenleri biliyorsun. Şeyhi (1371-1431) ’ nin asıl adı Yusuf Sinanettin’ di. Maharetini onun adında da gösterdin. Kütahya’ da doğmuş, öğrenimini İran ‘da tamamlamış iyi bir göz hekimiydi. Hekim Sinan derlerdi ona. Germiyan ve Osmanlı saraylarında hekimlik de yaptı. Ona Tokuzlu Köyü, Çelebi Sultan Mehmet’ i tedavi ettiği için tımar olarak verilmişti. Tokuzlu Köyü’ ne giderken, yolda eşkiyalar tarafından soyuldu. Bu hadiseyi padişaha anlatmak için meşhur “Harname” sini yazdı. Harname ile bozulan toplum düzenini, yanlış ve tahrip olmuş idareyi acımasızca eleştirdi. Padişaha bile suç yükledi. Fakat, bu hicvini bitirir bitirmez kaçtı. Kaçtı da kellesini kurtardı.
Doğrusu budur işte!
Geniş bir din ve tasavvuf bilgisine sahip olan Şeyhi, şiirlerini bu mistik havanın dışında tuttu. Onu yönlendiren sendin... Yani Padişah II. Murat’ ın sarayında hekimlik yaparken, zaman zaman padişaha “kasideler” sundurdun. Padişahın emriyle yazmaya başladığı Hüsrev ü Şirin’ i bitirmeye ömrü yetmedi Şeyhi’ nin... Hüsrev-i Şirin’ i 6400 beyitte kaldı.
Demek, padişahların hekiminin başına belâ getireceksin ki, kötü gidişi eleştirmeli. Mevcut yönetimi uyarmalı. Şeyhi’ nin koltuğunun altında saklanan kimdi ha? Söylesene! Ben miydim, yoksa sen mi? ...
Gelelim 13. Yüzyılda hoşgörü, sevgi, barış, esenlik, kardeşlik, birlik ve beraberlik fikirlerini, muhteşem bir şekilde sunduğun iki kutlu zirveye... Kutlu duyguları zirveye çıkarırken, onların kendilerini de çıkardın. Bugüne kadar bizlerin de tüm uğraşları bu zirveleri yakalamak için oldu. Fakat geçemedik işte. Geçilemediler. Gözün aydın olsun! tebessüm ediyorsun karşımda değil mi? ..
Hangi yoldan hangi yola gidersek gidelim, bu iki zirveye rastlattın bizleri.
Birisi Yunus Emre, ötekisi Mevlâna...
Bunlardan birisi ana dilimiz Türkçe’ yle seslendi. Ötekisi de o zamanlar saray-ilim-âlimlerin dili olan Farsça ile seslendi. Biri Anadolu’ nun bozkırının sesiydi. Yanıktı. Özdendi. Bizdendi. Ötekisi de, bizden aldıklarını gökten aldıklarıyla harmanlayıp, yere, gene bizlere vermeye çalıştı. Yerdeki idarecilere, sultanlara, okumuşlara vermeye gayret etti. Onların anladığı dilden haykırdı.
Ey en büyük plâncı! ... Plânlarına akıl, sır ermez. Kimseler, kurduğun plânı-projeyi çözemez sanıyordun. Bak, ben nasıl çözüyorum? Toplumun bütün kesimlerini, bütün bireylerini kucaklamak adetin var. O nedenle kiminle, nasıl, ne zaman ve ne şekilde hareket etmen gerektiğini biliyorsun. Yunusla Anadolu’ yu adım adım dolaşıyorsun. Mevlâna’ yla âlim ve kürsü sahiplerini kucaklıyorsun. Sonra, o’ na “Gel ne olursan ol! Yine Gel! ” dedirtiyorsun. Yunus’la “Gelin Birlik olalım, işi kolay kılalım, sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz” derken, Mevlâna’ yla yüz bin kere tövbe bozmuş olanları da birliğe, barışa, dostluğa ve sevgiye çağırıyorsun...
---devam edecek------