Kayıp Gül’ün ardından
Serdar Özkan’ın kaleme aldığı Kayıp Gül kitabını okuyalı neredeyse bir haftadan fazla oldu. Ama bir türlü fırsat bulup da kitap hakkındaki izlenimlerimi aktarma fırsatı bulamadım. Neyse ki az da olsa bir vakit tedarik etme fırsatı buldum. Bu nedenle fazla teferruata dalmadan, ana hatlarıyla ifade etmeye çalışacağım.
Kitap, San Francisco’da yaşayan genç bir kızın (Diana) kısa bir zaman diliminde yaşadıklarını anlatıyor. Diana; genç, zengin ve pahalı kıyafetler giyinen birisidir. Anlaşıldığı kadarıyla yaşadığı hayattan pek de memnun değil. Gününün çoğunu uyuyarak geçiriyor ve bu nedenle şiddetli baş ağrıları da yaşıyor.
Çok sevdiği annesi vefat etmeden önce kızına bir mektup bırakıyor ve bir ikiz kardeşinin olduğunu (Mary) söylüyor. Annesi, Diana’nın henüz öğrendiği bu kardeşinin kısa bir süre önce kaybolduğunu belirtiyor ve Diana’dan kardeşini bulmasını istiyor. İşte romanda bütün anlatılanlar bu arama-bulma kurgusu üzerinde dönüyor.
Arama esnasında yolu İstanbul’a düşen Diana’nın burada geçirdiği birkaç gün hayatını, düşünce tarzını ciddi olarak etkiliyor ve tekrar San Francisco’ya döndükten kısa bir süre sonra Mary’yi buluyor. Yani Diana’nın ikizini, yani Diana’yı. Yani aslında bütün bunlar annesinin planladığı bir “oyun”dan ibarettir. Aslında ikiz kardeş diye bir şey yoktur. Annesinin Mary’den kastı Diana’nın kendisidir.
Diana bunu anlıyor, annesinin her fırsatta kendisine söylediği “öykü yazarı olmalısın” sözüne sonunda olumlu cevap veriyor, bütün bu yaşadıklarını kaleme alıp bir roman yazmaya karar veriyor ve yazıyor.
Roman kabaca böyle... Kabaca diyorum çünkü arada pek çok inceliği atlamak durumunda kaldım.
Neyse, sadede geliyorum...
Öncelikle belirtmek isterim ki, kitapta verilmek istenen mesaj çok güzel. Zengin, güzel ve başarılı olan ama hayatından memnun olmayan bir kızın sahip olduğu güzelliklerin gösterilmesi, onu mutlu edecek şeylerin yine kendisinde saklı olduğu mesajının verilmesi çok hoşuma gitti.
Bir yandan “Kendine olduğun gibi davranmalısın” dersi verilirken, diğer yandan “ben bunu yaparsam başkaları benim hakkımda ne düşünür” gibi zararlı bir düşünceden uzaklaşılması gerektiği mesajı harika bir şekilde verilmiş.
Hele Zeynep Hanım’la geçirdiği birkaç gün ve orada güllerle aralarında geçtiği söylenen diyaloglar mükemmeldi.
Okuyucuya verilmek istenen mesajı önemsediğim gibi, bu mesajın uygulanabilir olmasını da önemsiyorum. Diana’nın kendini keşfetmesi için takip edilen yol oldukça uzun ve yorucu... Bu zorlu, sıkıntılı serüvene herkes tahammül edemez. Hele zengin bir ailede yetişmiş ve rahat bir hayat yaşamış birisi için çok daha zordur.
Roman, dil ve üslup açısından bana oldukça sade geldi. Okuduğum son iki kitaba kıyasla (Masumiyet Müzesi ve Aşk) edebi sayılmayacak bir üsluba sahip. Cümleler basit ve anlaşılır... Bu bence bir sorun değil, ama daha edebi bir üslup arayanların sayısı da az değil.
Romanda basit ve anlaşılır dili tercih etmem bile bu romanı rahat okumamda bana yardımcı olmadı. Romanın girişi, gelişmesi çok sade gibi... Sadeden kastım, hiç akıcı değil. İlk yirmi bölümünü kendimi zorlayarak okudum dersem lütfen bana abartıyorsun demeyin. Zira yirmi dokuz dile tercüme edilmiş, kırktan fazla ülkede yayımlanmış ve uluslararası çok satanlar kategorisine girmiş bir kitabın sıkıcı olmaması gerekir. Evet ama inanınki çok sıkıldım. Her bölümü “bir sonraki bölümde kitap açılacak” ümidiyle okudum. Bu bölümlerde anlatılanların büyük çoğunluğu çok gereksiz ve sanki kitabı kabartmak için kullanılmış gibi geldi bana. Bu ilk bölümlerde eğer Diana’nın ruh hali ve yaşadığı ortam tasvir edilmek isteniyorsa, bu kadar ince hacimli bir kitapta bu kadar uzun anlatmaya hiç gerek yoktu. Daha öz bir şekilde anlatılabilirdi.
Benim “bir sonraki bölümde açılacak” düşüncem sonlara doğru, özellikle Diana İstanbul’a geldikten sonra gerçekleşmeye başladı. Zeynep Hanım’la birlikte olaylar daha giriftleşmeye başladı. Ama kitap kısa bir roman yahut uzun bir hikaye formatında olduğu için ve belki de bende ilk yirmi bölümde olumsuz bir izlenim oluşmaya başladığı için bu heyecan uzun sürmedi.
Bana lüzumsuz gelen ayrıntılardan (karakterlerden) birisi de şuydu: Diana’nın babasının da hayatta olduğu söyleniyor ama onunla ilgili pek bir ayrıntı göremiyorsunuz. Sadece, annesiyle görüştüğü ve kaybolan kızını bulması için yardım etmesini istediği belirtiliyor, o kadar. Kitabın sonuna doğru babasıyla ilgili bir bağlantı yakalamayı umuyordum ama rastlamadım. Dolayısıyla bu karakter kitaba boşuna konmuş kanaatimce. Okuyucu, romana konan her karakter ve ayrıntı için bir bağlantı bekliyor. Olmayınca boş bir ayrıntı gibi geliyor.
Kitabın bir diğer olumsuz gördüğüm yanı, kitabın iç tasarımıydı (Ama kapak çalışması oldukça başarılı). Kitabı açar açmaz bir sukut-u hayal yaşadım. Sanki sayfa sayısını artırmak için satır araları çok geniş tutulmuş, bölüm başlıkları neredeyse sayfanın ortalarına konmuş. Birkaç bölüm olsa her neyse denir ama kırk küsur bölüm olunca, bu, insanı olumsuz etkiliyor.
Roman’ın neden özellikle yabancılar üzerine kurguladığını da tam anlayamadım. Anlatılan şeyler Türk mantığıyla ele alınan şeyler. San Francisco yerine İzmir veya İstanbul denebilirdi. Gerçi son birkaç kitaptır aynı ayrıntıyla karşılaşıyorum. Baş karakterler hep yabancı oluyor. Tam olarak nedenini bilmemekle beraber, uluslararası bazda düşünüldüğünü tahmin ediyorum.
Bence Serdar Özkan başarılı bir romancı. İlk kitabıyla oldukça yüksek bir başarı elde etmeyi başarmış. Ama bu romanı kırktan fazla ülkede yayımlanacak kadar başarılı bulmadığımı itiraf etmem gerekiyor.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.