- 761 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
247 - NEFİS
Onur BİLGE
Vakit ne kadar çabuk geçiyor! Yelkovanın hiç işi yok. Gittiğiyle kalmıyor, peşinden akrebi de sürüklüyor. Göz açıp kapayıncaya kadar geçivermiş. Saat bire geliyordu, eve döndüğümüzde. Gerçekten meraklanmışlar.
Ömür de öyle... Rüzgâr gibi geçiveriyor. Anlamadan büyüyüveriyor, yaşlanıveriyor insan. Babam:
“Nerde kaldınız? Az daha aramaya çıkacaktım!” dedi.
“Biraz dolaştık, konuştuk. İyi de oldu, ağabey! Bitiremedik bile. Değil mi Semiray?”
“Bişr’i anlatıyordum da baba. Yarım kaldı. Sen devam et, istersen. Amca, babam daha iyi bilir, öyle şeyleri. O anlatsın, ben de hatırlayayım, unuttuğum yerleri. Zaten ondan öğrenmiştim. Hafızası çok kuvvetli... Sık sık tekrarladığından olmalı, hiçbir detayı unutmuyor.”
“Yarın yola çıkacaksınız. Uyumak istiyorsanız, kalsın.”
“Havada nem oranı çok fazla! Böyle havalarda uyumak istemiyor insan. Otobüste uyuruz. Uzun süre birbirimizi göremeyeceğiz. Hiç olmazsa bir iki saat kadar daha konuşuruz. Evin yakın.”
“Tamam, o zaman. Ben sizin için demiştim. Çoktandır uykulara hasretim, ağabey. Hastalık fena aldı yakamı! Onu konuştuk, Semiray’la. Sağ olsun, içimi ferahlattı, biraz. Allahtan ümit kesilmez, değil mi ağabey?”
“Ancak kâfirler ümit keser! Bize korku yok! “La İlahe İllallah!” diyene korku yok! Hele, tamamlayana: “Muhammeden Resulullah!” da diyene!.. Allah’ın izniyle Peygamber Efendimiz de şefaat edecek. Yeter ki pişmanlık duygusu içinde olalım, her gün tövbe edelim, af dileyelim!”
“Bazen af dilemeye utanıyor insan. Öyle bir pişmanlık sarıyor insanın içini, kendisinden utanıyor. Ne kadar tövbe etse, az gibi geliyor. Ne kadar ibadet etse, yetmez...”
“Tabi ki öyle... Ne kadar af dilesek, az! Ne kadar ibadet etsek, yetersiz! Fakat bu demek değildir ki tövbe etmeyeceğiz, ibadetten vazgeçeceğiz. Asla! Elimizden geldiği kadar Sırat-ı Müstakim üzere olmaya gayret edeceğiz.”
“Semiray, Bişr diye bir mirasyediden bahsetti. Onun, baba parasıyla meyhane meyhane gezen, Merv gecelerinin renkli simalarından biri olduğunu söyledi.”
“Bişr mi? Senin gibi o da... Ne kadarını anlattı?”
“Ayakları çıplakken tövbe edişine kadar...”
“Asıl hikâye, ondan sonra... Çünkü ‘nefis’ denen canavarla mücadele başlıyor. O ne yedi başlı canavardır, o!..”
“Nefis ne demek, ağabey?”
“İçimizdeki, harama istek duyan, kötülükleri emreden şeytani duyguların tamamı...”
“Yani?”
“Yani bizi kışkırtan, kötü yola sürükleyen, çeşit çeşit kılığa giren; cazip gösteren, aldatan, kandıran...”
“Yani şeytan mı?”
“Şeytanın rahatça kullandığı bir araç... Ona kapı açan... Kanımıza girmesine yardım eden... İçinde şehvet barındıran kabuk...”
“Şehvet, cinsel istek, değil mi?”
“Her türlü istek... Sadece cinsel değil... Dünyaya düşkünlük, kısaca... Yeme, içme, eğlenme, müzik dinlemeye kadar her çeşidi, isteklerin. Bunların helal tarafında sakınca yok. Haram sınırına girince, tehlike başlıyor. Bunlar da ihtiyaç ama belli bir miktarı ve çeşidi, helal dairesinde... İçmek helal ama içki değil. Yemenin fazlası oburluk, haram... Sözün bile fazlası, lüzumsuzu, başkalarına zarar vereni, haram... Nefis, içimizde bizi harama yönlendiren, kışkırtan... Şeytana oyuncak olan tarafımız, kısaca. İki cihanda bizi rezil rüsva eden...”
“Herkeste var. Evliyalarda da... Nasıl başa çıkıyorlar, onunla?”
“Akıllarını mantıklarını kullanarak, iradeleriyle...”
“Ne yapıyorlar?”
“Bişr’in yaptığını... Tövbe ederek, doğru yola giriyorlar; arkalarına bakmadan, ilerlemeye çalışıyorlar. Yolun sonu ferah, selamet, cennet... Yolun sonunda Sevgili, tebessümle karşılayacak, misafir edecek, ağırlayacak, sonsuza kadar, hem de...”
“Bir de çevre, ağabey... Ondan soyutlanmak çok zor! Kaç senelik arkadaşlar, akrabalar... Kardeş bile işin içinde... Yalnız gidilir mi o yol?”
“Hele bir yola çık! O yolda çok kişi ilerlemekte... Allah, misafirini karşılattırır. Yol arayana rehber gönderir. O, hangi yolda yürümek istersen, o yolu sana kolaylaştırır. Yemek içmek, gezip tozmak, burnuna kadar harama batmak isteyene servet dahi bahşeder. Onların tüm istedikleri dünyevi zevklerdir. İstedikleri ve istediklerini gerçekleştirebilmeleri için her türlü imkân kendilerine verilir. Görüp görecekleri buradadır. Orada hiçbir şey talep etmeye hakları yoktur.”
“Ben de diyorum ki: “Allah onlara neden yağdırıyor? Oysa tamamen ters istikamette gidiyorlar... Her işleri de rast gidiyor." Şimdi anlaşıldı. Ya tamamen ahreti isteyene?”
“Ona da hiçbir şey vermez, dener. İki cihanda da namerde muhtaç etmemesi için dua etmek lazım. En iyisi, o!”
“Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölüverecekmiş gibi ahret için çalışmak, yani.”
“Evet. Bizim için öyle. Daha fazlasını isteyen Bişr gibi veli kullar, temelli vazgeçerler, dünya malından. Öleceğini anlayınca tek gömleğini tasadduk etmiş, son nefesini verdiğinde üzerinde, birisinden ödünç aldığı gömlek varmış. Ne kadar çok giymediğimiz giyeceğimiz, kullanmadığımız eşyamız vardır, kıyıp da birisine veremediğimiz! Rehber şahsiyetler, güzel insanlar... Kendilerinden çok başkalarını düşünen, ellerinin erdiğince, güçlerinin yettiğince görüp gözeten, ruhları melekleşmiş kişiler...”
“İnsan sevgisiyle başlıyor, değil mi her şey, ağabey?”
“Gayet tabii! Fakat nefsi değil, Allah rızası için severek... Sadece din kardeşlerini değil, ateşperesti, putperesti bile sevdiler.”
“Olur mu öyle şey, ağabey? Sen de abarttın da abarttın! Allah’ın sevmediğini, Peygamber sopayla kovalar!”
“O insanlar, onları da sevdiler. Allah yarattığı için... Cehennemde yanmalarına içleri razı olmadığı için... Onlarla arkadaşlık, komşuluk ettiler. Bu ilişkilerinde, yaşayış tarzları, hal ve hareketleriyle; hak hukuk ve adalet başta olmak üzere İslamiyet’in bütün güzelliklerini sergilemek suretiyle dinimizi en güzel biçimde tanıttılar, daha sonra da fırsatını kollayıp, bir punduna getirerek onları İslam’a davet ettiler. Pek çok kişinin cehennem narından kurtulmasına vesile oldular.”
“Doğru ya! Onları sevmeselerdi: “Bana ne? Ne olurlarsa olsunlar!” derlerdi. Hâlbuki onların ibadethanelerine dahi dokunmadılar, ibadet şekillerine karışmadılar, sadece örnek oldular, zorlamadan, ısrarcı olmadan, yumuşak bir dille tebliğ ettiler.”
“İslamiyet’in kısa sürede ve hızla yayılmasının sebeplerinden biri de budur. Başta harika bir din oluşu, mutlaka.”
“Bişr’i anlatıyordun, ağabey.”
“Onu anlatıyorum. Tövbe etmek yeterli değildir. Kolay değildir; çevreden kopmak, nefsin başını ezmek ve ve Sırat-ı Müstakim’de ardına bakmadan yol almak! O yolda engeller, çengeller vardır. Yalnız ilerlemek zordur. Dayanak ister.”
“Demirci Cafer gibi mi?”
“Evet. Bu din, bilen bilmeyene öğrete öğrete bu zamana kadar geldi. Müslümanlar el ele vererek... İki el gibi birbirlerini yıkayıp temizleyerek...”
“Ne yapmış Cafer ona? Nasıl yardımcı olmuş?”
“Bişr’i arkadaşları rahat bırakmamış. Kötü arkadaşlar, insanın helak olmasına sebep olur. Meyhanenin önünde Cafer’e söz verdiğinde, tövbe ettiğinde, tövbesini unutmamak için bir daha ayakkabı giymemiş. Nefsine yenik düşeceğini hissettiği zamanlarda demirci dükkânına gitmeye, çalışarak nefsini meşgul etmeye başlamış.
Her şey yana yana olur, olgunlaşır. Yemek yana yana pişer, dalda meyve yana yana olgunlaşır, demir yana yana şekil alır. Yediklerimiz yana yana karışır kana, kanımız yana yana dolaşır damarlarımızda, enerji yana yana çıkar açığa... Önce ateş yanacak, sonra o ateşte insan... Demirin közde kızardığı, akkor haline geldiği gibi... O zaman yumuşayacak, güzelleşecek. Aşk ateşinde pişecek.
Yaban armudunu bilir misin? ‘Ahlat’ derler. Aşısızdır. İnsanın boğazında durur, yenmez. Fakat aşılanınca ne kadar güzel olur? Herkes aşı yapmayı bilemez. Herkesin aşısı tutmaz. Her sanatın ustaları olduğu gibi gönüllerde aşk inşa edenlerin de erbapları vardır. Kalplerin anahtarları, maymuncukları onlardadır.
Birimiz, birimizin hidayetine vesileyiz. Her birimiz birilerine talebe, birilerine öğretmen... Kötü arkadaşlarından kurtulmak için yanına geldiğinde ve ona, Allah aşkıyla yanmak istediğini, bunun için ne yapması gerektiğini sorunca, demirci de, Bişr’e öğretmenlik yapmaya başlamış. İlk derste, aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:
“Önce küçük büyük bütün günahlarına tövbe et!”
“Ettim!..”
“Haram lokma yeme!”
“Tamam!”
“Harama bakma!”
“Kabul!”
“Zina etme!”
“Peki!”
“Herkesi kendinden üstü bil!”
“Tamam!”
“Haklı da olsan kimseyle münakaşa etme!”
“Başka?”
“Emanete hıyanet etme!”
“Sonra?”
“Kalp kırma!”
“Oldu!”
“Kimsenin hakkını yeme!”
“Başka?”
“Kimsenin kalbini kırma!”
“Başka?”
“Şimdilik bu kadar...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 247
YORUMLAR
Her şey yana yana olur, olgunlaşır. Yemek yana yana pişer, dalda meyve yana yana olgunlaşır, demir yana yana şekil alır. Yediklerimiz yana yana karışır kana, kanımız yana yana dolaşır damarlarımızda, enerji yana yana çıkar açığa
cok ta dogru
güzeldi herzamanki gibi okunasi bir yazi.
yüregine emegine saglik sevgili Onur Bilge.
sevgilerimle
"Yarım doktor candan, yarım imam imandan eder"SÖZÜ YERİNDEDİR. İslam Dini esaslarına mugayir ne varsa, bu öykünün konusu edilmiş. Ala-bula inançlılarla birlikte sevgili yazarımız da dahil, cehennemlerde "yana yana" bu uralları öğrenmelerini istemiyorum. Saygılarımla.