- 1281 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
246 - SARHOŞUN BİRİYDİ
Onur BİLGE
Muratpaşa Camisi’nin avlusunda biraz dinlenmek istedi. Uzun yürüyüşlere dayanamıyor. Bu tarihi eserin önünde, asırlık ağaçların altındaki banklara oturduk, hatıralardan söz açmış, konuşuyorduk. Elimde evirip çevirirken, anahtarlığın kenarındaki, üzerinde ‘Allah’ yazılı küçük gümüş parça yere, çakılların arasına düştü. ‘Tık’ diye bir ses çıktı, eğildim, baktım, yok! Aradım taradım, yok! Üzerinde Laf-ı Celal olmasa, önemli değil ama o öyle bir yazı ki ayaklar altında kalamaz!
“Mutlaka bulmalıyız! Yer yarıldı da içine girmedi ya! Orada o, alacakaranlıkta göremiyoruz. Kalk, açık bir yer bulalım! Çakmak ya da kibrit, artık ne bulursak...” dedi, amcam.
Zaten yeteri kadar yorulmuştu. Tam biraz dinlenecekken... Kalktık... O saatte açık yer bulmak zor. Neyse ki garaj muhitindeydik, yakınlardaki bir büfe açıktı. Oradan çakmak aldık, geri döndük. Oturduğumuz bankın altındaki taşları üşenmeden elden geçirdi. On beş dakika kadar süren bir arama sonunda, düştüğü yerden bir adım kadar uzakta, toza toprağa bulanmış vaziyette buldu ve bir:
“Oh!..” çekti. “Taşa çarpıp, sıçramış.” dedi. “Bu ismin yazılı olduğu bir şeyin yere düşmesi ne demek, biliyor musun? Ne olur, biliyor musun, öyle olunca?”
“Bilmem. Nerden bileyim? Tabi ki istenen bir şey değil ama oluyor işte bazen, istemeden. Fark etmeseydim, burada kalacaktı. Yerde kaldığı bir şey değil, herkes üstüne basacaktı!”
“Kıyamet kopar!..”
“Yok, canım; abartma! Nice Lafz-ı Celal yazılı kitapları, kâğıtları çöpe atıyorlar, üzerinde ayet veya hadis yazılı takvim yaprakları yerlerde sürünüyor da bir şey olmuyor ya! Atanlara da bir şey olmuyor. Allah ne kadar sabırlı!”
“Olur, olmasına da, tam düşme esnasında melekler üzerindeki anlamı alıyorlar. Sadece harfler kalıyor. Aksi halde, taş taş üstünde kalmaz!..”
“Sen de Bişr gibi yaptın. Kim bilir ne kadar sevap kazandın!..”
“Kim o?”
“Adını hiç duymadın mı? Bişr-i Hafi...”
“Hayır. İlk defa duyuyorum. Ne yapmış?”
“Bir mirasyedi... O da senin gibi... Ne kadar da benziyorsunuz!”
“Biraz eğildim ya çok kötü oldum! Zorlanmaya gelemiyorum.”
“Kazancın çok büyük! Belki sana da Bişr’e verdiğinden bahşeder, bu davranışının karşılığında.”
“Anlat yahu! Bayağı meraklandırdın beni!”
“Vaktiyle sarhoşun birisiymiş. Merv gecelerinin tadını çıkaranlardan...”
“Ah! Antalya geceleri... Rüzgâr gibi geçti!”
“Baştan anlatayım da dinle. Güzel ve enteresan bir hayat hikâyesi var:
Horasan’ın Merv Şehri’nde doğmuş. Hicretten yüz elli yıl sonra. Yetmiş yedi yaşında, Bağdat’ta ölmüş. Adı, Bişr bin Haris Abdurrahman, künyesi Ebû Nasr. ‘Hafi’ ise, tövbe ettikten sonra hep yalınayak gezdiği için ona sonradan verilen, ‘yalınayak’ anlamına gelen bir isim.
Ünlü bir aileye mensup... Merv Şehri reislerinden birinin oğlu. Babası çok zengin olduğu için refah içinde büyümüş, nerde Şam, orda akşam; yemiş içmiş, gezmiş eğlenmiş. Babasının ölümünden sonra yüklü bir miras kalmış. Annesiyle yaşıyormuş. Her gün arkadaşlarıyla içiyor, eğleniyor, gecenin geç saatlerinde, bazen sabaha karşı eve dönüyor bazen de meyhane köşelerinde veya sokakta, duvar diplerinde sızıp kalıyormuş. Onu o halde gören sokak çocukları tarafından alaya alınıyor, taşlanıyormuş. Annesi onun yüzünden hastalanmış. Kendisini kimsenin sevmediğini sanıyormuş. Sadece arkadaşlarının onu sevdiğini... Oysa onların bütün derdi parasını yemekmiş.
Babası, öleceğini anlayınca, biricik oğlunu, âlim ve veli bir zat olan demirci ustası arkadaşı Cafer’e emanet etmiş. Vasiyet gereği, demirci ona, o arkadaşlarından kendisini kurtarmasını, yanında çalışmasını teklif ettiğinde demiş ki:
“Neden çalışayım? Paraya ihtiyacım yok ki! Babamdan bir servet kaldı. Ye ye bitmez! Hem neden ayrılayım onlardan? Arkadaşlarım beni çok seviyor.”
Oysa hepsi kene gibi kanını emmekteymiş. Özellikle Basralı Haydut Ahmet... Bişr’e kancayı takmış, bir türlü yakasını bırakmıyormuş.
Hayatın felce uğradığı, dondurucu bir kış gününde, sabah olalı epey olmuş ama Bişr daha uyumaktaymış. O gece yine körkütük sarhoş gelip sızmış, hâlâ kalkamamış. Başında şiddetli bir ağrı, üzerinde bir ağırlık, şakakları zonk zonkluyor, kulakları uğulduyormuş.
O sıra kapı çalınmış. Hizmetçi kapıyı açmış. Bakmış ki ak sakallı, yaşlı bir adam... Yumuşak, tatlı bir sesle:
“Merv reislerinden Haris Abdurrahman yok mu?” diye sormuş ama yer gök inlemiş!..
“Yok. O öldü. Oğlu var.”
“Bişr mi? O hür mü, kul mu?”
“Elbette hür.”
“Hür olduğu belli, çünkü kul gibi yaşamıyor! Ona bu kadarını söyle!”
Bişr, hemen yatağından fırlamış ama yaşlı zat çoktan kaybolmuş. Belki bir evliya belki de Hızır Aleyhisselâm’dı.
Bişr, orada put gibi donmuş kamış! Aslında gayet iyi biliyormuş; dünya hayatının bir oyun, bir eğlenceden ibaret olduğunu, ona aldanmaması gerektiğini, yaşamakta olduğu hayatın, helakine sebep olacağını ve zaten tiksiniyormuş gece hayatından. Yepyeni bir sayfa açmak, tertemiz bir hayata başlamak istiyormuş. Fakat arkadaşları bırakmıyor, o da onlara kıyamıyormuş. Nerede bulacaklar o kadar zengin ve cömert insanı?
“Arkadaşlarına arka dönmek, yiğitliğe sığmaz!” diyorlar, bir türlü yakasından düşmüyorlarmış.
Hızlı mı hızlı, kadınlı kızlı, rengârenk eğlence geceleri... Sazlar, dümbelekler, defler, tokuşturulan kadehler... Her ne kadar bedenen meyhanelerde ise de gönlü hep Allah’taymış. O nedenle, her şeye sahip, mutsuz bir gençmiş.
Kaç kere tövbe edip, iyi ameller işlemeye başladıysa da parasını yemek isteyen arkadaşları rahat bırakmamışlar, tekrar eski derbeder hayatına döndürmüşler. Babasından kalan servetin tamamını bitirmeden yakasını bırakmamaya kararlı olan serseriler, ona rahat nefes aldırtmıyor, göz açtırmıyorlarmış!
Soğuk bir kış günü yine evine gelip çağırmışlar. Her zamanki gibi meyhaneye götürmüşler. Gece yarısına kadar yemişler içmişler, eğlenmişler; geç vakit oradan çıkmışlar. Bir süre sonra, herkes evine gitmek üzere ayrılmış. Bişr de sarhoş ve bitkin bir vaziyette evine doğru yol almaya başlamış. Yerde, çamurlar içinde bir kâğıt parçası görmüş. Kâğıdın kutsal olduğunu, ona Kur’an yazıldığını, o zamanlarda kâğıt bulunamadığı için inen ayetleri kaydetmede ne kadar güçlük çekildiğini, onun ne kadar önemli bir nimet olduğunu düşünerek eğilip almış, bakmış ki üstünde ‘Allah’ yazılı...
“Aman Allah’ım! Güzel Allah’ımın ismi! Kim attı acaba yere?” diye okşamış, alıp eve götürmüş.
Yıkamış, temizlemiş, gülyağı sürmüş, tam duvara asacağında annesi uyanmış. Zaten yarı uyanık yatıyor, kulağı tıkırtıda, oğlunu bekliyormuş. Bişr, her gece, leş gibi içki kokarak gelmekteyken, ondan mis gibi kokular geldiğini duymuş.
“Bişr, sen nereden geliyorsun, oğlum? Arkadaşlarınla meyhaneye gitmemiş miydiniz? Mis gibi kokular geliyor senden. Yoksa içki kokusunu bastırmak için mi sürdün?” diye sormuş.
“Evet, anne... Meyhaneye gittik. Oradan geldim.” demiş Bişr.
“Nedir o duvara astığın?”
“Besmele, anne. Yerde buldum. Çamurların içindeydi. Yıkadım, temizledim. Yerlerde olur mu o? Aşağılara konur mu? Şuraya, duvara asıyorum. Bu astığım kâğıttan geliyor, o kokular.”
O gece Merv âlimleri rüyalarında Bişr’i görmüşler. Onları imrendiren güzellikler içindeymiş. Aynı gece, babasının onu emanet ettiği demirci eren de bir rüya görmüş. O zamana kadar hiç duymadığı, çok hoş bir ses ona:
"Bişr’e söyle! O bizim ismimizi nasıl yerden alıp, temizlediyse, biz de onu affettik, temizledik! İsmimize hürmet ettiği, yükseğe astığı için biz de onu yücelttik! İsmi, dünyada ve ukbada temiz kalacak." demiş.
O gece, aynı rüyayı üç defa üst üste görünce, ertesi gün Bişr-i Hafi’yi aramış, meyhanede bulmuş. Kendisine önemli bir şey söyleyeceğini bildirerek, dışarıya çağırtmış. Yanına bet beniz atmış vaziyette geldiği zaman, yalınayakmış. Ayakkabıları, meyhanenin kapısının önündeymiş. Demirci, rüyasını anlatmak için onu bir ağaç gölgesine çekmiş. Rengi sapsarı. Korkuyla sormuş:
“Hayrola! Sen burada ha!.. Buyur!” demiş, Bişr.
“Bu gece bir rüya gördüm. Sana onu anlatacağım.” demiş, demirci. “Sana İlahi âlemden haber var!”
"Allah’ım bana çok kızıyor. Biliyorum. Bana azap edecek! Kötü yolda olduğum için ikaz ediyor, değil mi?”
“Dün gece sen ne yaptın, Bişr? Bahsedilen kâğıt ne? Allah’ın adının yazılı olduğu bir kâğıt mı temizledin? Bana öyle denildi. Nasıl oldu o olay?”
“Öyle oldu ya. Dün gece oldu o olay. Gece geç vakit buradan çıktık. Arkadaşlar evlerine, ben evime... Çok yorgun ve bitkindim. Düşe kalka, çamurlara bata çıka giderken, yerde kirlenmiş bir kâğıt gördüm. Alıp baktım ki üzerinde ’Allah’ yazılı. Eve götürdüm. Yıkadım, temizledim, esans sürdüm; öptüm, başıma koydum ve duvara astım ama sen bunu nereden biliyorsun?"
“Bana dendi ki: “O bizim adımızı temizledi, biz de onu affettik, temizledik. O bizim adımıza hürmet etti, biz de onu yücelttik! Ona bunu böyle söyle!” Sana bunu müjdelemeye geldim.”
Bişr bunu duyunca içeriye dönmüş, arkadaşlarına:
"Arkadaşlarım! Davet geldi! Ben gidiyorum! Haydi Eyvallah!.." diyerek veda etmiş.
İşte böyle amcacığım. Davet geldi mi bir saniye durulmaz! O davet, En Büyük Yerden! Galiba sana da geldi. Ne dersin?”
“Haydi, kalk! Gidelim. Davet geldi mi bilmem de kötek gelecek! Annenler merak etmiştir. Bir tekerleme var ya hani küçüklüğünde söylerdin. Köy, kaymak... Nasıldı o?”
“Elif’ten Be’ye, seyittim köye. Köyde kaymak yedim, eve geldim, dayak yedim!”
“Hah, işte o! Davet geldi mi bilmem ama dayak gelecek. Çok geç kaldık!”
“Tamam! Arkası yarın...”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 246
YORUMLAR
Aman Allah’ım! Güzel Allah’ımın ismi! Kim attı acaba yere?” diye okşamış, alıp eve götürmüş.
Yerlerde olur mu o? Aşağılara konur mu? Şuraya, duvara asıyorum. Bu astığım kâğıttan geliyor, o kokular.”
cok güzeldi ne güzeldi.
gercekten entreresan bir hikaye.
emegine yüregine saglik.sevgilerimle