- 770 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
245 - DAMAT
Onur BİLGE
Amcam, o zamanlar gençler arasında moda olan siyah yün takım elbise, siyah üzerine açık sarı minicik bir nakış işli süet kravatıyla bir damat gibi dedemin arabasıyla kapımızın önüne geldiğini klakson çalarak bildirdiğinde, hemen annemin beyaz tülbendini bulup, bir kenarını büzerek, dört parmak alttan bağlattırırdım, bakıcıma; başıma takar, annemin yüksek topuklu terliklerini de ayağıma uydurmaya çalışarak gelin olurdum ve o, elinde kontak anahtarı, parmaklarının arasında sallaya sallaya içeriye girinceye kadar hazır olur, önüne dikilirdim:
“Yaşasın!.. Damat gelmiş! Damat gelmiş!” derdim.
Koluna girmek istediğimi bilirdi, eğilirdi. Birkaç adım yürürdük. Zaten ayakkabılarla girerdi. Amcalarımın hepsi aynıydı. Onlar gidince dip bucak temizlik yapılırdı. Topuklu terliklerin önüne kayardı, minicik ayaklarım. Topuğu, boyumu yükseltmezdi. Onunsa kamburu çıkardı, bana uymaya çalışırken. Kucağına alırdı, kısa süre sonra.
Kucağında tutardı, sol kolunda ama benimle ilgilenmezdi ki o. Anneme babama laf yetiştirirdi. Bense, bembeyaz kokalı yakasına dokunurdum, kravatını kontrol ederdim. Süeti hissetmeye çalışırdım ama o zamanlar onun süet olduğunu da bilmezdim. Deri zannederdim. Tersi kaygandı. Annemin deri terliği gibi...
Yorulur muydu, bıkar mıydı? Arabaya koyardı beni. Biraz gezdirir, getirirdi. Çok kalmazdı bizde. Yarım saat, bir saat... Çok sık da gelmezdi. O zamanlar yirmi yaşlarındaydı. Ayhan Işık gibi tarardı, saçlarını; onun gibi esmer, simsiyah saçlı, ince bıyıklıydı ama Sadri Alışık’a çok benzerdi. O zamanlar, herkes saçlarına briyantin sürüyor, alınlarına ince bir tutam saç düşürüyor, herkes birbirine benziyordu. Çünkü daha ben insanlarının karakteristik özelliklerinin detaylı bir biçimde farkında değildim.
Geleceğini önceden duyarsam, uzun uzun süsleniyor, onu bekliyordum. Bu gelin damat oyunumuzdan başka evcilik oynamadım. O zamanlar dört yaşından küçüktüm.
Onun amcam olduğunu gayet iyi biliyordum. Amcalarla evlenilmeyeceğini; onların, baba yarısı olduklarını... Oyun olduğunu biliyordum ama o çok şıktı, çok! Bana ait bir yanı olsun istiyordum ve onun kadar şık olabilmek... Onun varlığıyla tamamlamak, varlığımı; fark edilmek... Bütün derdim oydu. Bu, kendime güvenimi arttırıyordu. Ben, en yakışıklı, en şık gencin geliniydim.
Bu güzel tasavvurum, üç dört yaş arası sürdü. Beş yaşı bulmadı. Daha doğrusu, ben damat bulmuştum ama beklediğim aşırı düşkünlüğü bulamamıştım. O nedenle çok güçlü bir sahiplenme duygusuna kapılmamıştım. Hem o kocaman, bıyıklı bir adamdı. Ben minnacıktım. Yakışmıyorduk bile birbirimize.
Amcamın o zamanlar başka işi mi yok! Bana ayıracak zamanı mı var? Benim bildiğim, iki yüz dönümlük araziye pamuk ekiliyor. Sürdürüyor, ektiriyor, sulatıyor, toplatıyor... Tohumu, gübresi, ilacı; işçisi, kâhyası, uşağı... En küçük olduğu için her işe koşuyor.
Bir de açıkgöz! Dedemi gördü mü namaza duruyorlar, bir büyüğüyle, iki kardeş... Dedem de o ikisi dindar diye, narlı portakal bahçesinin tapusunu onlara veriyor.
O zamanın gençleri... Cumhuriyet gençliği... Balolar, kokteyller, eğlenceler... İçki içmek, dans etmek; modernlik ifadesi... Üç beş tane köklü, zengin aile, Serik’te... Kulağıma gelenler:
“Para, harcanmak içindir! Verebildiğin kadar büyüksün! Ağalık vermektir, yiğitlik ölmek...” Her girdikleri yerde: “Hesap bizden!..”
Altlarında araba... O zamanlar kaç kişide var? Ticaret için bile sayılı... Amcamın işi mi yok, benimle ilgilensin! Bir ayağı Antalya’da, bir ayağı çiftlikte... İlk akraba ilişkilerim... İlk sevgi sunuş ve karşılık bekleyişlerim...
Ben ilkokula giderken, bir kıza âşık oldu ve evlendi. Güzel bir yuva kurdu. Çocukları oldu. Fakat baba parası, babanın ölümüyle kesildi. Bir süre o ikisi pamuk tarlalarını eskisi gibi ektirdiler. Sonra ondan da vazgeçtiler. Başka işler yaptılar. Yavaş yavaş Narlı, ikisi arasında paylaşıldı, ucundan bucağından satılmaya başlandı. Sata sata portakal bahçeleri de kalmadı. Sonra pamuk tarlaları paylaşıldı. Kimin ne yaptığını kimse bilmiyor.
Baba tarafımda, sigara aşkı babaannemden yadigâr... Altı kardeşin altısı da tiryaki... Günde en az bir, normalde iki paket... Çay kahve... Geç saatlere kadar eğlence... İşte netice!
“Kalkalım mı artık, amca?”
“Kalkalım, kızım! Of, of!..”
“Ne oldu? O kadar derinden geldi ki!..”
“Hani bir türkü var ya... “Bir of çeksem, karşıki dağlar yıkılır! Bugün posta günü, canım sıkılır! Sıkılır; amman, amman, amman!..” Dağlar arasında kalmış, haykırır gibi içim ve haykırışıma, sadece kendi sesim yansıyarak gelmekte...”
“Ne oldu, yine?”
“Hiç... Gençliğin kıymetini bilemedik! Har vurup, harman savurduk! Şimdi, hastalık yakamızı aldı! Azrail, yavaş yavaş yaklaşmakta! Evlatlarımın mürüvvetlerini göremeden gideceğim, mesuliyetlerini hanımın başına bırakarak. Bunlar hiç hesapta yoktu! Hastalıklar, ölüm falan... Başkalarına yakın, bana çok uzaktı. Tuzaktı, eğlence geceleri, bize. Yedik içtik, gezdik eğlendik... Yine senin cami çıktı karşımıza. Baksana!”
“Amca... O Narlı olayı nasıl oldu? Anlatsana! Nasıl kandırdınız, dedemi?”
“Hah, hah, ha!.. Sorma! “Namaz kılın evlâtlarım! Namaz kılın! Namaz kılana Narlı’yı vereceğim!” demeye başladı. Baban Antalya’da, ötekiler Ankara’da... İkisi devlet memuru, birisi subay... Biz mirasyediyiz. Memuriyete ne lüzum var? Bir de Narlı... Anlaştık, namaza başladık. Sürekli kıldığımız yok ha! Babamı görünce kolları sıvıyoruz, göstere göstere namaza duruyoruz. Annem biliyor, bilmez mi? Evlatları kıymetlidir onun. Hele biz ikimiz... Babandan alır, bize verir, kıyamaz. Babam baktı ki biz hidayete erenlerden olduk, tapusunu verdi, namazı bıraktık. Ne devamlısı? Göstermelik bile kılmadık. Zengin olduk ya! Hah, hah, ha!..”
“Aklıma ne geldi, biliyor musun?”
“Yine bir hinliktir. Ne olacak, cadı?”
“Göstermelik namazın karşılığı bile Narlı olursa, ihlâsla kılınan namazın karşılığı acaba ne olur? Bir kul, sahte namaza yüzlerce dönüm bağ bahçe bağışlarsa; Allah, samimiyetle ve sürekli huzurunda olana neler bahşetmez!..”
“Gülüyorum ama içim kan ağlıyor! Keşke o zamanlar gerçekten namaza başlasaydım da bu zamana kadar kılıyor olsaydım! Namaz borcum olmayacaktı, kâra da geçecektim. Farzlara mecburum ya, nafilelerle de yaklaşmış olacaktım. Şimdi bana, bin tane Narlı verseler, bir yıllık namaza değişir miyim!.. Fakat geçti artık! Doğru dürüst eğilemiyorum bile... Demir tavında, güzel çağında... İbadet, o zamanlar olacaktı da, güneş gibi ışıyacaktı! Şimdi, en sönük yıldızlar gibi... “Dağ benim, çeşme benim... Derdimi deşme benim!”
“Firavun’a Allah, son nefesine kadar fırsat tanıdı. O, burnunu indirip de secde etmedi. Tek secdesi onu kurtaracaktı. Böyle bir imkânı değerlendiremedi. Ebediyen cehennemde yanacak, gururu yüzünden. Namaz, kibirden arındırır. Büyüklenmenin hardal kadarı, tüm ibadetleri yok eder. Onun için vakit hiç de geç değil. Bu vaktin de geçi var. O vakit gelmeden, bu vakti değerlendirebilirsin. Neden olmasın? Bomboş gitmektense, elinde tek çiçekle gitmiş olursun, o huzura.”
“Bu zamandan sonra dönmek olur mu? Sen ömrünü orada burada gezerek tozarak harca, son zamanda, öleceğini anlayınca, Allah’a dön, ibadete başla! Allah kabul eder mi?”
“Eder ya! İman için, tövbe için bile son nefese kadar müsaade var. Can boğaza tıkılıncaya kadar! Daha çok! Allah, uzun ömür versin, İnşallah! Ne kadar ömrümüz var, bilemeyiz. Bak, sen diyorsun ki: “Yok, ben hastayım, öleceğim...” falan. Biz yarın yola çıkıyoruz. Yola çıkanın halini Allah bilir. Her şey olabilir. Yatan ölmez, vadesi yeten ölür. Kırk gün ölek olmuş, vadesi yeten ölmüş. Kimin kimden önce öleceği belli değil. Onun için tövbe et, ibadete başla! Yapabildiğin kadar... Belki Allah, birini bine sayar. Kötülüğün bire bir karşılığı var; iyi amellerin, kat be kat!.. Sümbülleniyor. Buğday ektirtmedin mi hiç? Bir buğday tanesi kaç başak veriyor? Her başakta kaç buğday tanesi oluyor? Bakarsın, mübarek bir geceye tesadüf eder, bin aydan hayırlı bir geceye, Kadir Gecesi’ne... Kaç ömürlük ibadetin oluverir! Niyetin halisse, inayeti gelir. Her şey O’nun elinde! Yeter ki samimice ilk adımı at! O seni yürütür de koşturur da uçurur da!”
“İçimde bir huzur ve mutluluk oluşmaya başladı. Biraz daha anlatsana, cadı! Bana umut aşıladın! İçimi rahatlattın.”
“Özellikle Kur’an Tefsiri, Meal oku. Benim söylediklerim ne ki! Denizde damla değil! Hani senin mavi kayığın kadar bile değil... Kur’an, derya!.. Uçsuz bucaksız bir okyanus... Tüm anlattıklarım, en kısa bir ayet değil, bir hadis etmez! Asıl İlahi huzuru sana o verecek. Ben neden mutluyum? Çok mu memnunum, hayatımdan? Belki hayır ama Allah ile olduğum için her türlü olumsuzluk vız geliyor bana! Aynı olay, bir kere üzebiliyor. O da bir süreliğine... Allah’ı düşündükçe, zikrettikçe sevinç doluyor içime! Sana, benden yansıyan bile seni ferahlatmaya yetiyor. Bir de doğrudan, kaynağından alsan! Doğrudan güneşten aydınlansan, ısınsan! Ben, ay bile değilim. Belki gün ışığını yansıtan paslı bir teneke parçası... İşte böyle amcası...”
“Doğru söylüyorsun. Ben ar ediyordum, o huzura çıkmaya. Bunca zaman yan gelip yattıktan sonra...”
“Mevlana: “Bu kapı, umutsuzluk kapısı değil! Bin kere tövbe bozmuş olsan, yine gel!” demiyor mu?”
“Dediğini yapacağım, cadılar cadısı! Canımın yarısı! Sana ne armağan edeyim?”
“Bana armağanım, otomatikman verilecek. Senin yaptığın ibadetin aynısı bana da gelecek ve seninkinden hiçbir şey eksilmeyecek! Bir bana değil, annene babana da aynı miktarda gidecek!”
“Seni gidi seni! Bak neler de biliyor! Sen ne cadısın, biliyor musun?”
“Biliyorum tabi. Kendini bilmeyen, Rabbini bilir mi?”
“İyi ki çıktık, dolaştık! Ne kadar ferahladı içim! Kaç aydır, hastalandım hastalanalı iç sıkıntısından ölüyordum! İntihar raddesine geldiydim! Hay, Allah razı olsun, senden!”
“İyiyiz be! Ne olursa olsun, mutluyuz! Çünkü biz Müslüman’ız! Bize korku yok! Varsın, kâfirler düşünsün! Biz, birbirini yıkayan eller gibiyiz. Ölümden öteye köy yok! Ölüm geldi, hoş geldi! Sahibimiz’e gideceğiz. Sevgili’mize... Ne mutlu bize!.. Yeter ki son nefese kadar imanımızı muhafaza edebilelim! Kelime-i Şehadet getirerek... İnşallah! Efendimiz’i, melekleri karşımızda görerek... Allah-ü Teâlâ’nın Cemali’ni göre göre... Seve seve!.. Uça uça!.. Ah!.. Öyle bir ölüm nasip etse de Allah’ım; şimdi, şu anda canımı alsa!.. Lebbeyk, Ya Rabbi!.. Lebbeyk!.. Bir can değil, bin can feda Sana! Can da Senin, ten de Senin, ben de Senin!.. Bana ait ne var? Ne varsa Senin! Lebbeyk!..”
“Lebbeyk, Ya Rabbi!.. Lebbeyk!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 245
YORUMLAR
Göstermelik namazın karşılığı bile Narlı olursa, ihlâsla kılınan namazın karşılığı acaba ne olur? Bir kul, sahte namaza yüzlerce dönüm bağ bahçe bağışlarsa; Allah, samimiyetle ve sürekli huzurunda olana neler bahşetmez!..”
göstermelik ibadet yapan insanlarin ne gecer ki eline evet ibadet bile gönülden olmali.
Demir tavında, güzel çağında... İbadet, o zamanlar olacaktı da, güneş gibi ışıyacaktı! Şimdi, en sönük yıldızlar gibi... “Dağ benim, çeşme benim... Derdimi deşme benim,,
evet herseyi zamaninda yapmaliyiz bir gün gec olacak.
cok güzeldi yüregine saglik emegine saglik.
sevgim sonsuz
Benim sayfamda rahat olun. Lütfen...
Acımasızca eleştirebilirsiniz. Ben de öyleyim.
Bir aksaklık varsa, yazmadan edemem.
ALLAHÜMME: Allah'ım demek.
LEBBEYK: Emrine amadeyim! Burur! demek.
LEBBEYK YA RABBİ: Buyur Ya Rabbi!
LEBBEYK ALLAHÜMME: Buyur Allah'ım demek.
Aynı şey...
Ben neden farklı yazdım? "Sadece Hac'da söylenir, bu!" denmesin diye.
Ölümü istemiyor. Allah'a gitmek istiyor! Şartlı söylüyor. İmanla gidecekse, hazır olduğunu belirtiyor. Hem de dünden hazır! Seve seve...
Teşekkürler...
Çok güzel.Baştan sona beğeni dolu.Ama ben biraz gıcık bir insanım farzedin.Mutlaka yazınızda kusur aradığımı düşünün.Mesela...Lebbeyk...Allahümme...lebbeyk,diğeri.
Allahım şimdi al canımı demek imanla bağdaşmaz.Ölüme hazır olmaktan bahsedebiliriz.İman ile hayırlı ölümü dileyebiliriz.(lütfen bana çok kızıyorsanız yasaklayabilirsiniz.Ama ben bunları yazmadan rahat edemiyorum-Hoşgörü kapınızdan alın beni lütfen)