- 744 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
243 - KALEİÇİ
Onur BİLGE
Geldiğimizi yeni haber almış, küçük amcam; kalkmış gelmiş, dünya gözüyle bir daha göreyim onları, diye. Çok sigara içiyordu. Biri bitmeden birini yakıyor, uç uca ekliyordu. Sessizdi. Kimseye bir şey demezdi. Tek dert ortağı, sigarasıydı. Tam ciğerinden, sırtından vurdu! Kanser oldu.
Onu görünce, boynuna sarıldım. Gözlerim dolu olduydu. O da ağlıyordu. İçerisi kadın kız doluydu. Babam da öğretmen arkadaşına, vedalaşmaya gitmişti. Son gündü. Şöyle bir baş başa gezelim istedim. Belki son görüşmemizdi. “Hayır!” demedi. Hazırdım zaten. Her zamanki gibi tepeden tırnağa beyazlar içindeydim. Çantamı aldım, çıktık.
“Nereye?” dedi.
“Kaleiçi’ne...” dedim. “Saat Kulesi’nin yanındaki çay bahçesinde otururuz biraz. Sana, senin için yazdığım bir şiiri okumak istiyorum.”
“Benim için mi?”
“Senin için ya. Sen benim canımsın!”
Yürüdük, konuşmadan. Antalya, geceye hazırlanıyordu. Bütün ışıkları yanıyor, eğlence yerleri rengârenk lambalarla göz kırpıyor, kollarını açmış, meraklılarını davet ediyordu. Oteller, moteller, diskolar, pavyonlar, barlar...
Kıyafetleri değişmişti insanların çoğunun. Sanki düğüne bayrama gidiyorlardı. Bayanlar, model mecmualarından fırlamış gibiydiler. Çeşit çeşit parfüm kokuyorlardı. Bazılarının kuaförden yeni çıkmış oldukları belliydi. İşyerlerinin yarısı kapatılmış, kepenkleri indirilmişti. Bazıları hâlâ müşteri bekliyordu. Çünkü bu şehir, sabahlara kadar yaşayan ve yaşatan bir şehirdi, o ne biçim yaşamaksa...
Melli Çarşısı’nı geçtik, oturmak istediğim çay bahçesi, tam karşımızdaydı. Saat Kulesi’nin hemen yanında, Paşa Camisi’nin tam karşısında... Burası, İskele Yokuşu’nun başında olduğu için, yüksekteymiş gibi görünen kır kahvesi benzeri bir yerdi. Eskiden burada, kapının hemen dışında, bir ziyaret yeri, ‘dede’ diye anılan bir kabir vardı. Antalya halkı, bir dilekleri olduğunda o dede hürmetine dua ederler:
“Duam kabul olur da dileğim gerçekleşirse, dedenin kabrinde beş mum yakacağım.” derlerdi, mesela.
Dileğin önemine göre mum sayısı artar veya azalırdı. Mumun ne faydası olacaksa, ölüye! Her yerdeki yatırların kabirleri gibi o mezar ve üç tarafını çevreleyen diz boyu duvar da koyu yeşil yağlıboyayla boyanmıştı. Bu gelişimde yerinde yoktu. Nasıl olmuşsa olmuş, kaldırmışlardı. Belki de toprağın altında kalmıştı da üstünden geçerek girmiştik, bahçeye.
Denize nazır bir yerdi. Tamamen değilse de şuradan buradan deniz manzarası seyredilebiliyordu. Fakat gece bu şans oldukça azalıyordu. Zaten maksadım manzara seyretmek değildi. Biraz oturup konuşmak, birer çay içmek ve şiirimi ona okumaktı.
Şiirin, onun yaşaması için neler yapabileceğim hakkındaydı. O da şiir yazıyordu. Dinledi ve:
“Bir şey eksik bu şiirde.” dedi.
Bir serbest şiirdi. Neler yoktu ki içinde! Acaba ne eksikti?
“Eksik olan ne?” dedim, yavaşça.
Bir yudum aldı çayından ve masanın üstüne hafifçe abanıp; yüzüme, gözlerimin ta içine bakarak:
“Sevgi... Sevgiye dair sözcükler yok bu şiirin içinde. Oysa benim aradığım, sadece onlardı. Kalan her şey, ne kadar süslü ve güzel olursa olsun, teferruattı. Nihayetinde onlara ulaşamasam da benzerlerine sahiptim, olmasalar da olurdu. Bir şekilde, bir yerlerden bulunurdu ama sevgi? Ya sevgi?”
Yazamamıştım belki ama onu seviyordum. O benim yakın akrabam, kan bağım, can çekişen canımdı, amcamdı! Biraz daha kalsam, ağlayacaktım. İçim doldu, gözlerim doldu.
“Var ama sen görememişsin. Bütün bunları sevgiden yapmak isterdim. Seni sevdiğim için...” diyebildim.
“Teşekkür ederim. Yapmış kadar oldun. Boş ver be! Allah’ın dediği olur! Üzülme! Ben düşünmüyorum bile!” dedi, umursamaz bir tavırla ama yarısı ölüydü. Zoraki gülümsüyordu.
Bir yanımız İskele, yokuş aşağı, sonu görünmeyen bir ara yol, bir yanımız Paşa Cami’iydi. O, ne camiye gidebiliyordu ne yere girebiliyordu. Önümüzde Saat Kulesi, boyuna geri sayıyordu. Gece gündüz uyumuyor, susmuyordu!
Cami, namaz, zaman, yokuş, belirsizlik, sonu karanlık yokuş aşağı eğri büğrü yol... Gel de sakin ol!
“Kalkalım!” dedi. “Dolaşalım biraz!” daralan nefesi, kısık sesiyle.
Derin bir nefes aldım, ölümden! Kalktık, geldiğimiz yerden, Saat Kulesi’nin dibinden, şekercilerin önünden geçtik, Kebapçılar Çarşısı’nın köşesinden parka gidilen tarafa saptık. Kesif duman, ağır et ve baharat kokuları geliyor, kapı önündeki garsonlar, kulaklarımızın içine:
“Buyurun efendim! Yukarda aile yerimiz var!” diye bağırarak, içeriye davet ediyorlardı.
Oradan nasıl uzaklaştığımızı bilemedik! Turistlere daha beterini yapıyorlar, kollarından çekiştirerek içeriye sokmaya çalışıyorlardı. Utanılacak davranışlardı bunlar. Niyeti olan, açlık hisseden, girer yerdi. Onların derdi kazanmaktı. Kazanmaya çalışırlarken kaybettiklerinin farkında değillerdi.
İki banka vardır sağda. Çok eski iki bina, yan yana... Onları geçtik, Hadriyanus Kapısı göründü, profilden poz veriyordu. Giderek yüzünü döndü. Tam karşımızda tüm ihtişamıyla duruyordu. Yanımda, irikıyımken yarısı kalmış amcam, tam karşısında durup, bir süre seyrettik. Asırlar öncesine gittik o anda ikimiz de. Ona neler hissettiğini sordum:
“Ne zaman buraya gelsem; kendimi, seferden zaferle dönen büyük bir imparator gibi hissederim!” dedi.
“Ben de...” dedim. “Ben de sanki Klopatra’yım. Simsiyah, düz kesik, kâküllü saçlarım, yanık tenim, iri ve çekik gözlerimle... Bir de esir bileziği olsa kolumda! Ah, keşke taksaydım, gelirken! Ne bileyim buraya geleceğimizi? Neyse bak, dize kadar çapraz bağlı beyaz sandaletlerim var. Giysim de beyaz... Artık kendimi onun gibi hissedebilirim, değil mi?”
“Haydi, gir koluma! Şöyle, İmparatorla Klopatra gibi girelim, bu kapıdan içeri!”
“Sağda solda tebaan da olmalı. İki sıra dizilmişler, saygıyla selamlıyorlar bizi. Öncelikle ve özellikle seni.”
“Sütunlar da onlar olsun ama iniyoruz, bak! Bir imparatora inmek yakışır mı?”
“İnmeden çıkmak olur mu? Birazdan çıkacağız. Bu yollar inişli çıkışlı... Diz kırmadan zıplayabilir misin?”
“Sahi, hiç aklıma gelmemişti. Zıplanmaz, tabi ya! Nerden buldun onu? Bir yerden mi okudun?”
“Hayır. Düşünerek buldum. Allah’ın huzurunda eğiliyoruz ya... O da yükseltiyor bizi, secdeden alıp, miraç ettiriyor!”
“Evet ya... Namaz, müminin miracıdır! Ne cadısın ya! Sen var ya sen! Yine dokundurdun, değil mi? Taşı gediğine koydun!”
“Üçkapılar’da, iner de çıkar da insan! Aldanma, toprağın üstünde olduğuna! Altı da var! Sakın unutma!”
“Unuttursan, unutacağım da... Cadı!..”
“Bilmem kaç asırlık taşlar, ayaklarının altında şimdi! Ez ezebildiğin kadar! Kral say kendini! Ne çıkar? Tut ki emrettiğin için geldiler, senin için geçtiler hizaya, ağaçlar iki yana dizildi, sen geçerken selamladı duvarlar, sütunlar saygıyla eğildi! El etek öptü esnaf, el pençe divan, tebaan... Hayal bu ya...”
Sağ tarafa dönüp, bin bir çeşit yapıdan oluşan, tarih, küf ve rutubet kokan, yarı karanlık, yarı aydınlık loş ve çoğu yeri boş, büklüm büklüm, karmaşık sokaklara daldık. Yeni sulanmış sokaklarda, sokak taşları ezildikçe ezildi... Bir de ben... Hem de nasıl! Anlatamam!..
Kale içi için için ağlıyordu. Sokaklar yol veriyordu sokaklara... Evliya yatağında, Kuran hıfzetmiş eski evlerin duvarları, meyhane şarkıları dinliyordu... Sarhoş naraları geliyordu, bir yerlerden... Gençler, barlaşan salonlarda, bahçelerde dans ediyordu...
Akşamdı... Gün boyu yanmıştı, Antalya. Yavaş yavaş serinliyordu... Yatsı ezanı okunuyordu, olanca gücüyle!..
Yer gök inliyordu!.. Bir de ben... Hem de nasıl!.. Anlatamam!..
Çay bahçesine geldik, yine. Ortalarda bir masaya oturuverdik, alel acele. Birer çay daha içelim, diye.
Orada, küçük bir masada, yer yer ölgün ışıklarla aydınlatılmış bahçede; alacakaranlıkta, çaresiz bir adam... Bir yanı şiir, bir yanı ezan... Derdi minare kadar... Dermanı camide... Var.
Saat kulesi ne anlar? Tik tak da tik tak!.. Ömür nasıl geçiyor! Bak, bak, bir bak!.. Tik tak da tik tak!.. İster yık, ister yak!..
Ha biraz önce binmişiz, ha biraz gecikmişiz, ne fark eder? Hepimiz otobüs bekliyoruz işte! Durakta, miskin miskin pinekliyoruz, gafilce...
Antalya’nın üçetekli tek gamsız gelini, kuşbakışı seyrediyor bizi. Ölümsüz biliyor kendisini. Yangın çıksa, nesi yanar? Umurunda mı insanlar? Ona ne; Kalekapısı’ndan, Antalya’dan, dünyadan?
Ölen ölür, kalan kalır!.. Tik tak da tik tak!.. İster yık, ister yak!.. Beyinsiz bir baş, kendisi de taş, kalbi de taş! Herkesten, her şeyden haberli! Eli işte, gözü oynaşta! Fıldır fıldır gözleri!.. Ölümden habersiz. Antalya deprem görmedi ki!
Bir taş yığını bile korumaya alınmış, ‘tarihi eser’ diye, kasım kasım kasılır:
“Rakipsizim!” der.
Ya şair? Ya ressam? Amcam, ezildikçe ezildi... Bir de ben... Hem de nasıl!.. Anlatamam...
Herkes kendi âlemindeydi. Çarşı kırış kıyamet!.. Dört yol ağzında; yol, iki yoldu yine. Aynı kavşak, iki kere geçildi. Aynı kaldırım, iki kere ezildi. Bir de ben!.. Bir de içim!.. Hem de nasıl!.. Anlatamam!..
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 243
YORUMLAR
Antalya’nın tek gelini
Kuşbakışı seyreder bizi
Ölümsüz bilir kendisini...
Yangın çıksa nesi yanar?
Umurunda mı insanlar?
Ona ne Kalekapısı’ndan
Antalya’dan, dünyadan?
Harika bir anlatımdı . Gönlüm Antalya 'da , hasreti dindi biraz . Yüreğinize sağlık, saygı ve selamlar size....
Mezar baslarinda mum yakmanin dinimizle bir alakasi oldugunu sanmiyorum. Burada, hristiyanlar yakinlarinin mezarlarini ziyaret ettikce mum yakiyorlar. Sözde ölü isiklar icinde yatsin diye. Allah'in sevgili kullari zaten nur icinde, aydinlik ve ferah icinde yatiyorlar kabristanda. Kafirlere ise dünyanin bütün mumlarini yaksak da fayda etmez. Onlar ebedi bir karanligin tam ortasindalar cünki...
Allah'in huzurunda egilirken yükseliyoruz! Allah bizleri, sevgili kul kilarak yüceltiyor! Bunu anlayabilene ne mutlu!
Cok güzel örnekler veriyorsun CAN!
Yazdiklarin icine isliyor insanin...tavsankani caylar kadar sicak da üstelik! :)
Yazılarına şöyle bir göz atalım derken tamamını okumadan ayrılamıyorum.Çekici yazıların hepside.Çekiyor insanı kendine.Çekmekle kalmıyor içine de alıyor.Duygulu yerlerde duygulandırıyor,sevincine de ortak ediyor.Bütünleşiyoruz yazılarınızla.
Ellerinize sağlık.Emek veriyorsunuz ama bilin ki emeğiniz boşa gitmiyor.Tebrik ediyorum.
SAYGILARIMLA.