- 517 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
GEYİK BARAJI BEKÇİSİ
GEYİK BARAJI BEKÇİSİ
Gökyüzü, dünden beri yağmur bulutlarıyla kaplıydı. Kırların, tepelerin üzerinde kara bulutların dolaşıp durduğu, ha yağdı ha yağacak diye beklenen yağmurun bir türlü yağmadığı, her yerin gri renge boyandığı bu havada, Mestan Efe’nin yüreği kıpır kıpırdı. “Yağcek, yağcek! Diyordu. Hadi güzel Allahım, hadi gari, boşaltıve şu bulutları gayri. Barajımız dolsun, köylümüz sevinsin, ovalaamız suya gavuşsun ve de guyulaaımız sulaala dolsun.”
Barajın çevresini dolaşmaktan yorgun düşen Mestan Efe, gözetleme kulesinden baktığında aşağıdaki ova sonsuzmuş gibi görünüyordu. İleride, uzakta tuğla fabrikası, sağ yanında uzayıp giden ve sonra gözden kaybolan Muğla yolu kıvrılarak giden bir yılana benziyordu adeta. Ovanın her iki yanındaki yüksek yamaçlar sarp dağlar çam ağaçlarıyla kaplıydı. Ovada göz alabildiğince sebze ve pamuk tarlaları ve hemen her tarlanın içinde bir dam veya bir bağ evi. Mestan Efe, doğanın böylesine hoş ve görkemli göründüğü bu anda bu manzaraya ve bekçiliğini yaptığı şu anda ayakları altındaki Geyik barajına büyük bir aşk ve tutkuyla bağlıydı. Sadece askerliği süresince iki yıl buralardan uzak kalmıştı onun dışında tüm yaşamı buralarda geçmişti. Gözleriyle büyük bir hayranlık içinde ovayı, dağları tararken, bir yandan da üzüntüsünden ve kalbini sıkıştıran bu sıkıntısından kurtulamıyordu. Barajdaki su seviyesinin düştüğünü, ortaya çıkan ve durmadan çoğalan toprakların susuzluktan çatladığını gördükçe nefessiz kalmış gibi kötü hissediyordu kendini. Gökyüzünde toplanmış yağmur bulutlarına da inanmıyordu artık. Onlar da bir kaç gün öylece orada sanki asılı kalmışlar gibi duracaklar ve yağmurlarını bırakmadan bir kaç gün sonra çekip gideceklerdi.
Kimi sıcak günlerde, sırt üstü toprağa uzanarak tepesindeki sonsuz maviliğe bakardı. Küçük otların hışıltısını, ağustos böceklrinin ötüşünü, göldeki suyun küçük dalagalarının kıyıya vuruş sesini dinlerdi. Gözleri sadece sonzuz maviliğe takılı kalırken bir süre sonra bu sonsuz mavilik onu çeker içine götürürdü sanki. Gökyüzünün sonsuz maviliğinde yüzmeye başlardı. O kadar rahat o kadar huzur bulurdu böyle anlarda. Öylece içi geçer, bir iki saat uyuyup dinçleşmiş hatta gençleşmiş olarak uyanırdı.
Baraj gölü, kımıltısız uzanmış, saydam dalgalarıyla usul usul kıyılarını okşuyordu. Güneşin altında ışıldayan bu uslu göl, sanki istese bir kımıldayışta kendini aşıp, yıkarak, aşağıdaki ovayı, önüne ne çıkarsa yıkıp yok edeceğini bilen, sinsice gülen bir dev gibiydi. Rengini aldığı, hep göz göze bakıştığı gök yüzüyle dost olacağı yerde, o toprakla sarmaş dolaştı. İncinmesinden korktuğu bir sevgiliyi okşar gibi okşuyordu toprağı. Toprak da, cilveyle bu sevgiye karşılık veriyordu.
Bu güzellikler karşısında çoğu zaman kendinden geçen Mestan Efe, bazen dayanamayıp yerinden fırlıyor, bacaklarını kaldırıp dizleriyle yere vurup bir güzel zeybek oynuyordu. Hayda bree! Diye bağırdıkça, karşıdaki yamaçlardan yanıt geliyordu Mestan Efe’ye, bre, bre, bre! Diye.
Evlerine dönmekte geç kalmış iki avcı, karanlığın bastırmasıyla birlikte, Mestan Efe’nin kulübesine doğru gelip uzaktan seslendiler. Temkinliydiler. Çünkü Mestan Efe’ye sormadan uçan kuşlar bile barajın yakınına sokulmazdı. Yaklaşan olursa basardı tetiğe.
-Mestan Efe! Merhaba Mestan Efe! Yabancı değiliz. Cevizli köyündeniz.
Davudi bir ses, kulübenin içinden cevap verdi.
-Buyurun, gelin bakalım gelin. Hoşgeldiniz. Buyurun içeriye buyurun.
Cevizli köyünün genç öğretmeniyle gargıcı Süleyman amcaydı gelenler. İkisi de hiç bir hafta sonu köyde kalmaz mutlaka ava çıkarlardı. Her seferinde de dağda kalacak ya bir kulübe ya bir tarla evi ya da bir mağara bulup gecelerlerdi. Mestan Efe’ye de ilk defa gelmiyorlardı. Alışkındı sürekli misafirlerine. Çoğu zaman da avladıklarıyla ziyafet çekerlerdi Mestan Efeyle. Gargıcı Süleyman amca her zamanki gibi yorgun düşmüş yine kapı aralığında oturmuş sigara içiyordu. Öğretmense dinlemeyi seven biri olduğu için her zamnaki merakıyla oturmuş Mestan Efe’nin anılarını dinliyordu. Bu kez annesini anlatıyordu. Onun çok sağlıklı bir kadın olduğundan, çok uzun yılar yaşadığından, ömrü boyunca bir kez bile doktora gitmediği gibi, yine ömrü boyunca da doğup büyüdüğü köyden başka da hiç bir yeri görmediğinden söz etti. Askerlik anılarına geçmeden bir sigara yakmak istedi. Tam o sırada birden gök gürültüleri duyulmaya başlandı. Mestan Efe:
-İnanmayın, inanmayın, dedi. Gürler gürler bir şey olmaz.
Daha lafını bile bitirmeden, birden bardaktan boşanırcasına bir yağmur yağmaya başladı. Mestan Efe sigarayı falan unuttu. Attı kendini dışarı yağan şiddetli yağmurun altında zeybek oynamaya başladı sevincinden. Yağdır gocaman Allahım yağdır! Diye bağırıyordu bir yandan da. Beş dakika sonra iyice şiddetlenen yağmur pek de öyle gelip geçici cinsten değildi. Ne zaman duracağını kestirmek zordu. İyice sırılsıklam olmuş iki av köpeği, kuyruklarını bacaklarının arasına sıkıştırmış kulübenin saçak altına sığınmışlardı. Mestan Efe’nin sevincine diyecek yoktu. Yağmurun altında sırılsıklam olmasına karşın, çılgınca oynayıp zıplamaya devam ediyordu. Bekçiliğini yaptığı Geyik Barajı su ile dolacak, çatlamış topraklar su ile buluşacaktı.
Artık gece olmuştu. İkide bir çakan şimşekler bir an da olsa ortalığı aydınlatıp duruyordu. Kulübenin içindeki ocağı yakmış üçü de ateşin karşısına geçmiş dışardaki serinliğe ve ıslaklığa karşın içerinin sıcaklığının tadını çıkarıyorlardı. Mestan Efe’nin öyküsünü az buçuk duymuş olan genç öğretmen öykünün aslını Mestan Efe’nin kendi ağzından dinlemeye can atıyordu. Onun için de habire sorular sorup duruyordu.
-Efe, neden bir gece bile olsa gelip kasabada kalmıyorsun? Neden sığınıp kaldın buraya böyle? Varsa yoksa baraj! Brilerine mi küstün? Birilerine mi kızdın? Şehirden, insanlardan mı korkuyorsun?
Mestan Efe’nin birilerine küstüğü doğruydu. Ama kimlere küs olduğunu hiç kimse hiç bir zaman bilemedi, öğrenemedi. Rivayetler anlatıldı sadece. Efe hiç evlenmemiş. Bir sevdiği kız varmış, askerliğini yapıp döndüğünde kız çoktan başkasıyla evlenmişmiş. O da o günlerde bu bekçilik işini bulmuş ve bir daha da kasabaya dönmemiş. Geride bıraktığı evine ocağına sahip çıkmamış. Kimileri anne ve babasına küstüğünü, kimlri de askerdeyken başına kötü bir şey geldiğini o yüzden de böyle tuhaflaştıoğını söylerdi.
-Aklından geçenleri biliyorum, öğretmen bey, dedi Mestan Efe. Delirmiş, kafayı yemiş diyorlar benim için değil mi? Delirmişsem ne olmuş? Öyle bilsin herkes. Akıllı kalanlar ne yapmış ki? Bir köşeye atılımış zavallının biriymişim, tamam öyle olsun. Sana bir şey deyiverem mi öğretmen bey? Şu barajın dışında her şeye, herkese boş vermişim ben. Burada kendi dünyamdayım. Burada kimseye minnetim yok. Karnı tok, üstü başı düzgün, göbeklilerin karşısında ezdirmem kendimi. İstiyorum ki böyle insanlar, önümden geçerlerken, yanıma gelirlerken, heybetli, deli dolu, kafayı yemiş görünümümden korksunlar, kaçacak delik arasınlar. Ben onlardan neden korkayım ki? Bir kuş şu Geyik Barajı’nın üzerinden uçmak için, bir balık bu sularda yüzmek için, bir kurt şu sudan içmek için benden izin isterken ben o beyefendilerden mi korkacağım? Nerde kaldı efelik?
-Mestan efe, kusuruma bakmazsan sormak isterim, sen yoksa bu kelli felli adamlara mı kızdın? Bir kötülük mü gördün üstü başı düzgün göbeklilerden? Sana kötü mü- davrandılar? Buralara çekilmen, tek başına yaşaman onların yüzünden mi?
-Boş ver öğretmen bey, kafanı yorma böyle şeylerle. Ben burada mutluyum. Ben buranın kralıyım. Gerisi beni ilgilendirmez, dedi Mestan Efe.
Önceki gece yağmaya başlayan yağmur, Mestan Efe’yi çok fazla da sevindirmedi. Çünkü kısa süre sonra durmuştu. Yakıcı Mayıs güneşi kasabanın kireç duvarlı evlerini bol ışığıyla aydınlatırken, gökyüzünün tam da ortasında inatla durmuş ortalığı yakıyordu.Özellikle muhtarın çam kokan sarı düzgün tahtalarla yeni kaplattığı evinin çatısına bütün heybetiyle ışık ve sıcaklık yağdırıyordu. Bütün kasaba halkı o anda muhtarın evinin bulunduğu bu sokağa doluşmuştu. Vilayetten gelen onlarca araba ard arda dizilmişti sokağa. Adım atacak yer kalmamıştı. Evin önündeki korkunç kalabalığın bir kısmı duvar diplerindeki gölgeye sığınmış, geri kalanlarda güneşin yakıcı sıcağı altında bekleşiyorlardı. Kalabalığın arasında lüks arabaların etrafında koşturup duran kasaba çocukları da büyüklerinden azar işitip duruyordu.
Muhtarın bakan oğlu, baba evini ziyarete gelmişti. Kasaba halkı, kendilerinden biri olan bu bakanı çok sevmeseler de, ne olur ne olmaz diye, bir gün bir işimiz düşerse diye, çocuklarımıza devlet kapısında belki bir iş verir umuduyla doluşmuştu bakan beyin babasının evinin bulunduğu sokağa.
Mestan Efe, ayda bir kez kasabaya iner hem Pazar masraflarını görür hem de devletin kendisine verdiği maaşını alıp gerisin geriye çabucak baraja giderdi. O gün öyle yapmadı. Pazara gitme işini sonraya bıraktı. Gidip bakanla tanışmak istiyordu. Ona kim olduğunu söylemek istiyordu. İnsan kalabalığının ortasına daldı. İri yarı vücuduyla, gür siyah bıyıklarıyla, çakmak bakışlarıyla korku salıyordu adeta. Kemikli iri burnunun delikleri, solurken inip inip kalkıyordu. Evin giriş kapısına yöneldi.
Pek de büyük sayılmayan oda misafirlerle doluydu. Vilayetin önde gelenleri, vali, belediye başkanı, komutan, emniyet müdürü, daire müdürleri, bakanın arkadaşları, anne babası herkes odaya sıkışmıştı. Yalnızca sekiz kişi oturmak için yer bulmuştu. Diğerleri ayaktaydı. Mutfaktan yiyecek bir şeylerin hazırlandığı çatal bıçak seslerinden anlaşılıyordu. Odanın tüm pencereleri sonuna kadar açılmıştı. Giriş kapısının tam karşısında bakan bey, sağında ve solunda da anne babası oturuyordu. Herkes gayet ciddi, suskun beklerken, bakan beyin anne ve babasına zaman zaaman sarılımasını tebessümle takip ediyordu. Herkes suskun bakan kime izin verirse kime bir şey sorarsa o konuşuyordu. Bir tek bakanın muhtar babası oğlundan izin almadan göğsünü gere gere konuşuyordu. Bir sessizlik anunda kapıda beliren iri cüsseli adamı fark ettiler. Tüm gözler kapının girişini kaplayan bu iri yarı adama çevrildi. Mestan Efeydi bu. Geyik Barajı Bekçisi. Mestan Efe, iki adımda odanın tam ortasında bakan beyin karşısındaydı.Öylece durdu. Attığı iki adım, heybetli duruşu, bakan beye bakışı öyle ilginç öyle farklıydı ki, bu tavır ne bir efenin, ne bir kabadayının, ne bir halk kahramanının tavrına benziyordu. İçerisinde hepsini barındıran ama hiç biri olmayan, hiç birine benzemeyen, muhteşem bir kendine güveni sergileyen duruştu bu... belki o da değildi... Görülmemiş, bilinmemiş bir durumdu. Mestan Efe, herkesin şaşkın bakışları arasında ve sessizlik anında, olduğu yerden bakana doğru, özgüven dolu bir ses tonuyla:
-Meraba, dedi. Ben Geyik Barajı Bekçisi.
Hepsi buydu. Adını bile söylemeye gerek duymadı. Herkes, özellikle onu tanımayan, ilk defa görenler nasıl davranacaklarını ne yapacaklarını şaşırdılar. Tüm gözler bakan beydeydi.Bakan beyin korumaları Mestan Efe’ye doğru bir hamle yapacaklarken, bakanın bakışlarındaki ikazla birlikte geri çekildiler.
-Merhaba efe, dedi bakan.Hoş geldin. Geç otur şöyle.
-Pazara geldim. Görevimin başına geri döneceğim. Zamanım yok. Zaten oturacak yer de yok.
-Ne demek efe, istediğin yere buyur otur. Sen bizim efendimizsin.
-Ben kimsenin efendisi değilim. Hiç kimse kimsenin efendisi değildir. Ben efendiysem kendimin efendisiyim. Efeysem kendime efeyim. Deliysem kendime deliyim.Bekçiysem, Geyik Barajı’nın bekçisiyim.
-Eyvallah efe! Hiç itirazımız olamaz. Sana sygılarımı sevgilerimi sunuyorum.
Mestan Efe, ayakta durmuş konuşurken, bir yandan da genç bakanı baştan aşağı süzüyordu. Aslında bakana karşı derin bir saygı duyuyordu. Onun çok akıllı biri olduğuna inanıyordu. Yoksa böyle genç yaşta bakanlık koltuğuna oturmak öyle kolay olmamalıydı. Genç bakanın durgun yüzünde, kül rengi iri gözlerinde, geniş elmacık kemiklerinde, tıknaz vücudunda, aklın disipline girmiş, kendine güvenen büyük bir gücün varlığı hissediliyordu adeta. Onun kendisiyle büyüklük taslamadan dostça konuşması da hoşuna gitti. Tam içinden bu duyguları geçiriyordu ki, bakanın, köşede ayakta duran adamına, göz edip yüzünü ekşittiğini, yeter ama, sıktı bu adam, uzaklaştırın şunu burdan, der gibi bir yüz ifadesi takındığını görünce, biraz önce kendisi hakkında düşündüklerinin boş olduğunu, başından aşağı sanki kaynar suların boşaldığını hissetti.
Bakanın adamı Mestan Efe’nin koluna girerek:
-Efe, gel biraz dışarı çıkalım, dedi.
Mestan Efe, adama fırsat tanımadan kendisini yana itti hafifçe. Bakışlarını bakandan yana çevirip:
-Evet, sayın bakanım. Ben Geyik Barajı Bekçisi. Benim oraya da beklerim, diyerek yine o muhteşem tavrıyla çıkıp gitti odadan.
Bakanın adamı arkasından giderek Mestan Efeyi kolundan yakaladı:
-Eh be Efe! Amma da uzattın ha! Bakanıma ayıp ettin. Meraba dedin çık git işte, ne uzatıp duruyorsun ki? Dedi.
-Bene bak bene, diyerek gürledi Mestan Efe adama dönerek. Ben bugüne bugün Geyik Barajı’nın bekçisiyim. Yarın buraya geldiğimde yine Geyik barajı Bekçisi olarak geleceğim. Bir ay sonra gelince iki yol sonra da gelsem, yine Geyik barajı bekçisi olarak kalacağım. Peki ya senin bakanın? Beş ay sonra yine bakan olarak mı gelecek buraya? Bir yıl sonra bu kadar insanı etrafına toplayabilecek mi? Haydi işinize, işinize be! Herkes benim kim olduğumu bilsin, bilsin tamam mı? Ben Geyik Barajı bekçisiyim.