- 729 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİMDİ BEN SUÇLU MUYUM?
Dün düşündüm. Liseli yıllarıma doğru yolculuk ettim. Beden derslerini sevmezdim. Beden hocamız sürekli okulun geniş bahçesinde ısınmamız için bizi koşturur, “tık nefes” kaldığımızda da boynundaki düdüğü birkaç kez üfler, ardından da “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” “koşmaya devam” derdi.
Şimdi ben küresel ısınma dönemine girmiş, kan kokan dünyamızın, Türkiye’sinde atalarımızın söylediği bu öz sözün ne kadar “abes” olduğunu düşünmekteyim. Neden bu kanıya vardım? Posta kutuma şu son aylar haber üstüne haber ve felaket senaryoları düşmekte. Her birini tek tek açıp, çoğunu okumadan siliyorum. Bir yazı dikkatimi çekti.
“BİLİP DE SUSMAK ORTAK OLMAKTIR. M.DOĞRU/06.11.2009”
Önce silmeyi düşündüm, çünkü son zamanlarda sıklıkla kafamızı “GDO’lar ile dolduran bilgilerden biri” diye düşünüp, silecektim ki, faremin ucu şu yazılarda takılı kaldı.
“Allah Allah, şimdi bu ne demek oluyor?!.”
Diye yüksek sesle kendime sordum. Gören duyan da “bu kadın aklını mı, oynattı, kendi kendine konuşuyor?” demezse de şaşarım.
Ve yazının devamını okuduğumda enikonu afakanlar geldi kafama. Ben bu kafayı sağlam tutmam için evimin bahçesinde koşsam neye fayda? Efendim haber şu;
(*)“…Prens Charles Kaz Dağı’nda kendisi için yetiştirilen organik sebzeleri ülkesine götürüyor. O civarda yaşayan birkaç aile sürekli kraliyet ailesinin sebzesini yetiştiriyor ve kraliyet ailesi sadece bu sebzeleri kullanıyor… “
(**)“…Cumhurbaşkanı Talat, Köksal Toptan’a bir yemek sırasında ’Türkiye’de en son yediğim domateslerin tadı hala damağımda’ demişti. Bu konuşma üzerine Toptan, Talat’a ’En kısa zamanda size hormonsuz Anavatan domatesleri göndereceğim’ sözü vermişti. Abdullah Gül’e hormonsuz domatesleri emanet ediyor, Cumhurbaşkanı Gül de Toptan’ın bu masum ricasını yerine getiriyordu. Meclis Başkanı Toptan’ın Ankara’da ancak bir hafta araştırma sonucunda hormonsuz domates bulabildiğini de duymuşsunuzdur…”
Benim güzel ülkem yok Kürt açılımı, yok Ermeni, Alevi, Sünni tartışması, 1937 ve öncesine gidip de eskileri deşip; yüzlerce Türk Askerimizin uykusunda katliamını yapmış, Dersim’li Aşiret Reislerinin “askere gitmicez, vergi vermicez” diye başlattıkları isyanları tartışmaya açarsak, yok başı açık, kıçı açık, magazin haberleri vs, vs, oyalanırsak olacağı buydu…
Ne mi olmuş?
Benim güzel ülkemin %75 verimli tarım topraklarının içine İsrail bir güzel etmiş edeceğini. Tohumların içine hastalık yerleştirmiş, aynı zamanda zirai ilaç satımını da kendi tekeline almış. Ne acı bir gerçek ki, artık “Köylü kendi bahçesinde tohum bırakmayacak” Çünkü tohum kullanma yasası İsrail’in elinde. Eğer aksi olursa Uluslar arası mahkemede yargılanacakmış.
Vah başımıza gelenler vah!
Nasıl bir tehlike gelecekte bizi karşılayacak, kimsenin haberi yok sanırım. Var da susmayı ve “herkese ne gelecekse bize de o gelecek” düşünceleri ile ne hak arayan var ne de hak isteyen…
Bir sürü soru az buçuk sağlam aklıma üşüştü.
Efendim 115 bin çalışanı olan Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı, 30 tane Ziraat Fakültemizle, 70 Üniversitemizle, 50 tane tarım araştırma enstitülerimizle elimiz kolumuz mu bağlanmış?
Ya 10 bin işsiz kalmış ziraat mühendislerimizi neden sahiplenmemişiz?
Asıl konuya geleyim; İsrailli araştırmacılar genleriyle oynadıkları tohumların bir gramını nerdeyse bir gram altına denk fahiş fiyatla Türkiye’ye satıyor. Bu tohumlar bir ekimlik ve bir kez satın almakla da kurtulamıyormuşuz. Nedeni ise genetik tohum toprağımıza zarar verip kendisine alıştırıyormuş. Artık hep bu ölüm tohumunu ekmek zorundaymışız. Üstelik toprak bir daha geri dönüşü olmayan kansorejen maddelerle kaplanıyormuş.
Buna en somut örneği de patatesleri ile meşhur gözbebeğimiz olan Niğde’de ki patateslerde “kanserojen” maddeler olduğu tespit edilmiş ve artık o topraklarda “patates” ekimi yapılmıyormuş.
Haydaa, artık “sarı patates” sofralarımızda olmayacak.
Tekirdağ’ın bazı bölgelerinde ayçiçeği ekimi olmuyormuş. Yerine laleler ekilmiş.
Haydaa, artık “ayçiçeği ve yağını” dirhemle mi satın alacağız?
Asıl beni başka bir haber düşündürüyor. Hani bir zamanlar “Çernobil Faciası” ile güzel yurdumun Karadeniz bölgesinin toprak dokusu da etkilenmiş, Tansu Çiller Çayı ile tanışmıştık. Kuşburnu çayını uzun yıllar sabah kahvaltılarımızda “kanser olma” korkuları ile içmiştik.
Oğlumun arkadaşı ders çalışmak için zaman zaman bizim eve gelir. Rizeli gencin ailesi Karadeniz’de “çay bahçeleri” olan bir aile. Bu gence sordum:
“Sizin çay ekiminizde hangi gübreyi kullanıyorsunuz oğlum?”
Verdiği yanıt kanımı dondurdu:
“Önceden adı Tayyip olan, sunni gübreyi çocukluğumdan beri kullanırdık. O gübreyi kullanmazsak, tarlada çay yetişmiyor. Şimdi Tayyip değil de daha farklı gübreyi alıyoruz, ama onlar da bir öncekilerin aynısı.”
“Yani yerli gübre değil!”
“Hayır, değil, yerli gübre kullandığımızda çay yetişmiyor ki.”
“Siz onların bitki ve toprağınızı öldürdüğünü biliyor musunuz oğlum?”
“Valla, bilsek ne çıkar ki Emine Teyze, ben çocukluğumdan beri babam ve diğer çay eken çiftçiler o gübreleri kullanıyor, yasaklanırsa çiftçi isyan eder…”
Haydiii, buyurun buradan yakın!..
“Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur.”
Sözünü tedavülden kaldırıyorum.
İçtiğim de, yediğim de kanserojen içeren “ölüm” gıdaları beni zaten kanser etmiş durumda. Elimde koskoca Edremit Devlet Hastanesinin Epikriz Raporu vardır.
Şimdi ben bilgilendim, öğrendim, BİLİYORUM ve bildiğim için SUSMAM ne anlama geliyor?
Elimden ne gelir ki?
Kimi kime şikâyet edeceğim?
Hele ki, TBMM’sinden resmen yasayla jet hızıyla geçmiş, ülkemize ithal edilmekte olan bu ölüm tohumları için BEN ne yapabilirim ki?
ŞİMDİ BEN SUÇLU MUYUM?
ASIL SUÇLU KİM?
Emine Pişiren/Bursa
04.11.2009
Dip Not: (*)(**)www.genelhaberler.com/yazi_goster.php?id=1966