- 2885 Okunma
- 14 Yorum
- 0 Beğeni
TELEFON
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
“ Bay Watson, çabuk buraya gelin. Sizi görmek istiyorum."
Alexander Graham Bell, atölyede denemelerini sürdürürken telefonu çalıştırmak için kullandığı bataryadan pantolonuna asit döküldü. Watson’u bu sözlerle yardıma çağırdı.
Bell, yardımcısını çağırırken farkında olmadan 132 yıl önce 10 Mart günü ilk telefon görüşmesini yaptı. Watson Bell’in sesini " Telefon "dan duydu.
Bell’in annesi doğuştan işitme engelliydi. Eşi Mabel da dört yaşından beri sağırdı.
Aslında Graham Bell’ in çok masum bir amacı vardı, sağırların sessizliğini ortadan kaldırmaya çalışıyordu. Bunu başaramadı.
İlk gördüğüm telefon, siyah, yanında bir çevirme kolu olan, kocaman bir aletti. Manyetolu telefonlar devriydi. O zamanlar böyle büyük posta binaları yoktu. Yirmi beş, otuz belki daha küçük metre karelerde, tek odalı, tek katlı binalardı. Girer girmez bir banko, arkasında da ellerindeki fişleri tablodaki deliklere sokup iletişimi sağlamaya çalışan, koca kulaklıklı çalışanlar olurdu. Telefonun yanındaki kolu çevirdiğinizde, kuvvetlice ve birkaç kez, o çalışanlardan biri çıkardı karşınıza. Siz görüşmek istediğiniz iki haneli numarayı söylerdiniz. Kısa bir beklemeden sonra bağlantı sağlanırdı. Hatta benim doğduğum Akçay gibi küçük bir yerde yaşıyorsanız, numara bilmenize de gerek yoktu. “ Ayşe hanım’ın evini bağlar mısınız? “ demeniz yeterliydi. Çok kalabalık olmayan yöre halkının numaralarını ezbere bilirlerdi. Çoğu bir tanıdığın kızı ya da eşiydi zaten.
Şehirler arası görüşmek tam bir kabustu. Sabah kim erken kalkarsa, aranacak numarayı yazdırır, akşama doğru bağlantı ancak sağlanırdı. Öyle ki ev halkı, günün akışı içinde, olayı unutur giderdi.
O zamanlar amcamlarla altlı üstlü oturuyorduk. Amcam, işleri nedeni ile çoğunlukla İstanbul da olurdu. Yengem ve yeğenim de üst katta otururlardı. Popüler olmuş bir şarkı vardı “ Valencia “. Amcam o şarkıyı “ Ulan Ziya “ olarak söylerdi. Bir gün yengemi arıyor. Telefonda konuşurken, sohbet sırasında, amcam şarkının “ Ulan Ziya “ bölümünü söylüyor, yengeme. Ve bir ses duyuluyor : “ Buyur, Yılmaz abi “. Posta müdürümüzün ismi Ziya idi.
Yurt dışına gezmeye gittiğimizde ilk iş telefon kartı bulmak olurdu. Zaman buldukça memlekette kalanları arar, hal, hatır sorardık. Sonrası? Sonsuz bir özgürlük-müş. Kıymetini bilemediğimiz.
Sonraları anlayacaktık lakin vakit geçmiş olacaktı.
Bu dönemleri geçiren telefon, küçüldü, küçüldü sonunda cebimize girdi.
İlk günlerde çok yaygın değildi. Elde telefonla görünmek korkunç havalı bir olaydı. İki operatör vardı, Telsim ve Turkcell. Eşim, işi nedeni ile çok gerekli gördüğü için, ilk alanlar gurubundaydı. Hiç kapanmazdı. Gece, gündüz. Hiç tanımadığım insanlar soframızın, sohbetlerimizin baş konuğu oluverirlerdi, damdan düşer gibi. Çok şükür ki, iki çocuğumuz da cep telefonunun hayatımıza girmesinden önce doğdular. “Aksi olsaydı çocuk sahibi olamazdık “ diye düşünmüşümdür hep. Telefonun çalmasından vakit kalmaz, fırsat bulamazdık, herhalde.
Günler günleri kovaladı. Telefonlar üstlerine düşen teknolojik değişimleri yaşadılar. Tabi ki insanlar da. Önceleri masanın, sehpanın üstünde duran telefon ortalıkta görünmez olmaya başladı. Dökümlü faturalar, sadece ödenecek rakamın yazdığı kağıtlar haline geldi. Çünkü SMS dönemi başlamıştı.
Hatırlar mısınız? O günlerde iki operatör arası mesaj iletimi yoktu. Yurt dışı bağlantılı mesaj servis numaraları altın değerindeydi. Kim yeni bir numara bulursa, kulaktan kulağa oyunu gibi, yayılıverirdi, tüm şehirde.
Tabi operatörler boş dururlar mı? Hemen bu soruna bir çözüm buldular. Bulmakla da kalmadılar, pıtrak gibi çoğaldılar. Hem faturalı hem de kontörlü hizmet sunmaya başladılar. Telefonlar, Nasreddin Hoca’nın kazanı gibi doğuruverdiler. Bir iken iki oldular. Biri, ailenin, eşin, dostun, iş yaptıklarının bildiği. Diğeri, kimlerin bildiğini sadece sahibinin bildiği.
Giz perdesi koyu bir sis gibi örttü, telefonların üstünü. Gizem, merakı doğurdu. Merak, sona giden yolları hazırladı.
Sms ler yakalandı. Rehberde, kim olduğu bilinmeyen isimler ortaya çıkartıldı. Evlilikler yıkıldı. Erkekler, eşlerini öldürdüler. Kadınlar, mahkeme kapılarında kuyruklar oluşturdular.
Şimdi, gelin sizinle bir toplama işlemi yapalım?
Icq, amerikan ordusunun iç haberleşmesi için yazılmış, bir program.
Msn, şirketlerin dahili iletişimleri için oluşturulmuş, bir program.
Telefon, Graham Bell’in sağırların sessizliğini ortadan kaldırmak amacı ile icat ettiği bir alet.
Toplayın hepsini. Eşittir Türk halkı diyin. Sonuç ne çıktı?
Toplumsal yozlaşma, çöküntü.
Neden, medeniyetle ahlaki değerlerimizi kaybediyoruz?
Neden, bir şeyi illa ki amacından saptırarak kullanıyoruz?
Medeniyet, bizler için, bir beden büyük elbise gibi mi?
Biz mi giymesini bilmiyoruz?
Eser Aslanlı
izmir
YORUMLAR
ELEŞTİRİ / YORUM
1. “İstanbul da” değil, İstanbul’da...
2. “Kabus” değil, kâbus...
3. “...“Telefon” dan” değil, telefondan...
4. “Kağıt” değil, kâğıt...
5. “Dahili” değil, dâhili...
6. “Özgürlük-müş değil, özgürlükmüş veya ‘özgürlük’müş...
7. “Yılmaz abi değil, Yılmaz Abi...
8. “Diğeri, kimlerin bildiğini sadece sahibinin bildiği.” Üç nokta ister.
Kutluyorum.
harika bir anlatım...icadından günümüze kadar mükemmel birikiminizi paylaşımınız için teşekkürler...bizim milletimizde yeni bir icat çabuk kabul görür ve çılgınca tüketimi başlar...
bakın o telefonlara çoluk çocuk elinde hemde pahalı olanlardan
kredi kartı çılgınlığı gibi neredeyse ana baba çocuk rahimde iken bile alacak her şeyimiz bize münhasırdır....her şeyimiz çare bilinçli eğitim eğitim eğitim... saygılar çok güzeldi
Sanırım problem insanın had koyamadığı hislerinde... Bediüzzaman'ın bir özgürlük tarifi var. Diyor ki Münazarat isimli eserinde Batı'nın özgürlük tarifi, başkasına zarar vermediğin müddetçe istediğini yapabilmektir. Ama gün gelir, insan pistten çıkar. Başkasına mutlaka zarar verir. Ama bizim felsefemizde insan kendi nefsine ve başkasına zarar vermediği müddetçe istediğini yapabilir. Yani işin içinde kendisi de var. Telefonla bile kendi nefsimize zarar vermememiz lazım... Ama nerede? Bu bütün bir insanlık sorunu, Türkler bence devede kulak. Hatta pek çok konuda çok şükür onlardan gerideyiz. Metropoller içinde bile en güvenlisi İstanbul. Tabii Newyork ve benzerlerine kıyasla... Ama daha iyi olabiliriz tabi... Bunun tek yolu da sanırım insan yetiştirebilmekte. Sadece kafayla değil, kalple de...
Güzel yazı, yerini hak etmiş, tebrikler... :)
Her şey zamansız getirildi bu ülkeye. Televizyonun renklisi, kanalların çokluğu , kredi kartı ve cep telefonu ! Sonunda, hazır olmayan toplum, tutsak oldu teknolojiye kendiliğinden. Babalar, çocuklarına harçlık veremedikleri için kan ağlarken, onlar ellerine geçen ilk parayı teknolojiye harcıyorlar. Hakları değil mi ? Evet hakları ! Kendi geleceklerini tutsak etmek de hakları !
öncelikle bayramınızı kutlarım sevgili dostum.
çok hem de çok haklısınız telefon ve teknoloji konusunda. ama bir de şöyle düşünün şu teknoloji olmasaydı ben sizi okuyabilirmiydim.hiç tanımadığım halde kırk yıllık dost gibi bayramlaşabilirmiydim sizinle.:))
eksileri ve artılarıyla hayatımızda şu anda .dozunu ayarlamak bizlerin yetişme şartlarına aldığımız terbiyeye göre değişiyor.umarım aile ve toplumsal değerlerimizden ödün vermeden yoluna koyarız tüm bunları
sevgimle