- 3755 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
233 - NANE LİKÖRÜ
Onur BİLGE
Hayatımda çikolata her zaman vardı. Kendimi bildim bileli, müptelasıyım. Parmak kadar, yassı, beş kuruşa alınan balıklı çikolatalarla tanıştım onunla. Sonra şemsiyeli ve tüp çikolatalarla devam etti dostluğumuz ama bir yerde likörle önüme geldi ki badem şekeriyle...
Ortaokul birinci sınıfa gidiyordum. Bir bayram günüydü. Ablam ve eniştemle, müdürlerine ziyarete gittik. Bayram ziyareti en fazla yarım saat sürdüğü için, oturur oturmaz kahve gelir. Varsa tatlı sunulması adettendir. Kolonya ve şeker her zaman, mutlaka...
Burada, amcamlardaki gibi likör geldi. Minik kadehlerde yeşil renkli... Yanında çikolata ve badem şekeri... Ablama:
“Üç kadeh var. Biri benim olmalı. Ne olacak? İçki mi içeceğim? Mutlaka içmeli miyim?” dercesine baktım. Fısıltıyla cevap verdi:
“Biri senin. İç. Sana getirmiş.”
İçimde bir muhakeme başladı: ‘Nane likörü... O içkiden sayılmaz. Muz likörü için öyle demişti ya amcam. Geçen bayram onlarda içmiştim. Hiçbir şey olmamıştı. Minicik bir kadeh... Hepsi hepsi iki yudum... Ne olacak? Zararı yok. Bir şey olmaz.’ Çikolata ve badem şekeriyle içtim. Pek bir şey anlamadım. Öksürük şurubu gibiydi. Bir süre daha oturduk. Sonra kalktık.
Ev, Karalıoğlu parkının karşısındaydı. Orada ablamlardan ayrıldım. Onlar evlerine gidecekler ben evimize... Aksi istikametlere gideceğiz. Üzerimde hafif bir yorgunluk... Antalya Lisesi’ni geçtim, Üçkapılar’ın karşısındaki Karakaş camisinin önünden, saat kulesinin hizasından Melli Çarşısı’na geldim; üzerimde bir ağırlık, bir yorgunluk hissi... Ayaklarımı yerden kaldıramıyorum, sürüklüyorum.
Likör içtiğimi bile unuttum. O minicik kadehi önemsemedim ki! Hatırlasam, ondan olabileceğini tahmin edebilirim ama aklıma hiç mi hiç gelmiyor. Hastalanıyorum sanıyorum. Likör, Antalya sosyetesinde, sadece özel günlerde değil, diğer günlerde de ikram edilir, nezaketen içilirdi. Ziyafet sofralarında rakı olurdu. Bizim dolabımızda da misafirlerimize ikram etmek için çeşitli içkiler bulunurdu. Rakı, şarap, kanyak... Bazen çok sayıda bira alırdım, ta kahvehanelerin yanındaki Ali Bahar’ın bakkal dükkânından. Altı yaşındaydım. Bir gün, amcamlar gelecekti de babam:
"Al şu parayı! Ali Bahar’dan bi rakı al!" demişti de ben ’bira’ anlamış, adama bir avuç bozuk para vererek, bira istemiştim. Meğer o, çok alınırmış. Babam bakmış:
"Ben sana, ’rakı’ dedim, bira almışsın!" demişti de:
"Bira dedin..." diye itiraz etmiştim.
O da bana, uzun uzun ulamayı anlatmıştı:
"Semiray, bak kızım! ’Ulama’ diye bir şey vardır. ’Uluma’ değil... ’Koyun eti’ deriz ya... Bunu, tane tane söylemeyiz. Ağzımızdan şöyle çıkar; ’koyu neti’... ’Koyun’ sözcüğüne ait olan son harf, sonraki kelimenin başına ulanır. Ben: "Bi rakı..." dedim. "Bir rakı" demeliydim. ’Bira’ anlaşılmış. Neyse... Bu, bir şişe alınmaz ki! Bakkal da şaşırmıştır. Madem üç şişe daha getir de dört şişe bari olsun!"
"Dört şişe mi!?.." diye sordum, hayretle. "Nasıl sığdıracaksınız o kadar içeceği, midelerinize?" diye söylenerek tekrar gittim. Üç tane daha isteyince bakkal:
"Hah! Şimdi oldu!.. Al bakalım!" diyerek verdi. "Bir bira diyince şaşırmıştım."
Rakı, tek şişe alınırmış. Birada alkol miktarı az olduğu için, kocaman şişeler yetmezmiş. Bu da az içiliverse... Olmazmış! Maksat, sarhoş olmakmış. ’Ser’; ’kafa, baş’ demekmiş. Kafa, ’hoş’ olmalıymış. Kelimenin aslı; ’sarhoş’ değil, ’serhoş’ imiş. ’Sekerat’ da ’sekr’, yani ’sarhoşluk’ hali olup, ’ölüm sarhoşluğu ’ anlamına gelirmiş.
Babam, öğretmekten zevk mi alıyordu, ne? Daldan dala atlıyor, anlatıyor da anlatıyordu. Yine beni yordu. Aklıma bir şey geliyordu. Hani bazıları hayat boyu içki içiyordu da ölürken, yani sekeratta, onlara Zemzem veriliyordu. Zemzem, içemeyecek durumdaysa, pamukla ağzına damlatılıyordu. İçecek, son nefese kadar nimet, Zemzem ise kutsaldı. Peki ama neden o zamana kadar beklemişlerdi de ona vermemişler, içmemesini söylememişlerdi? Madem ki son nefese kadar içmiş, o zaman da içki verselerdi!
Hani ömür boyu boy abdesti bile almaz da bazıları, Müslüman olduğundan habersiz yaşar; ölünce hem abdest aldırırlar hem de örterler. Sadece namaz kıldıramazlar! Onun yerine de kendileri, ayakta kılar, bir de talkın dinlerler. Hayat boyu nasihat dinlememiş, öldükten sonra mı duyacak? O vakitten sonra mı uyacak? Talkını da kendileri söyler, kendileri dinlerler!
Zorla taşıdığım filenin içindeki üç kocaman koyu renkli şişedeki; içki değil, arpa suyuymuş. Birisini açıp, koklattı. Çok pis kokuyordu. Tadı da iğrençti. Şarap da üzüm suyuymuş. Hatta öyle bir şarkı mı türkü mü ne varmış:
"Kuyu başında kuyu
Uyu sevdiğim ,uyu!
Ne çabuk sarhoş oldun?
İçtiğin üzüm suyu..." diye devam edermiş. Aslı, ’mani’ imiş de onu da içmeye kimse mani değilmiş. Uyak yapıyor, gülüyordu:
"Nane suyu, kekik suyu
Her güzelin var bir huyu..." Bir de açıklıyordu:
"Devam ederse; buna, ’tekerleme’ denir. Bak! Aklına, ’şekerleme’ den getir. Unutma! Oyundan önce , ebe seçmek için sayışırken, tekerlemeler söylersiniz. Bunlarda, anlam derinliği aranmaz. Hatta çoğu zaman, sayıklamalar gibi anlamsız, fakat uyaklı, genelde, maniler gibi anonim olur. ’Anonim’, ’söyleyeni belli olmayan, halka mal olmuş’ demektir."
Mevzu, uzuyor da uzuyordu... Konu, tek sözcükten açılıyor, enine boyuna çekilerek genişletiliyordu da genişletiliyordu... Bu da beni sarhoş ediyordu. Unutmamak için telaşlanarak, minicik altın çivilerle aklıma çakıyordum, yoruluyordum. Yine de dinlemekten, dilimi öğrenmekten, büyük bir haz duyuyordum.
Bizim evde içki; su gibi, çay kahve gibi içilmesi adet olan sıradan bir içecekti. Kimse meraklısı ve müptelası değildi. Öğretmen arkadaşlarına eşlik etmek için kırk yılda bir de olsa babam, küçücük kadehin yarısına kadar rakı koyuyor, üstüne su ilave ediyordu. Sabunlu su gibi beyazlaşıyordu da o zaman, belki renginden, belki de idol olarak alınan örnek şahsiyetler, büyük adamlar içtiği için ona ‘arslan sütü’ diyorlardı, olmayan R harfinin üstüne basa basa!
Gerçi midesi kabul etmiyordu; boşuna içiyor; içtiği gibi çıkıyordu ama onları kırmamak için, nezaketen, sadece eşlik etmek maksadıyla içtiğini söylüyordu. Yine de öyle oluyordu. O minicik kadehi, yemek boyunca kaldırıp kaldırıp, neyin şerefineyse: “Şerefe!..” diyenlerin kadehlerine dokunduruyor, bir kaç damla alıyor, bırakıyordu. Biz küçük çocuklar da o sofralarda yemek yiyorduk. Ne kadar doğruydu? Doğaldı. Adı, içkiydi. İçmekle alakalı... İçilirdi.
Dedem, nahiye müdürü olarak Antalya’ya tayin edildiğinde, babam, beş yaşını yeni bitirmiş. Her akşam rakı sofrasını kurdurur, arkadaşlarıyla içermiş. Daha sofraya oturmadan, üçüncü evliliğinden sahip olduğu bu ilk çocuğunu, bir erkek evlat sahibi kıvancıyla, o yeri göğü inleten tok sesiyle çağırır, sofranın başköşesine, yemek veren olarak oturduğu yerin sağına, şeref misafiri gibi oturtur:
“Haydi bakalım evladım! İç!.. Şerefe!..” dermiş.
Ona ne kadar değer verdiğini bu şekilde gösterirmiş. Bir erkek, içerse erkekmiş! Doğar doğmaz, daha kundakta, çay kaşığıyla tattırılır, alıştırılırmış. Ana sütü gibiymiş bu aslan sütü. O kadar gerekliymiş. Atalarımız kımız içermiş, Buhara’da. Ne kadar içerse, o kadar şerefli olurmuş insan. Küçükken alışırsa, içkiye dayanıklı... Dağıtmazmış kendisini öyle birkaç kadehle. İçtikçe şerefleri arttığından: “Şerefe!..” diyorlardı demek ki neşeyle!
Gece geç saatlere kadar uyutmaz, rakı sofralarında kadeh tokuştururmuş babamla; sabah erkenden kaldırıp, minareye çıkarır, ezan okuttururmuş. O zamanlar, okullarda Arapça tedrisat yapılmaktaymış. Okula gitmeden öğretmiş Kur’an okumayı, kaç defa hatmettirmiş!
“Kabahat de gizli, ibadet de...” derler ya... Onlarda, kabahat addedilmiyormuş. Kafa çekmek; modernlik ifadesiymiş. Lokanta kapatırlar, kadın kız getirirler, oynatırlar, âlem yaparlar, adına ‘ağalık’ derlermiş. Para, harcamak içinmiş. Ağanın eli tutulmazmış.
“Ağalık, vermektir; yiğitlik, ölmek!..” derlermiş.
O sıralar; dedemin, iki arada bir derede kaldığı zamanlar... Nefsi, dünyevi hazları şiddetle arzularken, iman dolu ruhunun buhranlarda olduğu zamanlar... Sadece Müslüman’mış. İmanı, henüz kemale ermemiş. Kim bilir kaç gece sabahlara kadar ağlayarak af diledi, Allah’tan! Kim bilir nasıl yandı, pişmanlıklar içinde!.. Ruhuyla birlikte zatı da sultanlaştıkça, evliya gibi bir insan haline gelmiş. Gelmeden önce gelenlerdi. Ben, onun; kendisini tamamen ibadete verdiği dönemi biliyorum. Bana göre gençlik hataları, onlara göre gençlik maceraları... İyi ki hemen toparlamış kendisini!
Bir kadeh nane likörünün bana zararı olacak olsaydı, ablama baktığımda; içmemi işaret etmez, istesem de engellemeye çalışırdı. Çevremizdekilerin hepsi içiyordu. Baba tarafımın tamamı; anne tarafımın yarısı... İçmeyenlere:
“Yobaz!” diyorlardı. “Hamsofu!..”
Onlar, Cumhuriyet gençleriydi. Modern olmalıydılar. Modernliğin ölçüsü, salon erkeği olmaktı. Muasır medeniyetler seviyesine çıkacaktık. İçerek, kumar oynayarak, dans ederek... Cemiyet adamı olacaktık. Kızlar da içki içmeli, toplumda eşlerini mahcup etmemeli, evde de küçük bir kadehle, içmeseler de içiyor gibi yapıp, onlara iştirak etmeliydiler. Aksi halde mutluluk olmazdı. Erkekler, aradıkları huzur ortamını evlerinde bulamazlarsa, dışarıya dadanırlardı. Bir kadın, ne yapıp yapıp, kocasını evine bağlamalıydı.
Erkek dediğin, içerdi. İçmezse, cemiyete giremezdi. Dans etmeyi bilmeli, her türlü oyunu oynayabilmeliydi.
Sinemalarda, Ayhan Işık’la Belgin Doruk’un Küçük Hanımefendi filmleri oynuyordu. İdol olarak alınması gereken tipler, Türk toplumuna şekil veriyordu.
Karaloğlu parkındaki, nikâh salonu olarak kullanılan denize nazır bina, o zamanlar öğretmenler lokaliydi. Piyanosu bile vardı. Onun için, aydın kişiler, ışık şahsiyetler olan öğretmenler, sık sık orada toplanıyordu. Babam; kültür adına, İstanbul’dan filmler getirtiyor, orada oynattırıyor, balolar tertipliyordu.
Buzdolabında; dönüşümlü değişen, bazen birkaç türü bir araya gelen içkiler olurdu ama onları bizden kimse içmezdi. Boşalan rakı şişelerini, su şişesi olarak kullanırdık.
Çocukken, ağzımı değdirmeden su içmeyi öğrenmiştim, bardak kullanma zahmetinden kurtulmak ve şişeyi kirletmemek için... Suyu, ağzıma, yaklaşık bir karış mesafeden döküyor, nefesimi ayarlayarak içiyordum. O zaman annem kızmıyordu. Buna epey devam ettim. Görenler:
“Çiğnemeden mi yutuyorsun?” diyorlardı.
“Siz çiğniyor musunuz?” diyordum.
“Biz yudumluyoruz.”
“Ben de yudumluyorum.”
Zemzemin de öyle içildiğini söylüyorlardı. Yerinden, el değmeden... Doğru mu bilmiyordum. Yalnız, yıllar sonra, Kevser Suresi’ni ezberlemeye çalıştığım zamanlarda, bir gece rüyamda; yemyeşil bir yerde olduğumu gördüm. Alabildiğine ormanlık bir alanın geniş bir yolunda, çimler üzerinde yürüyordum. Gökyüzünden, kıvamı biraz koyu olan bir içecek aktı ağzıma, aynı şekilde içtim. Yukarıda musluk, hortum, tas gibi hiçbir şey yoktu ve o bana Kevser’miş gibi geldi. İçebileceğim kadar aktı, bir damlası bile ziyan olmadı. Hepsini içtim.
Bir gün, susamış olarak dışarıdan gelmiştim. Dolabı açtım. Ağzı kapaklı, sıra sıra rakı şişeleri... Aralarından bir tanesini aldım, açtım ve yukardan akıttım. Bir iki yudum gitti. Hemen tükürdüm, ağzımı çalkaladım ama kazara epey içmiş oldum. Susuz rakı da içermişim!
Babam, iştahımın açılması için bordo şarabı içmemi söylüyordu. “İlaç için...” diyordu. İçmiyordum. İçkinin haram olduğunu biliyor, iştah şurubunu tercih ediyordum. “Kanyak iç. Kan yapar.” diyordu. Sırf benim için almıştı. Koyu ve yassı bir şişedeydi. Ondan bir kapak içtiğim zaman, akşama kadar ellerim ateş gibi oluyordu. Hiç üşümüyordum. Kızlar, ellerini ellerimde ısıtıyorlardı. Bira, at idrarı gibi kokuyordu. Hiç sevmedim.
Kanyağın, ’kan’ı vardı ama kan yapacağını sanmıyordum. Belki iştah açabirdi. ’Yak’ ı da vardı ve galiba onun için kanımı yakıyor, içimi ısıtıyordu. Tadı da hoşuma gidiyordu. Hayatım boyunca, bir kaç kapak dolusu içmişimdir. Allah’ım beni affetsin! O zamanlar, Maide Suresi, 90. Ayetle, kesinlikle yasaklandığını bilmiyor, azı yarar, ortası karar, çoğu zarar sanıyordum. Haramın, serresinin de haram olduğu bilinci henüz bende uyanmamıştı.
Bana: “İçki içme!” diyen olmadı. Aksine, hep içmemi söylediler. Modern görüşlü bir ailem var. Babama dokunur. İçemez. O da Allah’tan. Helal lokmayla beslenen bedende, haram barınabilir mi?
Annem, şiddetli kum sancısı çekiyor, yerleri tırnaklıyordu! Bir su bardağı rakı doldurup, verdiler. Gözünü kapattı, kendisini zorladı, bir dikişte içti ve anında uyudu o da benim gibi ve belki yirmi dört saat kalkamadı! Bu arada uyuduğu için sancı çekmeden taş düşürmüş veya kum dökmüş oldu. Kendine geldiğinde:
“O zehri içer içmez, başım fırıldak gibi dönmeye başladı, nereye yattığımı bilemedim! Yok oldum!” dedi. “İlaç niyetine içmenin sakıncası olmadığını söylerler ama bu pis nesneden gelecek hayır şurda dursun!..”
Ayette de faydasının olduğu fakat zararının faydasından çok olduğu belirtiliyor.
Hayatımda böyle bir şey başıma gelmedi! Şarampol’e geldim ama nasıl geldim, oradan eve kendimi nasıl sürükledim bilmiyorum!.. İçeriye girer girmez, giriş kapısının önüne yattım. Ayakkabılarım ayağımda, ayaklarım girişte, kapının arkasında... Başımın altına bir yastık koydu, annem. O zamanlar, dürüldüğünde ceviz kadar olabilen incecik, naylon eşarplar yeni çıkmıştı. Sadece:
“Siyah şifon eşarbını ört, gözlerime!” dedim.
Tam üç gün iki gece uyumuşum!.. Uyandığımda, annem öyle dedi. Bu arada su içmiş miyim? Yemek yemiş miyim? Hiçbir şey bilmiyorum. Ben, hastalandım zannettim. Onlar: “Likörden...” dediler. Yalnız, ne olursa olsun, o ateş suyunun damlasını, bir daha ağzıma koymamaya kesinlikle karar verdim.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 233
YORUMLAR
Bugün bayram oldugunu bana hissettiren tek sey bu öykü oldu! Keske hic bitmeseydi, keske daha uzun olsaydi. Cok begendim!
Benim babam da bir kere anlatmaya baslayinca, lafini bitirmesi cok zor oluyor. Matematik sorusu sorupta, din, siyaset, cografya ve bir cok nasihat dinledigim olmustur!
Bizim eve icki girmez. Icen yok. Seven de "yok". Babama ailesi, erkek adam sigara da icer raki da diyormus! Yasaklanmadigi icin olsa gerek, babam ömrü boyunca ilgi duymadi bu tür "kötü" aliskanliklara.
Ben cilek likörünü cok seviyorum! Bir iki yudumda insani titreten bi sicaklik ve mutluluk duygusu. Ben de henüz bircok "günahin" azi yarar, ortasi karar, fazlasi zarar saniyorum galiba...
CIKOLATAYA OLAN DÜSKÜNLÜGÜMÜ ANLATMAMA BILE GEREK DUYMUYORUM! :)
- Can gel! Gel de doyasiya cikolata yiyelim beraber! :)
Sevgili arkadaşım,öncelikle yazınızdaki kusursuzluktan dolayı tebrik etmek istiyorum.Babanıza lâyık bir evlat olduğunuz belli.Dilimizi kullanmakta ustasınız.Ben bazen bunun genlerle ilgisi olduğunu düşünürdüm.İyi bir örnek oluşturmuşsunuz.
İçerik öznel,anı mükemmel.Kutluyorum.Bayramınız kutlu olsun.Sağlık ve mutluluk dileklerimi gönderiyorum.
bilgiyekoş tarafından 11/28/2009 9:19:29 PM zamanında düzenlenmiştir.