- 782 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
231 - YAKICI BİR AŞK
Onur BİLGE
Bu gece İlhan’ı gördüm düşümde. Uyanınca yastığımı ters çevirdim. Hiç batıl inancım yoktur. Olmayacağını bile bile, belki aynı düşü bir daha görürüm diye, sımsıkı kapattım gözlerimi. Uyumaya çalıştım bir süre. Olmadı. Bir kere gün ışığı girmişti gözlerime. Rüyam aklımdaydı, yüzü kayıptı. Bu yapılır mıydı bana! Ayıptı.
Gözlerimi kapattım, karanlık oldu. Hâlbuki az önce de kapalıydı, her şeyi görebiliyordum. İlhan’ı bile... Gözümü açınca kayboldu. Kapatınca dünya yok oldu. Madde âleminde ışık gerekli, mana âlemi için gerekli değil... Münker’le Nekir’i net görebileceğiz, torağın altında. Hatta cenneti ve cehennemi; hangisini hak etmişsek orası ve oradaki yaşayacaklarımız, o karanlık yerde seyrettirilecek, hakikat; rüya gibi. Sinemanın içi karanlık olmalı ki film net seyredilebilsin!
Ölüm, derin koma hali, kabir âlemi de derin rüya âlemi... Göz devreden çıkıyor, ortalık kararıyor, film başlıyor.
Bir yerden geliyordu. Mehmet Amca vardı, yanında. Penceredeydim. Tam karşımda, yolun kenarında durdu. Hacı da durdu. Onunla konuşuyordu güya ama bana hitap ediyordu. Adamcağız, konu mankeniydi. Onu ilgiyle dinliyor, söylediklerine cevap veriyordu, ciddi ciddi. O da ciddiydi. Bir arkadaşını çok özlediğinden bahsediyordu. O da:
_ “Git, gör. Madem Bursa’da...” diyordu.
Adamın yönü ona, onun yönü bana dönüktü. Odamın ışığı sönüktü. Alacakaranlıktı. Bakışları sıktı. Bakışmalarımız anlıktı. Oysa hasreti aylık yıllık değil, günlüktü.
Uzun zamandır göremediğinden yakınıyordu. Bir delikanlıdan bahsediyordu. Hemşerisi, çocukluk arkadaşı olduğundan... Kayserili de şaşırmıştı, bir gencin bir gence olan sevgisinin ve özleminin büyüklüğünden.
_ “Telefon et, gelsin! Bir atla bir deve değil ya... Otobüsü var, dolmuşu var... Sırameşeler, kaç dakikalık yer? Bana anlatıncaya kadar gidip gelirdin, evlat!” diyordu.
Özlediği karşısındaydı, aslında. Ayrılığımız süresince ne kadar özlemiş olduğunu anlatıyordu. Bir aşk mektubu, bir hasret şiiri okur gibiydi. Yazmış ve ezberlemişti sanki.
“Geldim işte! Ne kadar da çok yakınıyorsun beni özlemekten! Gelişimi görmenin mutluluğu yetmez mi? Topu topu on gün... Ne kadar çabuk bıktın, yolumu gözlemekten! Ben de bekliyordum seni, olmadığın zamanlarda. Gelişini görmenin mutluluğu, o sıkıntılı saatleri unutturuveriyordu. Ya kavuşmanın sevinci, mutluluğu? O kadar özlemeye, beklemeye değmez mi?” dercesine bakıyordum.
O konuşuyordu. Sesini duyurabiliyordu. Ben ancak içimden konuşabiliyordum. Rüya dışında olduğu gibi... Ne olur, rüyada bari konuşsaydık, engelsiz, aracısız, aktarmasız, doğrudan!
“Yeryüzünde hiç kimse bu kadar çok sevilmemiştir, Mehmet Amca! Ne kadar çok özledim, anlatamam! Bursa dar geldi bana! Caddeler, sokaklar boğdu; ev kabirleşti! Bir de terslikler oldu, biliyorsun. Hepsi birleşti!” diyordu.
“Benim de bir asker arkadaşım vardı, öyle seninki gibi. Ne kadar severdik birbirimizi!” diyordu, o da saf saf...
Çok komikti hali. İnsanımız; ne kadar saf, ne kadar temiz, anlayışlı ve samimi! Belki işi gücü var ama durmuş dinliyordu, gerçek hayatta da olduğu gibi.
Şuur altına işlemiş olmalı bu tür duyurumlar. Senaryo onun için aynı. Beynim, yaratıcılığını kullanmamış. Aynen kopyalamış, konuşmaları değiştirmiş. Ne kadar da gerçekçi!
“Bak, gözlerim yaşardı!” diyor bir de. O da bakıyor:
“Hemen giyin, git! Bu gece orda kal olmazsa. Sabaha kadar konuşursunuz.” diyor, garibim.
“Beni görmeden önce nasıldı hayatın? Yaşıyor muydun sanki? İçinde böyle güzel duygular taşıyor muydun sanki?” diyorum, beyin dilimle. “Geleceğin sokakları, geçeceğin yerleri gözlerken saatlerce, şikâyet eder miydim? Ne kadar sabırsızlandığımdan, ne kadar canımın sıkıldığından haberin olur muydu?”
Bir gün, iki gün değildi yollarına bakışım. Günlerce, gecelerce… O kabına sığmayan sevgi, o deli özlem olmasaydı, gelen olur muydu?
Kalkar kalkmaz, aklımda kalanları yazdım ve şiirleştirdim. Belki pek güzel bir şiir olmadı ama bu benim rüyam ve çok değerli bir anımdı. Rüyada dahi olsa, görmüştüm ya... Birkaç dakikalığına da olsa... Ne kadar sevinmiş, ne kadar mutlu olmuştum!
Ayrılık olmasaydı, düşte görmek bile böylesine bir mutluluk yaşatabilir miydi? Monotonlaşırdı beraberlikler. Donuklaşan ilişkiler, hasretle cilalanıyor, parlıyordu. Aşklar ısıtılıp sunuluyordu, soğudukça. Her güzellik zıddıyla belirginleşiyordu.
Hüznü bilmeseydik, sevincin keyfine varabilir miydik? Yalnızlığın ruh çatlatan azabının sonrasında kavuşmanın hazzının doyumsuzluğu...
Yakıcı bir aşk, bu! Cayır cayır yanan sobanın yanındakilerin kaçtığı gibi kaçırıyor bizi birbirimizden. Uzaklaşınca da, kış ortasında balkona çıkmış, gecenin ayazını yemiş gibi oluyoruz. Gereken huzuru, yakınlıkta buluyor, varlığını hissetmekle huzur duyuyoruz.
Teşbihte hata olmaz; iman gibi... Görünmeyen bir varlığın yakınlığının huzur ve mutluluk veren gücünü hissetmek, ona dayanmak, güvenmek, en yakını olduğunu bilmek gibi... Tek taraflı konuşmalar... Karşılıklı değil... Bir taraf konuşurken, diğer tarafın dinlemesi, biteviye ve hiç bıkmaması usanmaması dinlemekten...
Kur’an okunurken, Allah’ı dinlemek gibi susup; dua edilirken ses gelmemesi gibi karşıdan...
Hani hep, biri bizi dinlesin isteriz ya... Anlatacaklarımız vardır, bitmek tükenmek bilmeyen dertlerimiz... Bir dost ararız, yakınmak için... Anlattıkça anlatmak arzusu duyarız. Hele dinleyecek birisini bulunca... Nasıl deşarj oluruz, giderek nasıl sakinleşir, rahatlarız! İşte öyle bir şey...
Bazen de hasret kalırız bir sese... Çok sevgilinin sesine... Tek sözcüğüne, fısıltısına ihtiyaç duyarız. Hani konuşmasa, sadece telefonu çaldırsa, o bile yeter ya bazen... İşte öyle...
Kuran okunur, bir yerde. Kulağımızı okşamaya başlar, ilk sözcüklerinden itibaren ve büyük bir huzur gelir ruhumuza... Dinledikçe dinlemek isteriz... Büyüsüne kapılır, zaman mefhumunu unuturuz. O Çok Sevgili hitap etmektedir gönlümüze. Yabancı bir lisandır. Tek kelimesini anlamayız belki ama neler anlarız ,onu dinlemekten! Nasıl mest eder bizi! Ürpererek dinlediğimiz, içlenip ağladığımız bile olur.
Sözlerinden hiçbir şey anlamadığımız bir konuşma, nasıl olur da bizi ağlayacak raddeye getirir? Çünkü dolaylı da olsa, orada bize hitap edilmekte, Yaratanımız, değer verip, konuşmaktadır bizimle! Bu, ne büyük bir payedir!..
Yeri Göğü, Kâinatı Yaratan, Yıldızlarla Donatan konuşmaktadır, yarattıklarıyla! Her birine toplu halde gibi ama aslında her ferde birer birer seslenmektedir. Yayın tek istasyondandır güya, hakikatte, herkes kendi alıcısından dinlemektedir. Neticede, herkes kendine anlatılmakta olduğu zannındadır ve Kur’an söz konusu olunca, kesinlikle doğrudur. Her birey, anlamına vakıf olmasa bile, alması arzu edilen mesajı alır. Çünkü neşriyatı yapan da alıcıları ayarlayan da aynıdır.
Gözü Yaratan, renkleri de, ışığı da yaratmıştır. Biri eksik olsaydı, hiç biri işlevini yapamayacaktı. Kör için, ışığın da renklerin de desenin, güzelliğin de önemi yok. Göz varmış, bunların hepsi varmış; ışık yoksa hiçbir işe yaramaz. Işık var, göz var ama görmeye değer bir şey yoksa yine boşuna... Güzellikleri Yaratan, özellikleri de yaratmış. Alıcı olan gözü, aydınlatıcı olan ışık kaynağını... Öyle sergilemiş sanatını ki kulları, inkâra meyilli kulları:
“O güzellikleri görmedik ki!” diyemesinler.
Kur’an-ı Kerim’i İnzal Eden, onu işitecek alıcıyı da yerleştirmiş, insan vücuduna. Hem ona öyle güzel bir ahenk ve tesir yüklemiş ve alıcının yolunu gönle öylesine ustalıkla bağlamış ki sadece Kur’an sesi dinleyerek iman edenler olmuş. Cinler de böyle imana gelmişler. Kur’an’da, ilgili ayette böyle olduğu bildirilmekte. Anladılar mı anlamadılar mı, ne kadarını anladılar, yüzeysel mi yoksa derinlemesine mi bilmiyoruz. Onda, insanın yüreğine işleyen bir efsunlu güzellik ve letafet var.
Bir şiir toplantısında, sırayla şiir okuyorduk. Mekânın sahibi olan bayan, Alman’dı. Onun da bir şiir okumasını istediler. Kırmadı, çıkıp okudu. En iyi Almanca bilen bile anında tercüme etmekte güçlük çeker. Çünkü şiir, kolay anlaşılan bir edebi tür değildir. Derin anlamlar ifade edebilir. Okunan da basit bir şiir değildi. O hanım onu o kadar içten okudu ki anlayan anlamayan hüzünlendi ve salonda olanlar, onun ruh haliyle bütünleşti. Ardından, etrafı inleten bir alkış koptu!
Benim bir fıkram vardır. Ortalık sakinleşince, sıcağı sıcağına kalkıp anlatmak istedim. Fırsat verildi:
“Köylünün biri mahkemeye gitmiş. Duruşmada; başı önünde, sekiz köşe kasketi elinde, ağır hukuki terimler, yarım sayfayı bulan cümlelerle konuşmakta olan hâkimi pür dikkat dinlerken, arada anlıyormuş gibi kafa sallarken, sözünü bitiren hâkim:
“Anladın mı dediklerimi, Efendi?” diye sorunca, ayıkmış:
“Dinemesine dinedim hâkim bey, emme... Anamasına garışmadım!” demiş.
Biz de bu şiiri öyle dinledik. Dinlemesine dinledik de... Anlamasına karışmadık!” dedim. “Fakat duygulandık. Şiirde de, şarkılardaki evrensellik var.”
Bu defa da kahkahalar yükseldi! Kadıncağız kızardı. Sarışın zaten; suratı pancar gibi oldu, bozuldu. Kırgın bir şekilde, merakla bakmaya başladı, etrafa. Anlattıklarımı tercüme ettiler, neden gülündüğünü anladı, o da gülmeye başladı da içim rahat etti. Aksi halde, kendisiyle alay edildiğini sanacaktı.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 231
YORUMLAR
Ayrılık olmasaydı, düşte görmek bile böylesine bir mutluluk yaşatabilir miydi? Monotonlaşırdı beraberlikler. Donuklaşan ilişkiler, hasretle cilalanıyor, parlıyordu. Aşklar ısıtılıp sunuluyordu, soğudukça. Her güzellik zıddıyla belirginleşiyordu.
Hüznü bilmeseydik, sevincin keyfine varabilir miydik? Yalnızlığın ruh çatlatan azabının sonrasında kavuşmanın hazzının doyumsuzluğu...
evet cok güzeldi.
emegine yüregine saglik.
sevgim sonsuz
Bu "yastigi ters cevirme" batil inancindan haberim yoktu. Bundan sonra denerim, belki ise yarar!.. :=)
Rüyalarin sirrini hâla kimse aciklayabilmis degil. Genelde sürekli kafamiza taktigimiz olaylari, düsündügümüz kisileri görüyoruz rüyalarimizda...
Siir gibiydi yine! Sanki benim duygularim islenmis öyküde!
KUTLU/YORUM!..
Ayrılık olmasaydı, düşte görmek bile böylesine bir mutluluk yaşatabilir miydi? Monotonlaşırdı beraberlikler. Donuklaşan ilişkiler, hasretle cilalanıyor, parlıyordu. Aşklar ısıtılıp sunuluyordu, soğudukça. Her güzellik zıddıyla belirginleşiyordu.
Hüznü bilmeseydik, sevincin keyfine varabilir miydik? Yalnızlığın ruh çatlatan azabının sonrasında kavuşmanın hazzının doyumsuzluğu...
Sevgili Onur. Çok özel bir yazı paylaşmışsınız bu gün yine ve ben burada kendime ait olanı oldupu gibi aldım.
Ben de her zaman söylemişimdir. "Ayrılık olmasa, kavuşmanın değeri, hüzün olmasa mutluluğun değeri bilinmezdi " diye ve sizin de aynı düşünceleri burada yazmanız, insan olarak hemen hemen aynı şeyleri düşündüğümüzü, ama bazılarımızın bunu düzgün cümlelerle anlatabiliyor, bazılarımızın ise anlatamıyor olması idi.
Teşekkür ederim bu özel paylaşımınız için. Sevgiler yüreğinize