Diriler diYÂRına
- Mukadderat… dedim Hocama… Gelemeyeceğim Hocam…
- Dağlarda saz çalmak, türkü söylemek varsa kaderde gelirsin Halimcan… dediydi Hocam…
Ben; “YOK” sanıyordum… VAR’ mış…
Doğruyu bildiğini sanır insan… Ama hayat sık sık bunun tersini anlatır insana…
Doğru nedir… diye sorar insan… hayret eder…
Gerçekten gidiyor muydum !!!
Köyden taşınırken kamyonun arkasındaki halim geldi aklıma…
O zamanda hiç inanamamıştım…
Hayatın cazibesi de bundandır belki… Her şey bildiğimiz gibi değildir…
Ve bu cazibe cezbeder de çeker içe doğru insanı… derinlere daha derinlere…
Lâdikli Ahmet Ağa diyarında kuyunun içine doğru bakışım
Bu içe çekilişimin zahirdeki görüntüsü gibiydi…
Orada hem içten hem dıştan çekiliyordum… derinlere doğru…
Bıraksam akıp giderdim KUYU’ ya… Çok istedim… ama “DUR” diyor akıl…
Ben dururken… otururken bir koltukta… Durmayan akan giden yollarda…
Aynı düşünceler alır beni…
Bu yüzden şehirlerarası yolculuğu çok severim…
Özellikle geceleri… Işıklar söner…
Derin bir sessizlik içinde… Bir rüyada mıyım… yoksa gerçekten o anda o ıssız dağ başlarında akıp gitmekte miyim…
Düşünür… düşünür… düşünürüm….
Ve isterim ki bu esnada beni lâfa tutan olmasın…
O nedenle otobüse binmeden hep merak ederim yanıma nasıl biri oturacak diye…
Çok ve boş konuşan biri olmasın isterim…
Sanırım bu sefer gerçekten çok içten istedim ki…
Gidiş esnasında otobüste yanımda Japonya’ dan biri vardı…
Gelirken de işitme (dolayısıyla konuşma) engelli biri...
Japon arkadaşı görünce dedim ki kendi kendime;
- Hah tamam… paylaşacağımız bir şey olamaz…
Yine yanılmışım…
Mola sonrasında tekrar koltuğuma döndüğümde baktım ki elindeki bisküvi paketini bana uzatıyor;
- Abi???
- Yok… Teşekkür ederim dedim İngilizce… Barbaros’ un kulakları çınlasın… Hep imrenmiştir benim İngilizceme !!! Kendisi İngiltere’ de yaşadığı halde benim bu konudaki maharetime daima gıpta ile bakmıştır…
Uzatılan bisküvi paketine hayır desem de… Konya’ ya gittiğini öğrendiğim Japon Kardeşim… Oraya varıp ta otobüsten inerken hiç el sürülmemiş bir şekilde bisküviyi bana bırakarak indi arabadan…
O da bana teşekkür etti ama ne için anlamadım… Onun bu halini… bu insanlığını görünce utandım kendimden… Keşke sohbet etseydim dedim Çok mu mesafeli davrandım acaba… Ne kadar bencilce kendi rahatımı düşünmüşüm… İnsem otobüsten bir kucaklasam dedim içimden…
Ama yol devam ediyordu… Ve herkes kendi yolundan gidiyordu…
Nereye gidiyordum?…
Ömrümde ilk defa göreceğim… Gönlümde ise hep tanıdığım bir insanın yanına…
Ne kadar da rahattım… Nasıl karşılanırım… kabul görür müyüm…
Neden aklıma hiç böyle olumsuz bir düşünce gelmiyordu...
Yol yorgunluğu ile sarhoş gibi Aksaray Otogarı’ nda otobüsten indiğimde…
Rüya gibiydi her şey…
“En iyisi gidip bir yüzümü yıkayayım… Belki kendime gelirim…”
Diyerek lavaboya gittim… geldim… Henüz elimdeki çantayı yere bırakmadan;
- Halim Abiii?
- Hakan?
Sarıldık… Yıllardır hasrettik adeta…
Oysa Hakan’ ı da ilk görüşümdü…
Şaşkın şaşkın… yollar akıp geçti…
Baktım bir evin önünde durduk…
Neden içimde hiç telaş yok… merak yok… nasıl bir manzarayla karşılaşacağım diye…
Sanki kendi evime gelir gibi rahatım…
Merdivenlerden yukarı doğru çıkarken biraz sonra… o an orada olmamın nedeni olan… Hocam Kulihvani’ yi görecektim…
Acaba düşündüğüm gibi miydi…
Nasıl düşünüyordum ki…
Yabancı gibi olmasın diye düşünüyordum…
Oysa yabancı diye bildiğim Japon Kardeşim bana yabancı konusundaki düşüncemin de yanlış olduğunu göstermişti… Belki de yabancı olan ancak insanın kendisiydi…
Hocam yabancı olamazdı… Değildi de zaten… Evimde beni bekleyen babam gibiydi… abim gibiydi…dostum arkadaşım gibiydi…
Öylesine tanıdık… öylesine benimsediğim… benden olan… benim gibi olan…
Yabancı olan bendim…
O da bunu anladı ki herhalde yabancılık çekmeyeyim diye bana hiç misafirmişim gibi davranmadı zaten …
Sadece ilk başta; Hoş geldiniz… İyisiniz inşallah… dedi…
Sonra döndü bilgisayarına… çalışıyor…Bir şeyler yazıyor…
Sanki hep orada olan biriymişim gibi… Ya da orada değilmişim de kendisi yalnızmış gibi…
Değil miydim yoksa… hocam kendi başına mıydı şu anda…
Ben bir kameradan falan mı izliyordum olanları…
Yok… öyle değildi…
Barbaros Can geldi biraz sonra… Gariban Kardeşimiz… Gurbetteki muHABBEt Kuşumuz..
Bir girdi kapıdan… Neredeyse başı kapıya değecek…
Ben onu hayâl penceremde benim boylarımda birisi gibi görmüştüm…
Neredeyse iki katım…
Ben hep derim zaten… Barbaros’ un İngilizcesi yanında benimkinin lafı mı olur canım !!!
Hayy Allah… Tam bir koca bebek… Maşallah… Dışı kocaman bir adam… içi bebek
Hakan Can ise sanki hizmet etmek için var… Görevini yapan bir asker gibi…
Kendini tüketinceye kadar koşan bir koşucu gibi bu yolda…
Ve ancak böyle mutlu olabilecek olan biri gibi…
Biraz sonra Hacı Mahmut Abimiz de geldi…
Bir şaka yapılmış ta çok gülmüş gibi yüzü her zaman… Hep gülümsüyordu…
Bir tek;
Geri dönüş zamanı geldiğinde öyle değildi… Barbaros Canla beni uğurlarken…
- İnsan alıştıra alıştıra gider be kardeşim dedi… hüzünlü bir yüzle
Hacı Mahmut Abimiz… Barbaros Can ve Ben… oturduk…
Hocam Kuran-ı Kerim’ i aldı eline… Bir yandan sesli düşünür gibi… anlatıyor…
Doğru nedir ? diye sormuştum ya…
Hocam burada cevap verdi…
İnsan ne kadar da doğru sanır kendi bildiğini…
Öyle ki kendi gibi bilmeyeni kesin yanılıyor zanneder.
“Ben biliyorum size yolu göstereyim” diyerek rehber olarak arabaya aldığımız
ve daha ilk yol ayrımında;
Dili ; “Dosdoğru”… derken… eliyle sağ tarafı gösteren ve “SAĞdan” diyen Ramazan Amcanın haline şaşar… güler..
Ramazan amca ise… Madem ki bildiğine müşteri yoktur;
Bilemediğim için mahçup oldum size karşı… Ben ineyim arabadan en iyisi der…
- İşte burası seninle yollarımızın ayrıldığı yerdir… dercesine…
Annemiz geldi sonra… çocuklar geldi… Nur-ye Can geldi…
Hepsi birbirinden yakın…
Kahvaltıya buyurun…
Kahvaltımızı yaptık… Şükür duamızı yaptık…
* * *
Hocam yaptığı gezi proğramını anlatıyor…
- Benim kafamda gönlümde böyle şekillendi… Sizler için de uygunsa?
- Çünkü ben kendime verdiğim sözlere karşı sadakatı borç bilirim…
- Hazırsak çıkalım…
Bir baktık yollardayız…
Bir şey var buraların havasında… suyunda…
Seni sana bırakmayan… Tatlı tatlı içine işleyen… hissedilen ama anlatılamayan…
Tatlı bir hüzün gibi…
Benim küçük kızım İrem… Msn ‘ sine ;
“Ölmek istiyorsan… AŞIK ol yeter” yazmış…
Aynı öyle… Benlik ölü gibi… Ama aşkın coşkusu ile gönül öyle diri ki…
Ve DİRİ’ ler diyarında yollardayız…
Arabada;
Hocam, Ben, Gariban Can…arkada…
Önde şoför koltuğunda Hakan Can… Sağında Nur-ye Can…
Hocam;
- Söyle bakalım Halimcan… dedi,
- Ne söyleyim Hocam? Dedim
- Ne istersen söyle… Ama şöyle acılı olsun…aşık işi olsun…
Söyledim;
Selanik içinde selâm okunur
Selâmın sedası bre dostlar cana dokunur.
Gelin olanlara kına yakılır…
Aman ölüm, zalım ölüm… üç gün ara ver…
Al başımdan bu sevdayı götür Yâr’ e ver…
Baktı ki Hocam ben dağılacağım… Kendi bir şeyler mırıldanmaya başladı…
Biraz nefeslendim… sonra bir daha…
Alıştım… yabancılık falan kalmadı bende… Gözlerim boşalınca zaten… Tutarım sandığımı da tutamadığımı anladım…
Zaten buralarda olan şey bu… Seni sana bırakmayan… Dışını yerle bir edip içini dirilten…
Hacı Bektaş Veli Dergahına vardığımızda bunu daha da güçlü bir şekilde hissettim…
Oradaki ruhaniyet… o ilahi cezbe anlatılır gibi değil…
İNCİNSEN DE İNCİTME…
Hararet nar’ dadır sac’ da değildir,
Hakikat baş’ tadır tac’ da değildir,
Her ne arar isen kendinde ara,
Kudüs’ te, Mekke’ de, Hac’ da değildir.
Dualar ettik... fotoğraflar çekildik bol bol…
Balım Sultan Türbesi’ ni gezdik… Zahid Can’ ın kulaklarını çınlattık…
KARA DUT’ un yapraklarından yedik… Tırtıllar gibi…
Ve içimizdeki KELEBEK’ e ulaşmak için dualar ettik…
Sonra şehrin dışında tepe başına kurulan ÇİLEHANE’ ye gittik…
GELİN CANLAR BİR OLALIM
Güzel aşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi
Bu bir rıza lokmasıdır,
Yiyemezsin demedim mi.
diyen Pir Sultan Abdal…
* * *
Eğer bana gel gel olsa yüceden,
Çırpar kanadımı uçar giderim.
İsteğim yok gündüz ile geceden,
Ben bir Mahzuniyim naçar giderim.
Diyen Mahzuni Şerif…
* * *
Dünyaya geldiğim anda,
Yürüdüm aynı zamanda,
İki kapılı bir handa,
Gidiyorum gündüz gece
Diyen Aşık Veysel…
* * *
Sağ yanında bir ceylan…
Sol yanında bir kurt
İle Hacı Bektaş Velimizi gördük…
Delikli taş denilen kayadan ilk önce Hakan Can geçti…
Sonra Gariban Can geçti…
- Hadi bakalım Halim Can sıra sende… Geçebilecek misin bakalım… diyor
Kendisi benim iki katım geçiyor da oradan ben geçemeyeceğim he…
Geçtim tabi… Hocam da geçti…
Bir tek Nur-ye Can… Hanım olmanın verdiği temkinli hareket etmek endişesi ile şansını zorlamadan vazgeçti…
İstemeye istemeye oradan ayrıldık… Avanos, Ürgüp, Göreme…
Tarihi ve turistik yerleri gezdik… Rehberler eşliğinde hayran hayran duvardaki çizimleri inceleyen turist kafilesinin içine daldım… kalabalıkta çekim yaparken…
Geldiğimiz yerdeki ilahi havanın tam zıddına bir ses kolumdan tutarak;
Çekmesene… çekme… ne yapıyorsun… dedi… Belli ki kendini zorladığı halde ancak bu kadar kibar olabiliyordu…
- Dövseydin bari dedim…
Akşamı ettik…
Dönerken arabada Hasan Dağı’ nın başında şapka dediğimiz bulutlar toplanmış.
Adeta;
- Bir de buradaki şahasere baksanıza dercesine… nazlı bir gelin gibi nispet yaparcasına çıkıverdi karşımıza… Bol bol fotoğraflarını çektik… Baktıkça bakası geliyor insanın… Erişilmez bir güzellik ile insanı kendine çekiyor Hasan Dağı…
Akşam Namazı… yemek… çay faslı…
Aşık Cemal’ i dinledik… datlım diyen datlı diliyle
“Leyla Leyla diye yaktın canımı…”
Hocamın şiirleri sohbetleri… Hangi birini anlatmak imkanı var ki bu satırlarda…
Alice Harikalar Diyarı’ nda…
Ertesi gün sabah kahvaltısından hemen sonra çıktık Konya yollarına…
Cuma namazından önce Mevlana Müzesi’ ni gezdik…
Burada da fotoğraf veya film çekmemize izin verilmedi…
Nedenini anlamış değilim…
Sonra biraz dolaştık… Kitapçılara uğradık…
Konya’ nın etli ekmeği meşhurmuş…
Bolu Lokantası da meşhurmuş…
- Namaz sonrası yer bulamazsınız…
dediler… Biz de namaz öncesi gittik…
Zaten bir süre sonra Cuma vakti geldiği için gelen müşterileri geri çeviriyorlardı
- Cuma’ ya gideceğiz… Müşteri kabul edemiyoruz… Namazdan sonra inşallah… diyerek…
Selimiye Camisinin bahçesinde çimlerin üzerinde ancak yer bulabildik Cuma vaktinde…
Mevlana Celaleddin Rumi… Şems-i Tebrizi Camii ve Türbesi…
Konya gezisi…
Sonra çıktık Ladikli Ahmet Ağa’ nın kabri ve evine doğru yollara…
Sohbete daldık arabada… geçtik gittik… yarım saat fazladan….
Geri döndük…
Kabri başında dualar ediyorken ikindi ezanı okunuyordu…
Kabristan’ ın hemen yanındaki camide namaza durduk…
Çıkışta Hocam cemaatten genç birine Ladikli Ahmet Ağa’ nın dolandığı ve kuyusu bulunan yeri soruyordu. Genç adam;
- Tamam ben biliyorum… Sizi götüreyim dedi…
Sonra Ramazan Amcamız çıkageldi…
- Ben de biliyorum… dedi….
Genç Adam;
- Bu daha iyi bilir… O götürsün dedi…
- Eyvallah… dedik…
Ben Hocamla ön koltuğa sıkıştım… Ramazan Amcamız da arka tarafa bindi….
- Nereden gidiyoruz? Diye sorduk…
Ramazan Amcamız eliyle SAĞ’ ı işaret ederek
- Dosdoğru…. SAĞ’ dan diyor…
Hakan Can;
- Doğru mu?... SAĞ dan mı? Derken…
Ramazan Amca;
- Ben bilemedim… mahçup oldum size karşı… En iyisi ben arabadan ineyim… dedi…
Tabi Hocam;
- Yok canım… niye inesin …
Ramazan Amca;
- İyi o zaman… şurdan birine soralım
Sorduğumuz kimseler de Ramazan Amca gibi…Eliyle solu gösteriyor… SAĞ’ dan diyor
- Kaç yıldır bu köydesin Ramazan Emmi? Dedi Hocam…
- 34 yıldır
- Eş, çoluk çocuk?
- Ayrıldık eşten… buralara geldik…
- Nereye üflüyordun Cami çıkışında Ramazan Emmi?
- Anamın babamın mezarı var da burada… Oraya doğru…
Dedim ki;
- Rüzgarı arkana alaydın Ramazan Amca…
Hocam;
- Söyle bir şeyler Ramazan Emmi… diyor
- Ben bilmeeemmm… diyor
- Bilirsin ya… niye bilmeyesin…
- Ben bilmeeemmm
Yolu bilirim diye bizi bulan Ramazan Emmimiz;
- Ben bilmeeemmm… diyor da başka bir şey demiyor…
Sora sora Bağdat bulunurmuş derler… On dakikalık yolu yirmi kişiye sorduk belki…
Bulduk ya şükür…
Zaten köyden bakınca da görünüyor neredeyse… o kadar yakın…
KUYU’ nun başına vardık… Su çektik içtik… dualar ettik…Fotoğraflar çektik bol bol…
Kuyunun içine doğru tuttum fotoğraf makinesını…
Garip şekiller alıyor derinlerdeki su… insanı çekiyor içine doğru sanki…
Ya da usulca… sessizce… başka bir lisandan bir şeyler anlatıyor gibi…
Kaç metre vardı derinliği bilemiyorum ama su yüzeyi 10-15 metre gibiydi… bir o kadar da suyun aşağısı vardı…
Belki daha da derin… Ama o derinlikte suyun yüzüne bir esinti geliyor ki bazen…
Sanki açık denizin dalgalanışı gibi…
Sonra bir ara hareketsiz bir anında bir fotoğraf …
Kuyunun dibinde suya yansıyan kendi fotoğrafımı çektim…
O an çok garipti… Beni kendime çağırır gibi…
Sonra döndük Ladikli Ahmet Ağamızın köyüne doğru… Yanımızda Ortadoğu ve Balkanların en yetenekli rehberi var… Üç beş kişiye sora sora geldik…
Evini bulduk… Aynı ruhaniyet burada da var… İki rekat namaz kıldık…
Çıktık geldik köy meydanına…
Orada başka bir cami yanında abdest aldık…
Ramazan Amca’ ya doğru yeşil erik uzattı Hocam…
- Yer misin?
- Ben yerim diyerek bisikletli bir çocuk çıkageldi…
Hocam ona da verdi yeşil erikten… Ramazan Emmiye de verdi…
Elinde yeşil erikle fotoğrafını çektim…
Sonra orada bulunan Vakıftan kitap alacağız Ladikli Ahmet Ağa ile ilgili…
Ama kapalı vakıf…
Ramazan Emmi yanıma geldi…
- Bana bir ekmek alsana şurdan… dedi
- Bir ekmek mi? Dedim
- Bir ekmek… dedi
Girdim içeriden bir ekmek aldım eline verdim… Ramazan Emmi;
- Bir ekmek mi aldın? Dedi…
- Evet dedim… Sen bir ekmek demedin mi?
- Yooo dedi… Ben sana üç ekmek dedim…
- İyi dedim… üç olsun…
Girdim iki tane ekmek daha aldım verdim…
- Tamam mı dedim
- Tamam… dedi…
Sarıldı yüzümü öptü… Ayrıldık Ramazan Emmiden…
Ama ben öyle şaşkınım ki… Ramazan Emminin ne dediğini anlamak çok zor…
Sanki her şey bir şaka gibi… İnsanlar ağız birliği etmişçesine…
O günü de öyle akşam ettik… Ve oradan otogara… Dönüş için yarına biletlerimizi alalım Gariban Canla…
Eve döndüğümüzde saat 22:00’ ye yakındı sanırım…
- Benim karnım acıktı dedim…
Girdik mutfağa… Annemiz elime tepsiyi tutuşturdu…
Kocaman tepsi… içi dolu… kapıdan zor geçiyor…
Haydi bakalım dedim… İÇ DENGE DIŞ DÜZEN bu işte…
Dökmeden getirip yerine sağ salim bıraktım…
Dökseydim de zaten herhalde herkes; Allah razı olsun derdi…
Allah hepsinden razı olsun…
Ailemize getirmek için kuyudan aldığımız su orada kaldı…
Hocam diyor ki;
- Gelin kendiniz alın…
Nasıl da SUsamışım… ne etsek…