- 1739 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
İSİMSİZ KAHRAMANLAR
Uykusuz gecelerden biriydi. Oturmuş onları düşünüyordum.Tutunup yıldızlara hürriyete yağmur olanları. Sonra ortalığın birden bire bembeyaz olduğunu da, gökyüzünün sis perdesine çekildiğini de gördüm. Kazançlar kadar kayıplar da vardı. Geçmişin hızı karşısında duruyordu beynim ve asırlar maziye bağlanmıştı. Bazen bir düş gördüğümü zannediyordum. Ama gördüğüm her düşte, mutlaka büyük gerçekler vardı ve bütün bu geçmişi maziye bağlayan ipleri çözmek istedim. Çabuk gelsinler, geçmişin ışık kanatlı Arap atlarına bindirdim. Koşsunlar, koşsunlar ve bana gelsinler diye. Oysa o tırısa kalkan atlar değil zamandı. Ve gelecek geçmişi bana vermeyecek kadar acımasız olabiliyordu. Ama ben çağırıyordum onu. Doğruydu, bulutların üzerinde geziyordum ve olsa olsa geçmişi çağırabiliyordum. Oysa asırlar ne kadar uzaktı, ne kadar öksüz ve yalnızdı.
Dersaadet’ten gidenleri hatırladım birden. Ölürken onların bir yudum suya hasret olduğunu biliyordum. Mataralarının delik, süngülerinin paslanmış, tüfeklerinin kör ve mermisiz olduğunu biliyordum. Postalları yoktu ve ayakları çöl kumuyla kavrulmuştu. Birer, birer gelmişler, biner, biner ölmüşlerdi. Yemen çöllerinde, Arabistan’da, Şeria kıyılarında, Süveyş’te, Irak’ta ve Birinci Dünya Savaş’ının her tarafında. Ve Çanakkale’de, Galiçya’da yetmemişti, Milli Mücadelede. Birer, birer gelmişler, biner, biner ölmüşlerdi. Ne gelecekleri olmuştu ne de mezarları. Olanların ise üstünden yol geçmiş, apartmanlar, gökdelenler dikilmişti.
Savaşanlar ecel şerbeti, nazırlar yemen kahvesi içiyorlardı. Demirleyen düşman zırhlarıyla dolu boğaza baktıklarında, kesilmiş boğazları hiç görmeyeceklerdi. İşgalcilerin gezdiği Küçüksu’da, Göksu’da nasıl göreceklerdi elem ve acıyı ve dudağa değmeyen bir damla suyu. Küçükler önde gidip ölüyor, büyükler onların cesetleri üstünde büyüyorlardı. Dersaadet’in askeri de sivili de ölüyordu. Kefen yoktu, apolet çoktu. Mezar yoktu, makam çoktu. Kala, kala geriye şarkılar ve ağıtlar kalmıştı. İşte Yemen türküleri gibi…
Uzanıp gittiğimde geçmişe aflarına mazhar olabilmek için, üstlerini bulutlarla örtecek ve onlara düş çiçeklerini atacaktım. Başka ne verebilirim ki, biraz şükran, biraz minnet ve çokça duadan başka. Yükseklerden indiğimde geçmişin erdemsizliğine uğramış ve bu ülkede bozulmanın giderek her şeyi unuttuğunu ve hafıza kaybına uğradığını görmüştüm. Ama onlar biz yaşayalım diye ölmüşlerdi. Ama onlar onların ölüleri üzerinde yaşıyorlardı. Ve biz onları ve geçmişi unutarak bir kere değil bin kere öldürmüştük. Bu sebepten geçmişin adresini soruyordum ve avazım çıktığı kadar bağırıyordum: Nerdesin Türkiyem nerdesin diye?
Bir sabah uyandığınızda eğer aklınıza gelirse, o hiç tanımadığınız ama bizden olan, mezarları bile olmayan o insanlar için bir dua edebilirsiniz, bir çiçek ekebilirsiniz. Hem Türkiye için hem de o isimsiz kahramanlarımızın aziz ruhları için.