Öğretmen nasıl ağlatılır?
Gerçi şimdiki çocuklar hârika mı, yoksa bizim zamanımızda mı imkânlar yoktu bilmiyorum ama; eskiden doğrudan sınıf geçen, sınıfta kalmadan öğrencilik yaşamını tamamlayan kişiler parmakla sayılırdı. Hele taktir almak, teşekkür almak, Türkiye’de vatandaş olmak kadar zordu.
18 yıl okula gittim. 1 yıl da lisans tamamlamayı sayarsak, 19… Şimdiki çocuklar gibi günde 5-6 saat ders çalışmazdım ama, çok da tembel sayılmazdım. Buna rağmen teşekkür belgesi nasıl olur, taktir belgesinin şekli, rengi nasıl olur hiç bilmem. İkmâle kalmadan direk geçip, kesintisiz bir yaz tatili yaptığımız da az olmuştur.
Her gittiğim yeri kuruttuğum gibi, uğursuzluğumdan okullar da hep nasibini aldı.
Sene 1971… Şimdiki gibi Anadolu liseleri, Fen liseleri filan yok. Sınavla öğrenci alan askeri liseler, öğretmen okulları, polis okulları, yapı sanat liseleri, tapu kadastro liseleri gibi okullara herkes girmeye çalışırdı. Benim askeriyede, polislikte filan gözüm yok. Ortaokulu bitirdik, öğretmen okulu sınavına girdim. Talep çok fazla. Örneğin 50-60 kişi alınacaksa, 700-800 başvuru var. Teşekkürlü, takdirli, madalyalı bir öğrenci olmasak da, kazandık nasıl olduysa. Başladık okula, o da ne? Bizim 3 sene okuyup, öğretmen olacağız diye başladığımız okul, ben okula adımımı atar atmaz 4 yıla çıktı. Benim yüzümden yüzlerce öğrenci de 1 sene fazla okudu.
Neyse 4 sene sonra okulu bitirdik. Sıra geldi üniversite sınavlarına. O zamanlar, dersane yok, özel ders yok. Laf aramızda biraz da haylazlık var. O yıl Öğretmen Okulu 300 civarında mezun verdi. Bir kısmı ilkokul öğretmenliğini tercih edip üniversite sınavlarına girmedi. Girenlerin sayısı 150 civarındaydı. Özellikle son sınıftaki zibidiliğimizden dolayı, benim sınavı kazanacağıma ihtimal veren pek yoktu. Hatta öğretmenler, çok başarılı 10-15 öğrencinin tercih formlarını kendileri doldurup, uçak mühendisliği, tıp fakültesi gibi süper okulları işaretliyorlardı. Beni hiç kaale alan yoktu. Hatta felsefe hocamız “Sen üniversiteye girersen, ben öğretmenliği bırakırım” diye de sağ olsun bana moral vermişti. Uzatmayalım girdik sınava. O zamanki soruların büyük çoğunluğu genel yetenek sorularıydı, ezbere dayalı sorular azdı. O yıl bizim okuldan 3-4 kişi kazandık. Bir arkadaş Ankara Siyasal’ı, ben Gazi Eğitim Türkçe’yi, bir arkadaş Ticaret Turizm Yüksek Okulu’nu… Gerçi Nurettin Hoca sözünde durmadı ya, yine de tebrik edip, gönlümü aldı. Ben de ısrarcı olmadım, adamı mesleğinden etmenin âlemi yok diye…
Hani dedik ya, bastığımız yerde ot bitmez diye. Gazi’ye kayıt yaptırdık, okula başladık. Olaylar nedeniyle okul 1 yıl kapatıldı. Her yerde olay var da, sırf ben orada olduğum için sadece Gazi kapatıldı. Velhasıl 3 yıl diye girdiğimiz okulu da 4 yılda bitirdik. Binlerce öğrenci de benim ateşime yanıp, 1 yıl geç diploma aldı.
18 yıllık öğrencilik yaşamımın en ilginç yanı, hiç kopya çekmemem oldu. Hiç beceremedim o işi. Gerçi sağ-sola çok bakardım, 1-2 soru çalardım ya, kendi imkânlarımla kopya çekip beleşten birkaç not fazla alamadım hiç; hâlâ yanarım o beceriksizliğime… Bir kez deneyecek oldum, kıyamet koptu.
Öğretmen Okulu’nda bir Din dersi hocamız vardı. Yazılılarda soruyu sorar, arkasını döner, yazılı boyunca pencereden dışarıyı seyrederdi. Zil çalınca kafayı çevirip, kağıtları toplardı. Herkes, kitapları masanın üzerine çıkarır, duaları, sureleri, İslamın-İmanın şartlarını harfiyen yazardı. Ben yapamadığım için 6-7 filan alırdım, sınıfın tümü 9-10 alırdı. Yazılıları okuyunca da Hoca bana kızardı, “Sen nasıl Müslüman evlâdısın, bak arkadaşlarına; herkes 10 alıyor, sen 7’yi geçemiyorsun” diye. Tabi “Hocam herkes kitaptan yazıyor, ben bildiğimi yazıyorum, bu fark ondan” diyemediğim için de, hocanın gözünde “kâfir” gibiydim. Bir gün “kâfir”likten kurtulayım diye, Dindersi yazılısında hoca soruları sorup arkasını dönünce, herkes gibi ben de kitabı masanın üzerine çıkarıp yazmaya başladım ki; olan oldu...
Öğretmenlik yaşamı boyunca yazılılarda hep dışarıyı seyredip, hiç sınıfa dönmeyen Hoca’nın dönüp bakacağı tuttu. Kafayı çevirir çevirmez de, beni görmez mi?... Hışımla kalkıp geldi, benim yakama yapıştı. O dev gibi 2 metre boyundaki adam, bir ağlamaya başladı ki sormayın. Bir yandan hüngür hüngür gözyaşı sel olup çağlıyor, bir yandan da “Müslüman evlâdı kopya çeker mi” diye beni hırpalıyordu. Bu arada herkes kitapları kaldırdı, bir tek ben yine Hoca’nın gözünde “kâfir” kaldım.
Hoca’mızın ağlayışı bize öyle ilginç gelmişti ki, bir başka yazılıda, notları iyi olan ve sıfır" aldığında ortalaması etkilenmeyecek bir arkadaşı ayarttım. Kopya çekmesi için ikna ettim. Yazılıda, Hoca, yine soruları sorduktan sonra her zamanki gibi yine dışarıyı seyretmeye daldı. Bizim arkadaş kitabı masanın üzerine çıkarıp kopya çekmeye başladı. Tam o sırada ben Hoca’ya seslenerek, "Hoca’m, şu soruyu anlayamadım" dedim. Hoca dönünce, bizim kopya çeken arkadaşı gördü ve "Müslüman evladı kopya çeker mi" diyerek, iki gözü iki çeşme yine ağlamaya başladı. Hoca’nın ağlaması okulda aylarca konu oldu.
Velhasıl, hayatın tümünde olduğu gibi öğrencilik yaşamımın da her karesinde şanssızlık yakamı bırakmadı. Daha buna benzer neler oldu neler. Ama şimdilik içinizi daha fazla karartmayayım. Diğerlerini de sonra anlatırım.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.