Ölüm
Yine her zamanki gibi erken kalkmıştı. Yıllardır sabah ezanı okunurken uyanırdı. Yatağından doğrulur müezzinin insanın içine ferahlık veren sesine kulak verirdi. Ezan bitene kadar farklı dünyalarda dolaşırdı. Kâh Sultanahmet’te güvercin olur, kâh Anadolu’nun küçük bir köyünde çoban. Ezanın çabucak bitivermesiyle kendini koca bir boşlukta bulurdu. Hayallerin sıcaklığı yerini kocaman bir boşluğa bırakırdı.
Sonra yatağından kalkar pencereden boğazı seyrederdi. Boğaz trafiğinin en az olduğu saatlerdi bunlar. Yavaş yavaş doğmakta olan güneşin, boğazda nasıl dans ettiği geldi aklına. Çocukluğunda yalnızca bunu seyretmek için daha güneş doğmadan çıkardı evden. Doğru boğazın en iyi görüldüğü yerlerden birine giderdi. Güneşin mavi sulara karışıp dansa başlamasıyla, onun için hayat dururdu. Gözleri suda bir balerin edasıyla, kıvrak ve zarif hareketler sergileyen güneşe dalar giderdi.
Bir an, gidip eskisi gibi boğazı seyretmek geldi içinden. Ama bu imkânsızdı. İşe gidip para kazanması gerekiyordu.
Her şeyden önce uyku sersemliğinden kurtulmak istedi. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. Birden havluya takıldı. Havlu anasının öldüğü günden beri burada asılı duruyordu. Elini uzattı almak için havluyu, ancak yapamadı. Sanki bir güç onu bu işi yapmaktan alıkoyuyordu. Fazla düşünmedi. Zira o havlu anasından kalan tek hatıraydı. Havluyu almaktan vazgeçmişti.
Yüzünü kuruladıktan sonra saatine baktı. İşe yetişebilmesi için daha 40 dakikası vardı. Daha var diye düşündü. Odasına geçip yavaşça üzerini değiştirdi. Aynanın karşısına geçip saçlarını kontrol etti. Artık evden çıkmaya hazırdı. Son bir kez daha camdan boğazı seyretti ve kendini sokakların serin yalnızlığına bıraktı.
Sokaklar henüz bomboştu. Bu onu gerçekten mutlu etmişti. Bundan istifade ederek yolun ortasından yürüyor, yerdeki tenekelere tekme atıyordu. Birden aklına kahvaltı etmediği geldi. Oysa annesi olsa kahvaltı etmeden bırakmazdı onu. Aklına köşedeki simitçi geldi. Aç kalmaktan kurtulmuştu.
Bunları düşünürken eski günleri hatırladı. Çocukluklarında içinde oyun oynadıkları konağın önüne geldi. Kocaman pencereleri, büyükçe balkonu ve yüksek tavanlı odaları geldi aklına. Okuldan çıkar çıkmaz buraya gelirler, evlerinden gizlice getirdikleri eşyalarla odaları donatırlardı. Zamanla odalardan birini içerisinde oturulabilecek hale getirmişlerdi. Evin alt katında buldukları küçük odun sobasını da getirip odanın ortasına koymuşlardı. Artık eski konak onların ikinci evleri olmuştu.
Babasına yakalandıkları günde yine odada toplanmışlar sohbet ediyorlardı. Babasının sesi o kadar sinirli idi ki kimse kalmamıştı odada. O babasının sesini duyar duymaz olduğu yerde donakalmıştı. Ne yapacağını bilmeden bekliyordu. Babası odaya girip de onu tek başına görünce çıldırmıştı. Daha tam olarak şoktan kurtulamamıştı ki babasının kocaman elini suratında hissetti. Olay o kadar çabuk gelişmişti ki bir anda kendini yerde bulmuştu.
O an yerden kalkmadan saatlerce ağlamak istedi kendince. Ama yapamamıştı. O günden sonra o eve girememişti…
Bunları düşünürken caminin yanına geldiğini fark etti. Hava aydınlanmıştı. Şehir derin uykusundan uyanmış, yeniden hareketlenmeye başlamıştı. Cami iki ana yolun kesiştiği bir noktada inşa edilmişti. Kocaman bir avlusu ve çok güzel bir şadırvanı vardı. Şadırvanın üzerini simsiyah kaplayan güvercinler sanki sabahın ilk saatlerinde telaş içindeki şehri rahatsız etmek istemiyormuşçasına sessiz bekleşiyorlardı. Caminin bu ilahi sukutu içinde bir grup insan şadırvanın etrafına toplanmış çaresiz gözlerle sessizce oturuyorlardı. Bir cenaze olabileceğini düşündü. Camiye yaklaştıkça bekleşen insanların bir kısmının tanıdık insanlar olduğunu gördü. İçinde tarifsiz bir merak oluşmuştu. Caminin kapısına geldiğinde gözüne abisi ve yengesi çarptı. Şadırvanın biraz uzağında oturmuşlar, ağlaşıyorlardı. Daha yedi-sekiz yaşlarındaki yeğeni de bir kenara geçmiş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.
Caminin kocaman sütunlarından birine yaslanan ihtiyar dayısıydı. Halası, kuzenleri, herkes buradaydı. Bir tek kendisi eksikti.
Bu esnada caminin ana kapısından sırtlarında tabut olan bir grup insan girdi. Onların tam önündeydi ama hiç biri onu fark etmemişti. Sadece geçenlerden birinin “Yazık çokta gençmiş” dediğini duydu. Bir başkası da “Zavallının birkaç ay öncede annesi ölmüş” diyerek karşılık verdiğini duydu.
İçinden yazık olmuş diye geçirdi. Yavaş yavaş tabuttan uzaklaşarak kalabalığa doğru yöneldi. Herkes onunla ilgili şeyler konuşuyordu. Anılarını anlatıyor sonrada hıçkırarak ağlıyorlardı. Hıçkırıklar sabah serinliğinde duvarlara çarpıyor yalnızlığa hapsoluyordu.
İnsanlar onu görmemişlerdi. Kimse onu fark etmemişti. Kalabalığın içinde ağlayan insanlardan biri bağırarak adını söylüyordu. Bu kişi çocukluk arkadaşlarından biriydi. Hemen onun yanına koştu. Ona sesleniyordu. Ne oldu, neden buradasınız diyordu. Ama yanıt alamamıştı. Çocukluk arkadaşı birden “o ölmemeliydi” diye bağırdı.
Caminin taş duvarlarında yankılanan sesi beyninin içinde uğulduyordu. Ama o ölmemişti. İşte ayakta sevdiklerinin yanındaydı. Niye böyle yapıyorlardı. Buradayım diye bağırıyordu. Ama kimse ona bakmıyordu. Bir daha boğazı seyredemeyecekti, sokağın ortasında yürüyüp tenekelere tekme atamayacaktı…
Ağlıyordu ama kimse onu görmüyordu…
huruf