- 537 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
T U N C A Y
T U N C A Y
Arkadaşlarla söyleşirken, çok güzel ve doğru fikirler alabiliyorum. Anar’la, İstanbul’dan ve geldiğim Rehabilitasyon Merkez’inden sözederken. “ Sen onların içinden geldin. Her şey yazıldı, anlatıldı. Ama orası, hala kapalı ve bilinmeyen bir dünya. O insanları anlatabilirsin.” Dedi. Evet, o kadar çok malzeme var ki… Diye düşündüm.
Her şeyin ötesinde, bu, benim insanlık görevim ve de borcum. Konuşabiliyorum, düşünebiliyorum, birikimlerim çok fazla, bilincim – farkındalıklarım var. Öyleyse susamam, o dünyayı – insanları içime gömemem. Zaman – zaman, birlikte yolculuklar yapacağız.
Evet.Tuncay’dan başlamak istedim. Çünkü, onun hastalığı, dünyayı bilmem ama ülkemizde yaygın bir sorunun sonucu. AKRABA EVLİLİĞİ. Sadece Tuncay da değil, birçok insanda tanık oldum buna.
Olcay ve Tuncay kardeşler. İkisinde de kas erimesi ve spasite var. Konuşamıyorlar. Olcay: Fiziksel olarak biraz daha iyi. Merkeze ilk geldiklerinde, Olcay yemeğini yiyebiliyor, bazı şeyleri yapabiliyordu. Gittikçe gerilemeye başladı. Çünkü bu hastalık ilerleyici ve bildiğim kadarıyla, tedavisi yok.
Tuncay ağabeyinden, çok daha zor durumda. Hiç oturamıyor. İncecik bedeni 12 – 13 yaşında gösteriyor. Oysa, 20’li yaşlarında. Güzel bir yüzü var. Hep gülümsüyor. Hayata küsmemiş. İnatla tutunuyor. Israrla, atölyede – bizim yanımızda olmak istedi. Ve oldu da.
Her şeyi anlıyor, duyuyor ve görüyor. Ama gözlerinden başka hareket ettirebildiği bir yeri yok, gün – gün eriyen bedeninde. Ona ulaşmaya çalışmak, ayrı bir beceri gerektiriyor. Ama yürekten istersen? Başarıyorsun.
Bir bebek kadar masum yüzü olduğundan. Ona, BEBEK ya da BEBEĞİM diyordum. Gözlerinin içi gülüyordu, bana bakarken.Düşüncelerini, isteklerini okumaya çalışıyordum. Sürekli konuşuyordum onunla.
Tekerlekli sandalyede oturamadığından. Bedenine uygun, sedye gibi, uzun bir arabası vardı. İki de bir, başı sarkardı arabadan. Benim gücüm yetmezdi, başını kaldırıp, arabasına koymaya. Hemen yardım çağırırdım.
Yemekhanede hep birlikte yemek yerdik. Ben, çok duygusal ve etkilenmelere açık olduğumdan. Belli etmesem de, o kadar üzülürdüm ki…Her birinin farklı hastalığı, sorunu vardı. Yüreğim taşıyamıyordu, gördüklerimi, duyduklarımı.
Çoğu kez, yemeğimi çabuk yiyip, kaçardım odama. Bazen de kalırdım. Yardım istenirdi benden. Tuncay: Yemeğini,ağzına almakta bile zorlanırdı.İstem dışı olarak, yemek kaşığını ısırır, bırakamazdı. Hemen yanına giderdim. “Çabuk bırak kaşığı ve hemen ağzını aç.” Diye, hafifçe sert çıkardım. Bana gülerdi. Bu arada da, hem kaşığı bırakmış, hem de ağzına yemeği almış olurdu.
Böyle, böyle yedirirdik yemeğini,bakıcısıyla. Zekiydi Tuncay. Konuşmalarımıza, paylaşımlarımıza, etkinliklerimize gülümsemeleriyle,çıkarabildiği seslerle katılırdı. Düşünürdüm.Herşeyi anlayıp, duyup, görebildiği halde,konuşamamanın. Hiç hareket edememenin, nasıl korkunç bir sıkıntı ve acı verdiğini. Ve onun, daha hayatının ilkbaharında, hızla ölüme koştuğunu. Üstelik bunu bildiğini düşünürdüm hep.
Ağabeyi Olcay, çok daha iyi durumdaydı. Ama karamsardı. Cep telefonuna, hep ölmek istediğini yazardı. İçimizden onu anlasak ta, güç ve moral vermek için, “Sen kardeşine örnek olmak zorundasın.Bak o senin gibi karamsar değil derdik.”Onu en iyi anlayan ve bize tercüme eden sensin. Hem şiirlerin – yazıların da var, belli bir bilince sahipsin.”Diye de, ben ekleyince, onunda yüzünde kocaman bir gülümseme belirirdi. İçimden, “TAM ONİKİDEN VURDUM YİNE. YAŞASIIN.” Çığlıkları yükselirdi.
Hep onikiden vurmak zorundaydım. Başka alternatifleri, çıkartmıştım sözlüğümden. Pozitif enerjime, çok ama çok ihtiyacımız vardı. Şimdi uzaklarda da olsam, sizleri unutmuyorum sevgili Tuncay.
Nilgün ACAR 13. 11. 2009 ALANYA
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.