- 675 Okunma
- 8 Yorum
- 0 Beğeni
220 - SALA
Onur BİLGE
Kuşluk vakti bir sala... Ardından da köyde birisinin öldürüldüğü anons edildi. “Çallı’nın torunu Fikret Haroğlu...” denince, babam kahvaltı masasından fırladı! Ne yapacağını bilmez bir vaziyette bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Annem de hayretten hayrete düşüyordu.
“Daha dün akşamüstü beraberdik, gölün kenarında. Kaç yaşında olduğunu sordum, “Yirmi dört...” dedi. Nasıl olur!.. İnanamıyorum!..” dedi babam. Annem:
“Kim inanır? İnanılacak gibi değil!.. Nasıl oldu acaba?”
Babam, biraz kendisini topladıktan sonra giyinip, köye kadar gitti. Bu arada, kimsede kahvaltıya devam edecek hal kalmadı. Çaylarımız bardaklarımızda yarım, yiyecekler masada, her birimiz bilinçsizce bir yere gittik. Tekrar mutfağa döndüğümüzde annem:
“Dünya hayatı, burada toplandığımız gibi bir araya geldiğimiz yer. Az önce, her şeyden habersiz, güle oynaya kahvaltı ediyorduk. Bir anda ölüm girdi araya, çil yavrusu gibi dağıldık! Baban köye, sen bahçeye, ben içeriye... Ölüm gelince, her şeyi böyle, kahvaltı masası gibi ortada, çaylarımızı yarım bıraktığımız gibi işlerimizi yarım koyup gideceğiz!”
“Ölüm olmasa!..”
“Adamın biri, önüne gelene:
Ölüm olmayan bir ülke var mı? Varsa ben oraya gideceğim!” diyip duruyormuş. Birisi demiş ki:
“Öyle bir yer var. O kasabada ölüm yok. İnsanlar orada bir ses duyuyorlar ve dağın ardından gelen o sese doğru koşarak gidiyorlar ve bir daha geri gelmiyorlar. Herkes ama herkes o ses geldiğinde işini gücünü bırakıp gidiyor.” demiş. Adam:
“Ölüm olmasın da... Ben o sese kulak asmam. Peşine düşüp gitmem. Deli miyim? Demek ki ölmemek bana bağlı, ölümsüzlüğe erdim demektir.” diyerek, pılısını pırtısını toplayıp, o kasabaya göçmüş.
Orada gerçekten ölüm yokmuş. Adı ünlenen, derhal kalkıp, o sesin geldiği yere doğru koşuyormuş ve kimseyi dinlemiyormuş. Bir daha da kendisinden haber alınamıyormuş. Oradakilere:
“Yahu, siz nasıl insanlarsınız? Biliyorsunuz ki o ses geldiğinde, giden geri gelmiyor, neden gidiyorsunuz? Gitmeyin!” diyormuş. Onlar da:
“Hep öyle diyoruz da adı söylenen koşup gidiyor! Durmak imkânsız! Burada yıllardır yaşanan bu!..” diyorlarmış.
Gel zaman git zaman, oraya alışmış. İş güç sahibi olmuş. Günlerden bir gün berbere gitmiş. Hem tıraş oluyor, hem sohbet ediyorlarmış. Berber, yüzünü köpürtmüş, sağ yanını tıraş etmiş, tam diğer tarafa geçecek, adam demiş ki:
“Dur, arkadaş!.. Beni çağırıyorlar! Bırak beni, gideceğim!..”
“Dur, acelen ne? Sol tarafını da tıraş edeyim de öyle git! Böyle yarım olur mu?” dese de berber, onu kimse tutamamış! O halde, yüzünün yarısı tıraş edilmiş, yarısı köpüklü; koşa koşa gidip, dağa tırmanmaya başlamış. Ardında kaybolup gitmiş! Bir daha da kendisinden haber alınamamış. İşte ayı onun gibi ecel geldi mi yarım iş falan dinlemez!..”
“İnsanın doğasında ölümsüzlük duygusu var. O nedenle hiç ölmeyeceğini sanır. Hatta yıllarca ölümsüzlük iksirleri aranmış, ne yollar denenmiş! Lokman Hekim’in bulduğu ama formülünü kimseye vermediği söylentisi yayılmış. O formülün altında ibret verici bir kıssa vardır, mutlaka. Ölümden kurtuluş var mı? Mümkün mü?”
“Yok olmak yok; bir süreliğine, toprağın altına girmek, o kadar...”
“Firavunlar da ölümsüzlük peşinde tükettiler ömürlerini. Hatta eşlerini, sevgililerini, hazinelerini de yanlarında götürdüler güya... O piramitleri o nedenle diktirdiler. Kimisi: “Ben sizin yüce rabbinizim!” dedi tebaasına. Bunlardaki nefsin ilahlaşması... Her şeye sahipler, herkese boyun eğdiriyorlar, öyle bir an geliyor ki kendilerini ilah sanıyorlar ama ölümden kurtulamıyorlar. Allah’tan kaçmak mümkün mü?”
“Bir ayet var: “Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir, son derece sağlam kaleler içinde de bulunsanız yine kurtulamazsınız.” Düşünmek lazım...”
“İnsan, yerçekimine bile yenik düşüyor. Yer, çekecek, öğütecek, kaçış mümkün değil! Beden, insan tortusu, dibe çökecek!”
“Yer, insanı yer. Ölümden kurtulmanın çarelerini arayanlar, o zamana kadar yapmaları gereken hayır hasenat gibi iyi amel ve emirlerden kurtulmak isteyenler, firavunlaşanlar... Ölümden habersiz, gaflette, hayatlarını düşüncesizce harcarlar, bir de bakarlar ki köşeye sıkışıvermişler!.. Ya hastalık almış yakalarını ya da ansızın gelivermiş, Azrail!.. Sermayeleri olan ömür bitivermiş!”
“Fikret’e ne oldu acaba? Neden ölüverdi? Akıl alacak gibi değil!”
“Anlayamadık ki! Dün babanla göl kenarına inmiştik. Oradaydı. Kimin aklına gelir? Yalan dünya! İnsanlar da yalan! Dün vardı, bugün yok! Bir ara masamıza geldi. Askere gitmiş gelmiş, evlenmiş; iki yaşında bir kızı varmış. Eşi beş aylık hamileymiş. Şuradan buradan konuşurken, baban ona ne iş yapmakta olduğunu falan sordu. Antalya’da market işletmiş, iki sene. Sonra yapamamış, kapatmış. Şimdi de babasına:
“Arazilerinden, bana düşecek kısmı şimdiden ver! Ben satacağım, zeytinyağı fabrikası kuracağım.” diyormuş. İnsanın gözünü hırs bürüdü mü aza kanaat etmez. Dünyayı götürmüş mü var? Hayat, tul-i emel peşinde koşacak kadar uzun değil. Ecel, ‘genç ihtiyar’ demiyor!”
“Rabia Adeviyye’nin hayatıyla ilgili notlarımı okuyorum da Hasan Basri Hazretleri’nin bu konuda dedikleri geldi aklıma:
“Azrail, her eve günde üç kere nazar eder. Kimin rızkı kesildiyse, ömrü bitmiş demektir; onun ruhunu alır. O zaman oradakiler ağlamaya başlarlar. Melek giderken adeta şöyle der:
“Her biriniz için tekrar tekrar geleceğim. Bu benim son gelişim değil. Hepinizi alıp götürünceye kadar kadar buraya gelip gidişim bitmeyecek.”
Hane halkı bu sözleri duyabilselerdi, ölene değil, akıbetlerine ağlarlardı.” Çok etkilendim! Bu sabah da sala verilince, gencecik adam devrilip gidince...”
“Uzun bir ömür yaşamak mühim değil. Zamanın farkına vararak yaşamak önemli. İnsan, kaçmaca kovalamaca, bir hengâmenin içinde yaşarken, yaşadığını bile fark edemez. Zamanın değerini nasıl fark etsin? “İnsanlar uykudadır, ancak ölünce uyanırlar.” diyor, Efendimizden işitmiş de Hazreti Ali Efendimiz.”
Hazreti Ömer de: “Ölüm, en iyi nasihattir.” demiş, O konuda çok Hadis asıllı söz var. “İnsana, nasihat olarak, ölüm yeter.” “Meşguliyet olarak ibadet yeter.” “Zenginlik olarak, şüphesiz inanç yeter.”
"Abdullah Ed-Dustari Hazretleri de diyor ki: “Duvara dayanma yıkılır, insana güvenme ölür, Allah’a dayan ki, ezeli ve ebedidir.”
Hazreti Ömer, bir adam tutmuş, kendisine her gün ölümü hatırlatması için. Karşılığında, her hatırlatışında bedelini vermiş. Adam bir gün yine:
“Ya Ömer, ölüm var!..” diyince. Hazreti Ömer:
“Artık bana hatırlatmana lüzum kalmadı. Bu sabah, saçımda bir ak gördüm. Bana her gün ölümü hatırlatacak.” demiş.”
Biz konuşurken babam geldi. Daha sormadan anlatmaya başladı. Ben de konuşulanları ana hatlarıyla kaydetmeye koyuldum. Gerçek hayatın içinden kesitlerdi, an be an yaşamakta olduğumuz:
“Akşam, bizden ayrıldıktan sonra doğru evine gitmiş. Yemekten sonra fenalaşmış. Hazımsızlık hissetmiş. Kendisini iyi hissetmediğini söylemiş. Kalkıp babasının evine gitmişler. Orada çay içmişler, meyve falan yemişler. Yine arazi konusu açılmış. Tartışma çıkmış. Bir sigara yakmış, mutfağa gitmiş. Tekrar çay almak için bardağa uzanmış, elinden sigarası da bardak da düşmüş, oracığa yığılıvermiş. Kalp!..”
“Allah, taksiratını affetsin! Mekânı cennet olsun! Olacakla öleceğin önüne geçilmez! Vade gelmiş. Ölüm gelmiş, baş ağrısı bahane...” diyerek, babamı teselli etmeye çalıştı, annem.
“Aile perişan!.. Ateş, düştüğü yeri yakıyor!.. Feryat figan!.. Kalabalık! Bütün köy orada!”
“Canına can mı katacaklar? Olan olmuş bir kere! Ağıt yakma âdeti hâlâ yaşıyor, köylerde. Şehre ölüm beyaz, buralarda kara geliyor.”
“İçimizdeki ölümsüzlük hissi nedeniyle zannediyoruz ki ölüm, başkaları içindir ya da bize gelmesine daha çok zaman vardır. Onun için henüz çok erken olduğunu düşünerek, biraz keyfimizce yaşadıktan sonra, ibadete başlamayı düşünüp, asli görevlerimizi erteleyip duruyoruz. Zaman zaman; hayatın ansızın bitivereceği, bugünün işini yarına bırakmamamız, görevlerimizi biriktirmememiz gerektiği, sonra altından kalkamayacağımız düşüncesi ve yarına çıkamayabileceğimiz aklımıza gelse de o işi de yapıvermek, bu işi de halledivermek bizi oyalıyor, dünyanın çarkına takılıp kalıyoruz. Bir de vade tayin ediyoruz, zaman belirliyoruz, ‘kırk yaşına geldiğimde’, ‘kızımı evlendirdiğimde’, ‘hacca gittiğimde’ falan diyerek... Hep, daha erkendir. Hep zamanı vardır. Nereden biliyoruz, zamanımızın olduğunu?”
“Nefeslerimiz sayılıyor! Ölüm tehir edilmez, öne de alınmaz! Azrail, telgraf çekmez! Beyin kanaması, kalp krizi; trafik, iş veya ev kazası… İlle de hasta veya yaşlı olmak gerekmez ki ölmek için.”
“Dedesi yatalak, ağır hasta... “Sırada o var...” diyorlardı, gencecik torun... Yatan ölmez, vadesi yeten ölür! Ölüm sıraya bakmaz.”
“Yaşlar kemale erdi. Ecel, yatarken yastığın altında, kalkınca karşımızda! Bizim tabutlarımız çoktan evin içine girdi. Odamıza belki de... Ne kadar da rahatız!”
“Bir gün Hazreti Ömer camiye giderken, sekiz yaşında bir çocuğun koşa koşa, soluk soluğa geldiğini görür:
“Neden koşuyorsun? Nereye gidiyorsun?” diye sorar.
“Camiye gidiyorum.” der, çocuk.
“Neden acele ediyorsun? Hem sana namaz henüz farz değil ki!..” deyince:
“Öyle deme! Dün, bizim mahallede yedi yaşında bir çocuk öldü!..” diye cevaplar ve yoluna aynı hızla devam eder.”
“Ölüm var, ölüm, gülüm!.. Ölüm, doğumda gizli... Her doğan bebek, solucanın, tarla farelerinin, böceklerin, karıncaların besini olarak dünyaya gelir.”
“Hayat, buza yazılıdır; ölüm, kayaya kazılı!..”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 220
YORUMLAR
Gerçekten okunası ve hisse alınası bir yazı akıcı güzel bir anlatım
ve ölüm bir nefes kadar yakın hepimize
lakin korkulası değil
ölüm inanan için ölüm inanmayan için zulümdür
"her canlı ölümü tadıcıdır"
sadece canlımı cansız sandığımız tüm yaratılanlar ölümü tadıcıdır
"hiç ölmeyecek gibi çalış yarın ölecekmiş gibi ibadet et"
bu sözler bize nasıl yaşamamız gerektiğini zaten anlatıyor ve elbette bunun belli bir sırası olup olmadığını bizler bilemiyoruz
hani derler ya yaş otuz beş yolun yarı
böyle bir kavram olmadığına inanıyorum bir canlı dünyaya geldiği andan itibaren yokuş aşağı koşar durur her nefes ölüme giden bir adımdır
ha bunları düşünürsek dünyevi işlerden vaz mı geçmemiz gerekir asla önemli olan nekadar uzun yaşamak değil ne kadar kaliteli yaşamaktır
çok güzel bir yazı okudum Sayın BİLGE
tüm canlıların kalan ömürlerini kaliteli bir şekilde yaşamaları dileğimle saygılar.
Ölüm gelince, her şeyi böyle, kahvaltı masası gibi ortada, çaylarımızı yarım bıraktığımız gibi işlerimizi yarım koyup gideceğiz!”
evet vakti geldimi gidecegiz
nerde ve nasil öleegiz allah biliyor.
hepimze hayirli ölümler asip etsin insallah Allah.
Bir ayet var: “Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir
evet.tartismasiz.
Olacakla öleceğin önüne geçilmez! Vade gelmiş. Ölüm gelmiş, baş ağrısı bahane...” diyerek, babamı teselli etmeye çalıştı, annem.
cok güzeldi.
yazilarini kcirmamak cok önemli benim icin.
bazen cok gc okusamda kesinlikle en sevdigim yazarsin her bölümünü er gec okudugum.
yüregine saglik
sevgilerimle
İşte ayı onun gibi ecel geldi mi yarım iş falan dinlemez!..”
İşte( aynı ) olacak.N harfi azizlik etmiş.
Belki de iyi etmiş,doğruyu söylemiş.AYI demiş.
Ayılara hitabetmiş.Yani ayılık yapmayın siz insansınız demek istemiş.
Evet ecel geldi mi yarım iş tam iş dinlemez.
Ne hikmetse kimselere söz dinletemez.
Kutlarım.
feyzi kanra tarafından 11/14/2009 2:23:22 PM zamanında düzenlenmiştir.
Adamın biri sürekli taksitli borç yaparmış.Kendince borçlarını düşündükçe zamanım var dermiş.Onları ödeyene kadar ölmeyeceğini zannedermiş.Biri biter taksitlerinin hemen öbürüne başlarmış.Biraz tebessüm ettirmek istedim...
Ölümden kaçış ne mümkün...
“Ölüm var, ölüm, gülüm!.. Ölüm, doğumda gizli... Her doğan bebek, solucanın, tarla farelerinin, böceklerin, karıncaların besini olarak dünyaya gelir.”
_ “Hayat, buza yazılıdır; ömür, kayaya kazılı!..”
ahhh ONUR BİLGE HANIMEFENDİ ahhhh
ÖLÜM insanı ne çok ürpertiyor.oysaki imanı güzel olan itikatı sağlam olana en büyük saadet.Rabbim imanı itikadı sağlam kullarından eylesin cümle Muhammed ümmetini.rabbimin rızasını en iyi şekilde kazanıpta cemalini görmeyi nasip ederde.paygamber efendim sav şefaatine mazhar olamyı bize nasip etsin.verdiği emanetinin bizlere hakkını vermeyi nasip etsin.allaha emanet olunuz.sevgiler,saygılar.