Bir Dosta Mektup(Cevaben-3-)
Sevgili Dost
Şunu samimi olarak söyleyeyim, inan “ilaç” gibi satırlarına, her seferin de cevaben geç kalmışlığıma mazeret sayma hususunda, tırnak içinde “şaka” olarak adlandırdığım türlü, türlü laf şaklabanlıkları ile yüzsüzlük sınırlarını zorlasam da, bazı şeyler bir araya gelmeyince, bazı şartlar oluşmayınca, olmayınca olmuyor. Çalakalem, klişe laflarla, ısmarlama ruhsuz satırlar la, yeni kurulmuş bir dostluğun temelini çimento yerine, “talaş tozu” ile doldurup, ömrünü kısaltacağıma, varsın üç beş gün geç cevap yazayım da, yeter ki uzun ömürlü olsun bu “dostluk” diyorum.
Bazen cinlik yapar insan, geç kalmışlığının verdiği suçluluk duygusunu bastırmak, zevahiri kurtarmak için “ulan kelli felli bir giriş yapayım, araya bir hal, hatır sorayım, canım, cicim yıkayayım, yağlayayım” hop yolla gitsin, nasılsa postaya da para vermiyoruz. Hâlbuki bilirsin ki, karşındaki kişi bir “gönül erbabı” ise bunu yemez. Bilirsin ki karşındaki kişi bir “gönül erbabı” ise o gün ona diyeceğin içten bir “naber ulen” bile, onun için onlarca satıra değer. Karşındaki kişi bir “gönül erbabı” ise böyle bir “riya” bataklığın da çamur banyosu yapmaya tenezzül etmezsin, edemezsin, romatizma ağrıların ne kadar dayanılmaz olsa da. Zaten tenezzül edenler ya o çamur da boğulur gider, ya da ömrü boyunca o çamurun izi hiç çıkmaz üzerlerinden. Böyle bir riski almaya karakter olarak asla cesaret edemem. İşte bu yüzden cevaben gecikmelerimi hoş görmeni rica ediyorum. Zira önceki iletilerimin başlarında saydığım dünyevi mazeretler koydukça, koydu üstüne.
Olurdu ya okul yıllarında; ilk derse geç kalırsın yalan hazırdır, “örtmenim annem hastaydı kalkamadım”, diye. Sanırım bu gibi öğrencilik yalanları bizim toplumumuza özgü yalanlar olsa gerek. Annen hastaysa sen kendin kalksana kerhaneci. Geçenlerde bir haberde okumuştum, yabancı çocuklarla bizim çocukları kıyaslıyordu. Haberde yapılan kıyaslamada, bir yabancı çocuğunun herhangi bir restoranda servisini bile tabldot’tan kendisi alırken, bizim annelerin eşek kadar çocuklarına masada hala “aç bakayım oğlum ağzını, ham yap bakayım” diye bebek muamelesi yapmasının ilerde nasıl bir “özgüven” sorununa yol açabileceği irdeleniyordu. Annelerimiz mi çok duygusal, yoksa yabancı anneler mi fazla ruhsuz bilinmez, lakin toplum olarak bizim çocuklarda bir “özgüven” eksikliği olduğunu kabul etsek, yalan da olmaz hani. Neyse konuyu dağıtmayayım istersen, dediğim gibi “annem hasta” yalanını öğretmene yedirirsinde, şayet kalender biriyse gargara yapar. Bilemezsin o gün ki masum yalanın gün gelir gerçeğin olur. Yıllar sonra kâh anan “şeker hasta” sı dır, kâh baban ise “felçli” .
Olur ya sabah uyanamaz işe geç kalırsın, “nerdesin yahu” deseler, bahanen hazırdır, “ bir trafik, bir trafik aman, aman” . Yalan mı anasını satayım. Arabayla gideceğin bir yere bazen yayan daha çabuk gitmiyor muyuz? Hatırlarım bir senesi valide memleketten geliyor uçakla. Havaalanından almaya gittim kendisini, 20 km.lik yolu, tam iki saatte geldik eve. Hâlbuki 1000 km.lik yolu bir saatte gelmişti valide hanım.
Bazen işyerinde bir işi eksik, yanlış yaparsın, “ne yapıyorsun yahu” deseler, bahanen hemen hazır, “off of kafam o kadar karışık ki sorma gitsin” .Gerçi bahane de değil “gerçeğin ta kendisi” dir o.
Bazen de öyle zor durumlarda kalırsın ki, yalan bile bulamazsın bahane diye. Mesela amcan rahmetli olmuştur, kardeşi için emri hak vaki olduğunu tansiyon hastası felçli babana hangi yalanla anlatırsın, anlatamazsın. Ya ne yaparsın; çok zor bir durum ama bir elinde tansiyon hapları, arkanda sakladığın tansiyon aleti ile “mukadderat baba” mukadderat dersin çıkarsın işin içinden. Eee herkes kaderine razı olacak, bizde.
Ulan bırakmıyorlar ki, bir ağız tadıyla “hasbıhâl” edelim, yok, yok öyle demeyelim biz gene “kader” diyelim. Şimdi bir, bir sayıp ta burayı “ağlama duvarı” na çevirmek gibi bir densizlikte bulunmak istemiyorum. Lakin tövbe hâşâ isyan sayılmasın, bazen “nimet”, “ganimet”, “külfet” kavramları hep birbirine karışıyor. O zaman insanın aklına imanın şartlarından “Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine iman etmek” maddesi geliyor da “Rabbim sen beterinden koru” deyip, deyip şükürler ediyorum. Her ne kadar insanoğlu için “elektronik beyin”, “çelik bilek”, “taş kalp”, “beton mide”, gibi bazı biyonik, kavi sıfatlar yakıştırılsa da altı üstü hepsi “et” ve “kemik” işte. Bu yüzden kaldıramadığı yerlerde hepsi birer, birer “S.O.S” veriyorlar. O çelik dediğin bükülmeyesi bileğin ekmek hamuru gibi koy veriyor kendini. Sanki midene taş oturmuş sanıyorsun, öğütemiyor, sanki beynin “takoz” kesilip düşünemiyor, sanki kalbin “pompa” olup sadece nefes verip almaya yarıyor, yoğunlaşamıyor. İşte bu anlarda, insan kendini toparlayabilmek için “inziva” ya çekilmek istiyor. “Güldürme beni” dediğini duyar gibiyim. Gülme dostum gülme, inan böyle oluyor.
Yok ki dededen kalma şöyle eski, püskü, yıkık, dökük bir bağ evimiz, “nohut oda, bakla sofa”, biraz inzivaya çekileyim. Penceresinde “kumru yuvası”, guguk sesleri ile kafamı dinleyeyim, biraz kendime geleyim. Ne telefon, ne bir televizyon, varsın elektriği de olmasın. Ama içinde bir kuzine sobası, ön bahçesin de ise mutlaka ”Kocaçınar” ağaçları olmalı. “Aşiyan” a dönmüş dallarında şakıyan sakalar, kırlangıçlar isimlerini dahi bilmediğim kuşlar cıvıl, cıvıl cırıldasınlar her biri ayrı telden. Bülbülü olmasa da olur. Olmuşken az aşağısında küçük bir gölü de olmalı. “Asuman” ı andıran “asude” sularına baktıkça huzur bulduğun, huzur buldukça gözlerini ayıramadığın. Gölün içinde küçük bir kayığı olmalı, küçük ama en az iki kişi almalı. Arada bir sandala atlayıp dingin sularında, kâh kürek çekeceksin, kâh balık avlayacaksın. Arka tarafı ise bir tepeye bakmalı, sırtını yaslayacağın bir dost gibi, rüzgârlara, fırtınalara perde olsun diye, sadece sesini duyacaksın rüzgârın, hoyrat bir melodiyi ıslıkla çalar gibi. Tepenin üzerinde sevimli bir ormanı olmalı, bırak gündüzü, geceleyin bile ürkütmemeli insanı. Ağaçların dalları güneş ışıklarına müsaade edecek sıklıkta olsun, gövdeleri ay ışığında tek, tek sayabilesin de, varsın içinde çakalı da olsun tilkisi de.
Ahh ah. Hele, hele de birde mevsim de “sonbahar” sa. Elin de bir kazma olsa “palet” niyetine, tırmık olsa “fırça” niyetine vurdukça toprağa, sanki yağlıboya bir tablo yaptığını sanırsın. Bahçede baltayı salladıkça kütüğe, yardığın odun değil de sanki bir “heykel” in son rötuşlarını yaptığın hissine kapılırsın. Hani olmaz ya.
Gerçek mi, gerçek ise koca bir “yalan”. Ne kadar hayallerine, fantezilerine birer, birer “mavi boncuk” dağıtıp, konfetilerle, balonlarla süslesen de karşında, o “kalender” ilkokul öğretmenin yoktur artık. Gerçek ketum bir müdür muavini gibi bağırır, azarlar seni “seni gidi yalancı seni”.
Sen ne kadar “hayır, hayır iftira bu iftira” desende “hard diskin” de kazılı “sık kullanılanlar, geri dönüşüm kutusu, belgeler” seni ele verir. Gerçek azarlarken birde hesap sorar, sen kıvır da kıvır.
-Ulan anandan cep telefonuyla mı doğdun kerata,
-Yok, be abi daha “3G” bile değil
-Bakıyorum da bir tuvalette televizyon yok
-Yok, be abi daha salondaki “LCD” ekranın taksitleri bitmedi,
-Kime oy verdin bu seçimde de bakimm
-Ne bilim abi “Ağyar” dediğimiz hıyar çıkıyor
-Keseyim mi internetini ha keseyim mi, ?
-Aman ha, gözünü seveyim abi, ne yaparım sonra
-Nasıl geçirdik bu hafta size ama
-Çüş, abi biraz ayıp olmadı mı şimdi, ne yani penaltı değil miydi o hareket
-Kees, kısa kes, kaça aldın onu, ötekini ne yaptın
-O da duruyo, indirim vardı da, hem de kredi kartına 10 taksit kaçırmayayım dedim
Damarlarında promil limitinin çok üzerinde alkol dolaşan “ keş” e dönmüş bir beden ile hazan aşığı “çileli” bir ruhun kavgaları, savaşları, gürültüleri bunaltır ya insanı, işte onun gibi bir şey bizimkisi. İki katlı bir “taç mahal”in, alt katında kelepir kiracı, sen, üst katında yaramaz bir çocuğu olan “evsahib” in. Ağzı kapalı şişede çalkalanan su-zeytinyağı karışımı sıvı gibi hem sarmaş dolaş, hem ayrı, gayrı. Ne yardan, ne serden vazgeçebilir insan, Gerçekte; şehrin, trafiği, keşmekeşi, belası, boku püsürü, dedenin olmayan o bağ evinin asude gölünden, yaman tepesinden, ahenkli ormanından daha ağır basar. Göze alamazsın bazı şeyleri.
Tüüü! Yazıklar olsun bana.
Dur bari vicdanımı da rahatlatayım “evet, evet itiraf ediyorum, seviyorum, özellikle bu şehri, kullanılmış prezervatif gibi denizanası kaynayan sularını, lambaları kesik, balgam tükürülmüş ara sokaklarını, Arnavut kaldırımı eski yollarına inat, yamalı asfaltla kaplı ana arterlerini. “Toplu taşıt” aracı denilen “toplu tabut” larında sabah işe gitmeyi, marketinden hormonlu sebze, meyve almayı. Maalesef seviyorum bu şehri”
İnzivaya mı çekilmek istiyorsun ?
Gece yatağa girip de gözlerimi kapatmadan önce bir “ayetel kürsi” okuyup, peşine elde tespih “Allah hu” diye, diye uyuduğumda, ey büyük Allah’ım, meğer dedemin ne kadar çok “bağ evi” varmış benim
Ya işte böyle sevgili dost. Gözlerinden öpüyorum
Baki selam
İsmet BABAOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.