- 850 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
219 - DAVET
Onur BİLGE
Aşk; yalnızlık ve anlayışsızlığın doruk noktasında, Allah’a isyan, zulüm ve işkence son raddeyi bulmuşken, farkında bile olmadan karşımda buluverdiğim bir armağanıydı, Allah’ın. Öyle bir armağan ki sihirli bir mahlûk... Bir bakıyorsun, dünyanın en göz alıcı varlığı şekline bürünüyor, aklımı alıyor; bir bakıyorsun, engerek misali boynuma dolanıp, soluksuz bırakıyor!.. Bazen diyorum ki:
“Orman yangını gibi dolana dolana yol alan, kasan kavuran, onca ateşi yakan bu mu?” Bazen de: “Ya Rabbi! Bu güzelliği nasıl yarattın?!..”
Her halükârda hayret ender hayret haller içinde kalıyorum! Gözlerim, her yerde o güzelliği arıyor, çılgın gibi! Gözlerimi kapattığımda derim oluyor, değil tamamının, bir kısmının kaybıyla öleceğimi sanıyorum! Sıyıramam, atamam; dürüp çekmeceye katamam! Zavallı, yerinden kalkamaz bir sarmaşık halindeyim ve o, yanımda kupkuru bir sırık belki, asla yeşermeyecek; fakat ona sarılarak ayakta durabiliyorum ve yapraklanabiliyorum. Ne kökümden çıkabiliyor, ne ondan uzaklaşabiliyorum. Kuruluğunda kurumaya başlıyorum, çaresiz.
Bu arada, mutlaka yukarılardan, İlahi Âlem’den beni çağıran bir Zat var ve kalabalık ormanda yer aralayıp, O’nu görmem gerekiyor. Orada verdiğim mücadele, iflahımı kesiyor!..
Bir ara aralanır gibi oluyor, etrafımdaki kocaman ağaçların gümrah dalları, bir parçacık ışık sızıyor, avuç içi kadar gökyüzü ve o anda kamaşıyor gözlerim, güneşin nurundan; dallarıma can geliyor, yaprakların bayram ediyor, çiçekler açıveriyorum çılgınca bir sevinçle!
Önemi kalmıyor hiç bir şeyin, sırığın da... Bir hamle daha yapıyor, dal kol atıyorum sağa sola ve tırmanıp çıkıveriyorum; yedi kat göklerin, engelsiz, kesintisiz ve net görülebildiği yerlere! İşte oradayım artık!.. Olmamın emredildiği, boyun eğip, tüm yüreğimle olmayı arzuladığım yerde!.. Ölsem de gözüm açık kalmaz!.. Kurusam da, o güzelliğin seyrinde, aşkların en derininde; derimde binlerce yara bere; hatta derim de olmasa, derinin derinindeki mutluluklara gark oluveriyorum ve diyorum ki:
"Ya Rabbi!.. Sen varsın ve Seninle birlikte hiç bir şey yok!.. Sen, yalnız Sen ve hep Sen!.. İstersen ödül ver, istersen ceza, azap... Bana “Kulum!" de, yeter! Ne olur, Ya Rab!..
Yüksek ruhlu, imanı güçlü şairler için kul aşkı tramplendir. Oradan Allah Aşkına atlarlar ve tramplenin işi biter. O aşk okyanustur. Dibi bucağı bulunmaz! Dalınca kıyı da tramplen de aranmaz.
Şarkılar dinliyorum, şarkı sözleri kalıyor ezberimde. Anlamlarının içinden anlamlar çıkarıyorum. Şiirler okuyorum, aşka dair. Şiirlerin birkaç kat anlamlarına varıyorum. Giderek epey bir birikime sahip olduğumu anlıyorum ve yazmaya başlıyorum. Önceleri, bana yabancı gelen bir dille yazmakta olduğumu fark ediyorum. Eskiden kullanılan, Orta Asya’da halen kullanılan sözcükler geliyor diline ve kalemimden çıkanları okuduğumda bambaşka bir Türkçeyle karşılaşıyorum. Sanki Özbek Türkçesi... Özbek Kolu’ndan geldiğimizi hatırlıyorum. Genetiğimden mi geliyor, yoksa bana ruhani bir kanaldan Buharalı bir şair veya şaire mi yazdırıyor?
“Bu şiirleri ben yazmış olamam. Galiba bunlar bana yazdırıldı.” diyorum birilerine ama onlar beni anlayamıyor.
Sonra bırakıyorum şiir okumayı, sadece yazıyorum, başkalarının etkisinde kalmamak, taklitçi değil, kendim olmak için şiirde ve giderek kendi üslubumu buluyorum.
Şiir, aşk gelir gelmez gelir; eline kalem alan kaydeder, almayansa hisseder, söyler ve kaybeder. O nedenle âşık olup da şiir söylemeyen yoktur, yazmayanlar vardır. Şiir, ulvi duyguların dile gelişidir. Her âşık, fırsat bulduysa, bulabildiyse, sevgilisine; bulamadıysa kendi kendisine şiir söylemiştir. Çünkü artık onun ağzından çıkan her sevgi sözü; iyi veya kötü, kaliteli ya da değil, şiirdir.
Rabia da muhakkak ki şarkı ve şiir dinlemiştir. Özellikle ney üflemekte olduğu dönemde, şarkı da söylemiştir. Şarkı sözleri de manzum olduğu için, doğrudan hiç okumamış olsa bile, şiirle tanışmamış olduğu söylenemez. Mutlaka çalarken terennüm etmiştir. Şiir yazmaya başladığına göre, ruhunda var olan yetenek, o zamanlar dışarıya çıkmış olmalı. Hatta epey de olgunlaşmış. Şark musikisi, ruhunu etkilemiş, sonsuzluk duygusunu yüze çıkarmış olmalı ki bir şiirinde:
"Ey benim Sevincim, İsteğim, Desteğim!..
Ey benim Yoldaşım, Kuvvetim ve Bütün Dileğim!
Kalbimin ruhu Sen, ümidi Sen, dostu Sen!
Yol boyunca bütün azığım Senin iştiyakın
Sen olmazsan Ey Hayatım,
Ben bu genişlikler içinde perişan olmazdım.
Senin kaç iltifatına mazhar oldum,
Kaç bağışına, kaç iyiliğine nail oldum.
Şimdi ise bütün dileğim, bütün zevkim,
Ey Kalp Gözümün Bütün Cilası, senin sevgindir.
Yaşadıkça Senden ayrılmam.
Çünkü Sen kalbimin içindesin
Sen benden hoşnut isen, demek ki Ey Kalbimin Serveri
Ben de mesudum." diyor.
Bazen kula yazılmış gibi görünen bir şiirin aslında Allah’a, Allah için yazıldığı sanılanın ise kula yazılmış olduğu, birinin diğeriyle gizlendiği görülür. Özellikle evli veya tutucu bir çevrede yaşamakta olan kişiler, sevgililerine olan hislerini rahatça ifade edemez, aşklarını Allah Aşkıymış gibi İlahi tarzında ya da ortadan, yuvarlak laflarla dile getirmek zorunda kalırlar. Bu şiir, bir kul içinmiş gibi görünse de Allah için yazılmıştır. Yoldaşı, Allah’tır.
Rabia zamanla, dünya ve içindekilerin sevgisini kalbinden çıkarmayı başarmış ama bunun için de az mücadele etmemiş. Ara sıra hatıralar onu dünyevi sevgilere çekip götürmeye uğraşsa da Allah için yazmaya çalışarak, içsel savaşına devam etmiş. Bu şiirini de o iki arada bir derede kaldığı zamanların hemen sonrasında yazmış olmalı.
Şairler, hissetmeden yazamayacaklarına göre, şiirlerindeki zevk ve sefaya dair duygular, vuslat arzusu gibi istekler, ya seyredilip öğrenilerek ya da yaşandığı için hatırlanarak, özlem içinde kaleme alınır. Özellikle yaşananlara arzu duyulur. O nedenle Rabia da aşka dair benzer şeyler yaşamış olabilir. Allah Aşkı, kul aşkı yaşanarak öğrenildiğine göre yaşamış olma ihtimali daha güçlü. Bu dönemi, belki de geçiş dönemiydi. Dünya hayatına veda, kul aşkını merdiven olarak kullanmak, İlahi Aşka geçiş ve bir tekme vurmak merdivene...
Akşamın karanlığının indiği, elin ayağın çekildiği zamanlarda bir hüzün çöker yalnız kalan âşıklarınve şairlerin içine. Hele hele gece olunca, sessizliğin sesi cızırdamaya başlayınca kulaklarında, gökyüzüne bakınca, kendileri gibi yalnız olan yıldızları görürler. O zaman düşünürler; uyuyanları, uyuyamayanları, acı çekenleri, kavuşanları, sevişenleri... Bu şiiri, herkesin uyuduğu zaman; bağlarda bahçelerde, konaklarda köşklerde veya Übülle Nehri’nin kıyılarındaki hurmalıklar arasında geceyi, insanların rahatsız edici bakışlarından uzak, rahatça yaşayanları anımsayarak, onların yaşadıklarıyla, içinde bulunduğu durumunu kıyaslayarak yazmış olmalı.
‘Hükümdarlar kapılarını kilitlemişlerdi’ derken, padişahların halkla ilgiyi kestikleri zamana değiniyor. Bu, gecenin öyle bir zamanı ki gün içinde bile padişahlara ulaşmak o kadar zorken, o anda imkânsız! Saraylarına çekilmişler ve kapılarını kilitlemişler. Oysa onun sevgilisi, Kayyum’dur. Daim uyanıktır. Bir an gaflete dalsa, uyuklasa, yer gök birbirine kapışır, kıyamet kopar!.. Rabia, öyle bir Sevgili’ye hitap etmektedir ki kapılarını kilitleyip, asla uyumaz, uyuklamaz!..
Öyle bir Padişaha anlatmaktadır ki derdini; gece gündüz sarayının kapıları kapanmaz, ardına kadar açıktır ve önünde nöbetçiler yoktur. O’nun huzuruna çıkmak zor değildir, arzu eden herkesi huzuruna alır, derdini dinler. Hele geceleri, hele her gecenin değişen zamanlarında hacet kapılarını en az bir defa mutlaka sonuna kadar açar ve duaları kabul eder. O saate ‘İcabet Saati’ denir. İşte Rabia Hazretleri, âşıkların kavuşmak için sabırsızlık ve arzuyla bekledikleri gecelerden birinde Sevgili’siyle baş başa kalmanın hazzını yaşamaktayken demiş ki:
“Her sevgili sevgilisiyle baş başadır. İşte, ben de Senin huzurundayım!” Yani: ‘Benim, kavuşmak arzusuyla yandığım, Sensin!’
Şehirlerin ışıklarının söndüğü zamanlarda veya şehir dışında, buharlaşmanı fazla olmadığı berrak gecelerin en siyahında daha parlak olur yıldızlar. Hasretle geceyi beklemekte olan âşıklar, vuslat kadehlerinden kana kana aşk şarabı içerler. Salikler, Allah’ın adını tekrarlaya tekrarlaya kendilerinden geçer, aşk sarhoşu olurlar. Rabia da bunu anlatmaya çalışıyor ama şiirindeki benzetme onu ele veriyor, dünyayı tamamen unutamamış olduğunu zannettiriyor; hatırlayıp, şiirine yazması bile henüz tam anlamıyla kopamadığını düşündürüyor.
Gecenin karanlığında; vücudun, günün yorgunluğundan bitap düştüğü, uykunun iyice bastırdığı sıralarda, gökyüzünü seyrederken, zikir, tefekkür ve dualarla Allah’a kavuşma yolları arıyor, O’ndan davet bekliyor, emrine amade olduğunu bildiriyor. Bir övgü, bir işaret... Uyur uyanık görülen, tasavvufta ‘zuhurat’ adı verilen çok kısa, birkaç saniyeyle sınırlı rüyalar vardır. İşte öyle bir şey... Kısacık da olsa bir görüntü, bir mesaj...
“İşte ben de senin huzurundayım!” diyor, Yunus’un Taptuk Emre’nin kapısının eşiğine yattığı gibi avuçları açık bir dilenci halinde o kapıda ihsan bekliyor, her gece, sabahlara kadar! Küçük bir işaret, bir davet...
Dünya ve ondan kâm alanlar bir tarafta kalmış; o, İlâhi Aşkı yüreğinde hissetmekte, Allah’a kavuşma yolları aramakta, ısrarla dua ederek, heyecanla kabulünü beklemekte.
“Yunus Emre der hoca
Gerekse var bin hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir.”
Delilsiz, cennete bile girilmez. Adres, bir bilene sormadan kolayca bulunamaz. Davet Eden, yola adam çıkarır, rehber gönderir, yanına aldırır. Aşk acısını tatmayan, âşığın halinden anlamaz. O nedenle Allah, duasını kabul etmiş olmalı ki önüne, Allah Aşkını tam anlamıyla yaşayan Hayyûne isminde bir kadın çıkarmış. Tanışmışlar ve arkadaşlık etmeye başlamışlar. O kadın ona tasavvufi bilgiler vermeye başlamış.
Ebul Kaasım el Hasen bin Habib en-Nişâbûri’nin anlattığına göre, Rabia bir gün onun evine gittiğinde, gece yarısı, Hayyune onu uyandıarak:
“Kalk! Erenlerin düğünü başlıyor. Gecenin Gelinlerini Teheccüt Nuruyla Süsleyen geliyor!” demiş.
Bir kadının en unutulmaz, en güzel gecesi, düğün gecesidir. Erkekler için de bu böyledir. Müminler, her gecelerini ibadet ederek geçirerek, her gecelerini düğün geceleri gibi güzelleştirebilir, Allah ile baş başa kalarak, o doyumsuz kavuşmayı yaşamanın hazzını alabilirler.
Bu sözlere bakılarak, Hicretin ikinci yılından itibaren, yani sekizinci asırdan beri Allah’a ulaşmak ve O’nunla bir olmak fikrinin, Hıristiyanlık âleminde, bundan sekiz asır sonra yani on altıncı asırda yaşayan Tereza Sebella’da başlayarak Hıristiyan tasavvufunda önemli bir rol oynadığı söylenmiş, Hıristiyan mutasavvıflarının, İslâm mutasavvıf kadınların etkisi altında kalıp kalmadıkları merak konusu olmuş. Bu sözleri, madde dünyasındaki sözler olarak algılamak, büyük bir yanılgıdır. İslam âleminde de mutasavvıflar, tasavvufu yaşayarak öğrenmeyenlerce çok yanlış anlaşılmış.
Salik, kendisini tamamen unutmadıkça, Rabıtada da ikilik vardır. Oysa amaç birliktir ve burada henüz birlik sağlanamamış. Davet var, icabetten şüphe duyulmakta ve onay beklenmekte.
Rabia; Allah’a, sabaha kadar ibadet ettikten sonra duasında, ihya etmeye çalıştığı geceyi kabul edip etmediğini soruyor. Kabul ettiyse bahtiyar olacağını, etmediyse matem tutacağını söylüyor ve sözlerine, sınırsız alçak gönüllüğünün tüm samimiyetliye; kapısına kesin kararlı olarak geldiğini, ne olursa olsun geri dönmeyeceğini, aşkına karşılık alsa da alamasa da ısrarla ve her an bir an öncekinden daha fazla sevmeye devam edeceğini, kovsa da o eşikten asla ayrılmayacağını ekliyor.
“İzzetin hakki için beni kapından kovsan da zikrini yapacağım ve kalbime senin muhabbetinden başka bir muhabbet girmeyecek!” diyor.
Bu sözlere bakılırsa, o zamanlar da âşıktı ama Allah Aşkı, yeteri kadar olgunlaşmamış olmalı ki sadece duygularını dile getirmiş, nimetlere şükrünü ifade etmiş, gerektiği kadar yanarak içinde dünyayı tümüyle yakıp, İlahi sırları dışa vurmaya başlamamış.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 219
YORUMLAR
_ “Bu şiirleri ben yazmış olamam. Galiba bunlar bana yazdırıldı.” diyorum,,
böyle bir duygu bende de oluyor zaman zamn.
Sonra bırakıyorum şiir okumayı, sadece yazıyorum, başkalarının etkisinde kalmamak, taklitçi değil, kendim olmak için şiirde ve giderek kendi üslubumu buluyorum.
evet beniom de cok önem verdigim birseydir bu.
her insnin kendince özel bir üslubu olmali siirleri adina.
Şiir, aşk gelir gelmez gelir; eline kalem alan kaydeder, almayansa hisseder, söyler ve kaybeder. O nedenle âşık olup da şiir söylemeyen yoktur, yazmayanlar vardır.
evet benede.
cok özel ve güzeldi bu bölüm.
begenerek okudum
yüregine saglik.sevgim sonsuz
Akşamın karanlığının indiği, elin ayağın çekildiği zamanlarda bir hüzün çöker yalnız kalan âşıklarınve şairlerin içine. Hele hele gece olunca, sessizliğin sesi cızırdamaya başlayınca kulaklarında, gökyüzüne bakınca, kendileri gibi yalnız olan yıldızları görürler. O zaman düşünürler; uyuyanları, uyuyamayanları, acı çekenleri, kavuşanları, sevişenleri... Bu şiiri, herkesin uyuduğu zaman; bağlarda bahçelerde, konaklarda köşklerde veya Übülle Nehri’nin kıyılarındaki hurmalıklar arasında geceyi, insanların rahatsız edici bakışlarından uzak, rahatça yaşayanları anımsayarak, onların yaşadıklarıyla, içinde bulunduğu durumunu kıyaslayarak yazmış olmalı.
Yazının içinde mutluluktan uçtum.
İyi ki yanımızdasın üstadım.
Sizinle birlikte olmak ne güzel.
saygım ve sevgimle.
selamlar...