6
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
1512
Okunma
Onu değerli bulursunuz. Derken, gördüklerinizle, hakkında bildiklerinizle ona hayran olursunuz.
Sorgulamalarınız sonucu, yargılarınızın ve düşüncelerinizin doğru çıkması ile birlikte de o kişiye hayranlığınız gün be gün artar… Gittikçe artan hayranlık, büyüyen sevgi demektir… Büyüyen sevgiden de aşk ve sadakat doğar…
Diğer bir aşk tarifi ise; o an ki duygularınız ne diyorsa onu dinler, sorgusuz sualsiz peşine takılırsınız. Hisleriniz düşünmenize engeldir, hatta “beyin” kısa bir dönem tatile gider. Beynin olmadığı duygular, tutkuyu besler. Derken tutku ile ortaya çıkan aşkta, “ayaklarınız yere basmadığı için” en ufak bir sarsıntı ve zayıflığınızda ihanet dibinizde biter.
Biri hayranlık, sorgulama ve sadakat, diğeri kayıtsız şartsız teslim ve ihanet. Şimdi bir düşünün bakalım, Türk milleti Atasını nasıl sevdi, sevmişti/r…
“BİZİM ATAMIZA OLAN SEVGİMİZ, LİYAKAT KARŞISINDA Kİ SADAKAT…” Türk milleti, tarihini, yaşadıklarını, bildiklerini ve gördüklerini sorguladı ve birçok kötü yüreklilere rağmen ATASINI aşk defterine yazdı…
Taraf gazetesi, 10 Kasım la ilgili yorumunu yaparken ;"10 Kasım tarihi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına unutulmaz bir ölümü hatırlatıyor. Oysa 10 Kasım, dünyada iz bırakmış bazı unutulmaz insanların da doğum günü."diyerek, zaaflarından doğan ihanetini saklama ihtiyacı bile duymadı... Küçük insanların büyük ihaneti…
Mevlana Celaleddin Hz. şöyle diyor:
"Horozun birisi çöplükte eşinirken, bir inci ve birde yakut buldu, güldü. Dedi ki; ’ey inci, ey yakut! Şaşarım senin neyine insanlar itibar ediyor? Vallahi sizlerin yerine iki arpa tanesi olsaydı, benim için daha kıymetliydi, der."
Çöplük karıştırmayı huy edinip, yeme(!) ihtiyaçlarını gidermeyi, yaşamak sayanlar; sizler, inci ve elmasın değerini nerden bileceksiniz…
Atatürk, insanını ve ülkesini, bizim onu sevdiğimiz kadar sevdi… Zaten onun büyüklüğü de, sevgisinden, doğruyu ve ileriyi görebilmesinden di…
NİZAMETTİN NAZİF TEPEDELENLİOĞLU’NUN ANILARINDAN:
Yıl 1938 günlerden 10 Kasım.
Bir milletin gözyaşı olup aktığı gün...
Yüreklerin dağlandığı gün...
Yediden yetmişe bir milletin bütünüyle kahrolduğu gün...
Unutamam o günü... Derste idik... Akademiden Dolmabahçe görünüyordu...
Bahçeden bir çığlık yükselmişti... O ses, hala hatırladıkça yüreğimi yakar:
“- Atatürk öldü...”
Fırladık sınıftan, akademinin rıhtımına. Bayrak Dolmabahçe’nin çatısındaki koca direkten yarıya düşmüştü.
“- Şimdi ne yapacağız?”
Öğretmenleriyle, öğrencileriyle geçirdiğimiz o şaşkınlığı unutamam. Müdürümüz Mareşal Fevzi Çakmak’ın damadı Burhan Toprak idi.
Müdürümün hali hala gözlerimin önünde. İki eliyle başını avuçlamış, hüngür hüngür ağlıyor ve söyleniyordu:
“- Ölmemeliydi... Ölmemeliydi...”
Olduğu yerde taştan kanapeler üzerine devriliverdi. Sınıf öğretmenimiz Profesör Gintter iki gün sonra bizlere şöyle sesleniyordu:
“- Dünya Atatürk’ten sonra çok değişir. Özgür yaşamak istiyorsanız, O’nun ideallerinden yürüyeceksiniz. Tek çıkar yolunuz budur. O’nu sizlere anlatacak değilim. Almanya’daki evimdeki kütüphanemde dört adet Atatürk kitabı var. Hepsi de Alman yazarlarının. O’nu, ben de sizin kadar tanıyor ve seviyorum.”
Ve yine 10 Kasım 1938 günü İstanbul Hukuk Fakültesi.
Alman Profesör Schwartz, günün yürekleri burkan haberini o da duymuş ve şaşkın.
Derse gireyim mi, girmeyeyim mi, diye kararsız kalmış. Rektörün yanına gidiyor aralarında şöyle bir konuşma geçiyor:
“- Efendim, kararsızım. Acaba ne yapayım?”
Rektör şöyle cevap verir:
“- Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yaparlarsa onu yapın.”
İşte o zaman Alman Profesör Schwartz kollarını iki yana sarkıtarak cevap verir:
“- Bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki...”