- 652 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
218 - HÜRRİYET
Onur BİLGE
Attar’ın rivayetine göre Rabia özgürlüğüne kavuşunca, belki içinde ukde olan bir sanatla meşgul olmak istediği belki de rızkını temin etmek için bir süre ney üflemiş, sonra tövbe etmiş, hayatına yeni bir düzen vermiş, ömrünü ibadetle geçirmek niyetiyle halvethanesine çekilmiş.
Onu rüyamda; uzun boylu, incecik bedenli, siyah saçlı, esmer, zarif ve güzel bir genç hanım suretinde gördüm. Kayıtlarda da aynen öyle, yüksek ruhlu, çok zayıf olduğu belirtilmekte... O tarafın halkı genelde yanık tenli olduğuna göre, bana gerçeğin müşahede ettirilmiş olma ihtimali oldukça yüksek. İyice yaşlandığı halde dahi taliplerinin olduğuna, pek çok mühim şahsiyet tarafından kendisine evlenme teklif edildiğine bakılırsa, gerçekten hoş ve zarif, sanatlar ruhlu bir hanımmış.
Zaman zaman insanlar, dünya hayatının engellerine takılır, çengellerine yakalanırlar. Dünyanın boyalı, sahte cazibesine kapılarak bazı konularda başarılı olma hısıyla maneviyattan uzaklaşabilir. Fakat sürdürmeye başladıkları bu hayat onlarda, iç sıkıntısı ve tiksinti yaratmaya başlar. İçlerinde patlamalar başlar. Öyle bir an gelir ki ruhları alabora olur! Kendilerini dinlemekten kaçınsalar, o ara sıra meydana gelen patlamaları duymamaya çalışsalar, iç seslerine kulak tıkasalar da ruhlarındaki infilaklar tekrarlandıkça, kayıtsız kalamaz hale gelirler ve sürdürmekte oldukları hayattan kaçmak, kurtulmak, kendilerini tamamıyla ibadete vermek arzusuyla yanmaya başlarlar. İşte o zaman onlara huzur verecek olan uzlet ve ibadettir. Kalabalıklardan uzaklaşarak, kendi hallerinde yaşamaları gerektiğine, arzuladıkları mutluluğa ulaşmak için mümkün olduğu kadar İslam’ın emirlerini yerine getirerek önce kendi gönüllerini, sonra da yapacakları sohbetlerle Allah’ı arayan insanların gönüllerini aydınlatmaları gerektiğine, ancak bu şekilde huzura kavuşacaklarına inanırlar.
Rabia, büyük ihtimalle geçimini sağlamak için bir süre ney çalarken, içindeki manevi duygular körelmemiş; belki içlerine karıştığı kişilere verdiği ilgi ve sevginin karşılığını alamayınca hayal kırıklığına, belki de en çok güvendiği kişinin ihanetine uğramış olarak, derin bir üzüntü halinde tamamen Allah’a dönmüş olmalı ki velayete hak kazanmış.
"Beni Allah çağırıyor ama ben dünyaya dalmışım. İlâhi âlemi seviyor ve istiyorum fakat dünya meşakkati yakamı bırakmıyor.” diyormuş.
Bu arada mutlaka diğer dindar kişiler gibi o da Basra’daki camilerde yapılan sohbetlere gitmiş, Hasan-i Basri Hazretleri’nin talebelerinin ileri gelenlerini dinlemiştir. Hasan Basri Hazretleri’yle ilgili şöyle bir rivayeti de mutlaka duymuştur ki hayatına ona göre yön vermiş:
O zamanlar Basra’da yaşamakta olan bir kişi varmış. Halk arasından uzaklaşmış, bir köşeye çekilmiş. Bu zat için Hasan Basri Hazretleri’ne:
“Birisi var ki yirmi senedir uzlete çekilmiş, halkın arasına dönmüyor.” demişler.
O da onu görmek istemiş ve birlikte yanına gitmişler. Hasan Basri ona:
“Neden uzlete çekildin?” diye sormuş. O da:
“Meşgulüm. Beni hoş görün!” demiş.
“Neyle meşgulsün?” diye sorunca:
“Hakk’tan bana sürekli nimetler erişir. Her nefesim, O’ndan bana bir nimettir. Bendense her nefeste O’na masiyet erişir. Şimdi o nimetlerin şükrünü yapmaya çalışıyorum. Sonra da günahlarıma tövbe etmekle uğraşacağım.” diyince, Hasan Basri Hazretleri:
“Ne güzel düşünüyorsun! Çok doğru söylüyorsun. Halin çok iyi... Bu şekilde devam et! Sen, en iyilerdensin.” demiş.
Rabia’nın, devrin en büyük mutasavvıflarından Rebah bin Amr’la tanışmış, konuşmuş olduğunu biliyoruz. Belki de bu zat, onun temiz ve şerefli bir hayat özlediğini sezmiş ve onu tasavvufi hayata yönlendirmiştir. Aralarında sıkı bir arkadaşlığın var oluşuna, sabaha kadar sohbet ve birlikte ibadet ettiklerine bakılırsa; Rebâh’ın onu, zevk ve safa âleminden çekip, velayet hayatına ulaştırma ihtimali çok kuvvetlidir.
Rabia Adeviyye, kula esaretten kurtularak, dünyaya esir düştüğünü idrak etmiş, maddi ihtirasların pençelerinde ruhunun körelmekte olduğunu fark ederek çark etmiş.
Kutsiyetinin şöhreti dünyaya yayılan, çağdaşı Belh Şehri Padişahı iken, her türlü dünya nimetinden el çeken, tacı tahtı terk ederek, bir lokma bir hırka, tasavvufi bir hayat yaşamaya başlayan İbrahim bin Ethem Hazretleri’nin hür insan hakkında söylemiş olduğu sözleri duymamış olması mümkün değil. O diyor ki:
“Hür insan, dünyada yaşadığı halde dünyanın dışında olandır. Hürriyet; evrenin köleliğinden, dünyevi muratların esaretinden kurtularak her şeyle ilgiyi kesmektir. Hür olmanın belirtisi de dünya ile ahret işlerini ayırt etmeyi kalbinden çıkarmak, dünyanın hiçbir vaadine kapılmamak ve ahretin hiçbir mükâfatına muhtaç olmamaktır.”
Kayıtlara göre Rabia, özgür olur olmaz, daha kötü bir esarete düşmüş, dünyaya esir olmuş. Hürriyet sandığının gerçekte esaret olduğunu fak edince, bu tür esarete hiç tahammül edemez hale gelmiş ve kesin bir kararla, maddeye esaretten de kendisini kurtararak, nasuh tövbesiyle, tam anlamıyla özgürlüğe kavuşabilmek için çalışmış ve dünyevi her şeyle alakasını kesip, yüzünü tamamıyla Hakk’a dönmüş.
Tövbe etmek gerektiğinde, iç sıkıntısı had safhaya ulaşır. İnsan ıstırap içinde kalır ve ruh hali bir süreliğine allak bullak olur! Yaşamakta olduğu hayattan vazgeçmeye, içinde bulunduğu çevreden kopmaya karar vermesi ve aniden yüz seksen derecelik bir dönüş yapması kolay değildir. Bunları yapabilmek için, sarsılmaz bir inanca, büyük bir imana, sağlam bir karaktere ve Rabia’nınki gibi yüksek bir ruha sahip olması gerekir.
Yaşamakta olduğu ilde de birbirine tamamıyla zıt iki hayat tarzı varmış. Biri zevk ve safa içinde geçen şen, müreffeh ve sefih bir hayat; diğeri dibe vurmuş zahitlik hayatı... Bir tarafta varlık içinde yüzülen, şen şakrak, cıvıl cıvıl, güldüren dünya hayatı; diğer tarafta ise inadına sıkıntı, zaruret ve yokluk içindeki üzüntü, gam keder veren, ağlatan, birbirine taban tabana zıt iki hayat... Dünyayı ve içindekileri elinin tersiyle itivermek ve Sırat-ı Müstakim’e, yani doğru yola kesin dönüş yapmak her babayiğidin harcı değildir. Rabia Hazretleri bunu başaran, örnek bir hanımdır.
Kuseyrî diyor ki: Adamın biri Hz. Rabia’ya:
“Ben birçok suç işlemiş, çok günaha girmiş bir adamım. Tövbe etsem, Allah-ü Teâlâ kabul eder mi?” diye sormuş. Rabia da:
“Hayır, Allah-ü Teâlâ seni kabul ederse, tövbe edebilirsin.” diye cevaplamış.
Tövbe etmek; af dilemekle, yasaklananları işlemekten vazgeçmekle beraber, Allah’ın rızasını kazanmaya çalışmayı da gerektirir. Tövbeyi kabul edecek olan Allah-ü Teâlâ’dır. Kabulü, çalışarak kazanılabilecek bir şey değil, ilâhî bir bağıştır. O nedenle Rabia ne yaparsa yapsın, kendisini tam anlamda rahat hissedememiş olmalı ki:
“Sözümdeki gerçekliğin azlığından istiğfar ederim. Estağfurullah! İstiğfarlarımız da istiğfara muhtaçtır. Çünkü gerçek değildir.” demiş.
Hayatı, tövbesine de tövbe etmekle geçmiş. Önce, tövbesinin geçerli olacağından tam anlamıyla emin olamadığı için telaş ve huzursuzluk içinde, suçunu hassasiyetle düşünüp, kabulü konusunda endişe duyduğunu, sonra da durmadan istiğfara devam edilir, sürekli yalvarılır, hayat boyu çalışılırsa başarıya ulaşılabileceğini belirtiliyor.
O halde onun gibi dinamik bir tasavvufî hal içinde yaşamak gerekiyor. Çünkü ona göre tövbe, sükuti yani statik, durgun bir hâl değil, aksine dinamik bir hamledir. İstiğfar fiili sürekli yenilenerek yaşanmalı ve hatalar düzeltildikten sonra eksikler de tamamlanmalı. Tövbe, ancak o zaman tamam olur ve İnşallah kabule girer!
Râbia’nın şikâyetlerindeki ıstırap ve yakarışlarındaki hararete bakılırsa, yolda bir yabancı tarafından takip edilerek kaçmağa çalışırken kolunu kırdığı zaman, kurtulduktan sonra af dilemiş; sonra da duasına yanıt gelircesine, gaipten bir ses duyar gibi olunca, biraz olsun rahatlatmış.
Ney üflerken kendisini dünyaya kaptırmamış, yanlışa sapmamış. Kayıtlarda, önceki tövbesinde sevgiden eser bulunmamakta ama sonraki tövbelerinde aşk ve ilgi ateşi hissedilmekte, yani aşk ateşini tatmış ve benimsemiş olduğu zannediliyor.
Başka türlü olamaz zaten. Allah aşkı, kul aşkından geçer. Mecazi aşkı tatmayan, Allah’ı aşkla sevmeyi bilemez. O nedenle yüreklerimize kul aşkı düşürülür ve içleri Allah için, yanarak genişletilir. O kutsal aşk gelip yerleştiğinde, içlerinde dünyevi hiçbir aşka yer kalmaz.
Bu yüzden onun şikâyet ve yakarışlarında sevginin ne kadar önemli olduğu vurgulanıyor. En büyük kaygısının, sevgiliyle temas olduğunu görülüyor. Bu dönemindeki halini El-Ravzu’l Faik bir hikâyesinde anlatır.
Rabia, yatsı namazından sonra kulübesinin damına çıkar, sırtında abası, yüzünüde örtüsü:
"Ya Rabbi! Yıldızlar ışıldadı. Gözler uyudu, hükümdarlar kapılarını kilitlediler ve her sevgili sevgilisiyle baş başa kaldı. İşte ben de senin huzurundayım." dermiş:
Sabaha kadar ibadet eder ve seher vakti de şu şekilde yakarırmış:
“Ya Rabbi! Gece yüzünü döndü, gündüz göründü. Acaba benim bu geceki ibadetimi kabul ettin mi ki mesut olayım? Yoksa beni geri mi çevirdin ki matem edeyim? İzzetin hakki için ben yaşadıkça ve sen beni destekledikçe yapacağım iş budur! İzzetin hakkı için beni kapından kovsan da kalbim senin sevginden başka bir şey taşımayacaktır.”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 218
YORUMLAR
Allah ettigimiz ibadetlerimizi kabul etsin.
Allah aşkı, kul aşkından geçer. Mecazi aşkı tatmayan, Allah’ı aşkla sevmeyi bilemez. O nedenle yüreklerimize kul aşkı düşürülür ve içleri Allah için, yanarak genişletilir. O kutsal aşk gelip yerleştiğinde, içlerinde dünyevi hiçbir aşka yer kalmaz.
cok dogru bir bakis bence
ne güzel demissin.
yüregine saglik.cok güzeldi.
sevgilerimle.