Tek “dişi” mi, tek “diş” imi
Ahh ah!
“Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” diyeceğim, lakin hani dağ, hani ova. Ahh ah!
Gelişen teknoloji ile kaybettiklerimizin kabarık faturasının, yarınlara koyduğu ipoteğin hiç kimse farkında bile değil. Tıpkı bir bilim kurgu romanı veya filminin figüran karakterleri gibi sıra savma derdindeyiz. Bildiğimiz bir sonu, bilmiyormuş gibi davranmak. Yönetmen, ışık, “sahne bilmem kaç” ve “kamera” başla! Ula oğlum daha yeni yedik “pilav üstü kuruyu, yanında cacık, bir baş soğanla beraber”, bu günde “cağ kebabı, cartlak kebabı” yesek ne olur. Üfleyeyim “kolestroluna” . Ha bu arada, kuruyu sevmediğimiz manası da çıkmasın, her gün, her gün bir yere kadar .“Sorgulama” hak getire, oda ne ki. Beynimizdeki “sorgulama” lobuna kan taşıyan damarlarda pıhtı oluşmuşta, oksijen akışı sektede, sanki kısmı felce uğramışız, uğratılmış mıyız yoksa! Ne verseler onu yiyoruz. Aslında felç lafını kullanmamak lazım, öyle ya, sömürmek için sağlam bir “figüran” lazım “yönetmen(ler)e”. Ve maalesef uyuşturulmuş toplumun medeniyet algılaması teknoloji eşittir medeniyet oldu(ruldu). Öyleyse “Asrilik; silikon vadisindeki katma değerin, insan karakter kalitesine kattığı değer ile orantılıdır” diyebilir miyiz, bence deriz; de, işte burada tartışılması gereken, bu orantı “tersmi” yoksa “düzmü” dür. “Selüloit, silikon karışımı bir bitki örtüsünde yetişen entegral organizmaların, gayri organik olarak tüketilmesi neticesinde elde edilen maddi hasat’ın getirisinin gayri safi milli hâsılanın(ne demekse) nüfus sayısına bölünüp, karakter karekökü ile çarpılması neticesi ile ortaya çıkan rakamın”…. ay vallahi içim daraldı, tamam, tamam bende kabul ediyorum evet, evet “Ne kaa teknoloji, o kaa medeniyet” .
“Medeniyet tek dişi kalmış canavar” demiş “Mehmet Akif”.
Lakin ne canavarmış ki maşallah; o tek dişine, “tacın incisi” gibi bakmakta yıllardır. Hangi diş macunu kullanır, günde kaç kere fırçalar, nasıl “kalsiyum” yüklemesi yapar, ne ile beslenir, nasıl gargaralar, ne eder, nasıl eder o diş hep yerinde, bir türlü aşınmaz, çürümez, düşmez. Ne dolgu, ne protez, öz be öz ana dişi.
Çocukken hep kafama takılırdı, “tek dişi” derken neyi kastederdi “Mehmet Akif”. Tek “dişi” kalmış yani, erkeği yok, neslini devam ettirecek aktif partneri yok, doğurganlık olarak son batını da gerçekleştirmiş, türünün son örneği, anlamında algılardım da, ne alaka derdim kendi kendime. Bu yüzden “medeniyet” denince, hep işveli, oynak bir mahalle dilberi, siyah-beyaz filmlerden fırlayan bir vamp hatun gelirdi aklıma. Ne zaman bir “Suzan Avcı, Neriman Köksal” filmi seyretsem, ne zaman “Fahriye Abla” şiirini duysam, zihnimde gayri ihtiyari medeniyetle bir irtibat kurar, çağrışım yapar, bunlar aklıma gelirde, gülerdim. Bu sanal durum kahramanları, canlandırdıkları veya karakteristikleri itibari ile ”yar, sevgili, metres, âşık, yavuklu” her şey olurlar da, mesela “sevecen bir abla, müşfik bir anne” olarak bir türlü tasavvur edemezdim. Hala da edemem ya.
Soyut bir kavramı, somut bir ilişki içine koymayı mantığım bir türlü almazdı, haklı olarak. Aslında o şekilde de söylense de anlamından pek bir şey kaybetmediği gibi, bilakis zenginleştirdiğini zannediyorum. TDK sözlüğüne baktım; dişi kelimesini “ (1)-Yumurta oluşturan veya yavru doğuran (2)-Hayvan ve bitkilerin, erkeği tarafından döllenecek biçimde oluşmuş cinsi (3)-Kadın (4)-Kadına özgü (5)-Girintili ve çıkıntılı olmak üzere bir çift oluşturan nesnelerin girintilisi (6)-Yumuşak, kolay işlenen (7)-Şuh, işveli, çekici” gibi yedi değişik manada ifade ederken, “diş” kelimesinin “i” hali, “diş-i” anlamında listeye eklememesinden aklımca bir haklılık payı çıkardım kendime, züğürt tesellisi niyetine. Yalan mı yani,
Günümüze gelirsek; “Medeniyet” eskiden o “tek diş’i” kalmış ağzında, şimdilerde “otuz üç” tane, “abaküs boncukları” gibi dizilmiş dişlerini gıcırdatır durur, büyük bir iştahla. Kimisi testere gibi, kim jilet gibi, kimi çivi gibi, kimisi de balyoz gibi. Değişik özelliklere ve işleve sahip aynı zamanda hepsi de kalifiye olmak üzere, 33 adet “a-geometrik” kemik parçaları.
Ön taraftan altlı üstlü dörder adet, “köpek dişleri”; eti kemiğinden iyice sıyırmak için, “mahir bir kasap” edasıyla, öyle ki kalan kemiklerden “etnografya müzesinde” sergi malzemesi bile olmasın. Onların hemen sağ ve sol yanında, altlı üstlü birer adet “aslan dişleri”; iyice boğmak için. Kesmek için nefes burusunu, “şah damarını” , tek hamlede “mat” eden bir satranç oyuncusu ustalığıyla. Acıtmadan, uykuya dalar gibi, idama mahkûm bir hükümlünün iğne odasında infazı gibi. Aynı zamanda bahçe hortumunu çiviyle delik deşik eden afacan çocukların masumiyetine bürünerek, yersen! Onların da sağ ve sol yanlarında arkalara doğru altlı üstlü ikişer adet, “timsah dişleri” iyi kopartmak için. Vahşice ve bir ısırışta, sanki engizisyon giyotini gibi pratik ve “garantili” .Kolu omuzdan, burunu kafadan, kafayı gövdeden, ayırırken, o timsah gözyaşlarını da içine akıtır, insancıl, insancıl. A canım, yazık! Etti yirmi diş. Geri kalan dişlerin on ikisi de “sırtlan dişleri” iyi öğütmek için. Sırtlanlar öyle yaparlar. Menüde taze, leş ayırt etmeksizin “nimete saygı, ganimete hürmet” felsefesiyle, boynuz, tırnak, toynak, kıl, tüy ne varsa öğütürler, geride hiç bir şey, iz dahi bırakmadan, aslında zayii etmeden demek lazım. Etti mi otuz iki. Öyleyse niye otuz iki değil de, otuz üç. Son diş önde, üste ve en ortada “altın” kaplama. Gerçi tek başına simetriyi bozuyor ama olsun. “vitrin” olayını ihmal etmemek lazım Pis, pis, sinsi, sinsi sırıtırken, kompozisyondaki “antipati” eksikliğini takviye etmek için. Sapık, hayâsız egoların dikiz aynasında kendini röntgenlemesi gibi. Ekstradan “karizma” da katıyor. Yoksa bütün diğer dişlerin var oluş sebepleri muallâkta kalır.
Birde günümüzde “medeniyet” i şairin kast etmediği diğer manasından, ele alalım.
Nesli tükenmekte olarak algıladığım medeniyet; şimdilerde azgın “Yedi Kocalı Hürmüz” hüviyetinde bir marazlı sevda. Çirkin bir o kadar da çekici, şeytan tüyü var sanki. Ne onunla, ne onsuz. Yedi gayri resmi ilişkiden yedi batında peydahlamış, “yedizerden”, kırk dokuz veledi zina gibi dolaşırlar ortada “şopar” ları. İşte bu hamam güzeli “ayağında cazibe takunyaları, sırtında transparan havlusu, belinde kalça üstünden düğümlediği, basenden frikikli peştamalı, şuh bir kahkaha, işveli bir göz süzüş” ile kırdığı potların, sebep olduğu ahlaki erozyonların, karakter met cezirlerinin, yapmış olduğu tahribatın üzerini, sadece bir göz yanılsamasına sebep olan kartonpiyerden kabartmalar misali örter. “Yollu oğlum yollu bu” ikazlarını tınma bile tınmaz bizim “Âdem-i merkez”. Toplum bu aşamada dilinde “bir tatlı huzur almaya geldik” şarkısını terennüm ederek, “kaderimse çekerim” mantığıyla “Arabesk” bir boş vermişlik içinde, kolonlarının demirlerini pas vurmuş, çimentosu kesmiş, ahşapları çürümeye yüz tutmuş bir viranenin üzerine kat çıkmaya kalkan bir tevekkellik ve “Şarklı” kurnazlığında hala. “ Battı balık yan gider” tesellisiyle gün be gün ağına düşmekte bu bataklık gülünün. Şarklı derken küçümsediğim sanılmasın, şarklı saftır, temizdir de böyle sevimli ama zararlı cinlikleri de az değildir hani
Tek “dişi” kalmış, tek “diş”li canavar, bak ne hala geldi şimdi. Biraz karışık oldu galiba, şöyle söyleyeyim; “bir bayan var ve bu bayanın ağzında bir tane dişi kalmış” . Şimdi bu bayan, bir “randevuevi” işletiyor, sermayelerin hepsinin ağzında dişleri “full”. Çürük, mürük, dolgu, molgu yok.
Anladın onu sen.
Süreç, “lüks” kavramını olağana, sıradana çevirdi “lüküs” leştirdi. Yoksa cebinde ekmek alacak parası bulunmayanların son model afili cep telefonlarına sahip olmalarını nasıl izah ederiz. Bir zamanlar şarkısı da vardı, yoksa tekerleme mi idi “cebinde yok parası, ağzında malboro sigarası” diye.
Medeniyetin küresel yıkımlarını tek, tek sayarak vahşi kapitalizmin reklâmını yapmaya lüzum yok, zira reklâmın iyisi kötüsü olmaz. Reklâm reklâmdır. Bu nedenle sadece dâhili tahribatına, dokunuşlarına yüzeysel bakalım. Önce, teknoloji albenisi ile makyaj yapılmış maskesini taktı yüzüne. Ne kadar “lüks” sen o kadar “medenisin” dir mantığı, gelişimini tamamlayamamış ara-şehirli insanların manifestosu oldu.
Eski bir komşumuz vardı, rahmetli “Ahmet amca”, gerçek bir İstanbul beyefendisi. "Ciddi bir rahatsızlığın, gayriciddi serencamı" isimli yazımda bahsetmiştim bir “Cevahir teyze” vardı ya, işte onun kocası. Kaç kuşak İstanbullular bilmiyorum, yalnız peder beyleri Osmanlı Sarayında o zamanın matbuat işleri ile görevli bir çalışan imiş, öyle anlatırlardı. Evlerine gittiğimde resim albümlerine bakmıştım bir ara. Siyah-beyaz, tarih kokan sararmış, solmuş onlarca eski fotoğraf. Fotoğraflardaki kıyafetler, pozlar, pozlardaki mahzun ve fani bakışlar o kadar etkilerdi ki, kendimden geçer geçmişe kısa bir yolculuk yapardım, etkisi günlerce sürerdi. Üzerlerine sinmiş “asil” duruş hem fiiliyatta, hem zihniyette kendini belli ederdi. Oturduğumuz apartmanın hem arsa sahibi, hem de üst kat komşumuz oldukları için içli dışlı olmuştuk. Tabiî ki bu kaynaşmada en büyük etken, 60’lı yılların başlarında zorunlu “köyden indim şehre” modasına uyarak İstanbul’a gelen bizimkilerin çekingen ve utangaç tavırlarından ziyade, bu yarım asırlık komşularımızın olanca “şehirliliğine” rağmen yine kucaklayıcı, sarmalayıcı yaklaşımları olmuştur. Allah gani, gani rahmet eylesin.
Hatırlarım, rahmetliyi pijamayla görmek hiç nasip olmadı, öyle ki bir ara kafaya takmıştım küçümen aklımla, sabahın köründe kapılarını çalardım, aha şimdi yakaladım seni pijamayla diye, nafile. Üzerinde, yaz kış hep o bordoya kaçan rengiyle ipeksi bir pardösü. Çok sonraları öğrendim o pardösüye “röpdoşambır” dendiğini. Burada “röpdoşambır” giymenin medenilik ölçüsü olduğunu kastetmiyorum, sadece prensiplerine bağlılığın önemine vurgu yapmak istiyorum.
İşte “Medeniyet” asıl manada herhalde bu olsa gerek
“Prensip” nedir, günümüzde. Sporda, siyasette, ticarette, sanatta velhasıl sosyal yaşantıda belirtileri nelerdir, bilenimiz var mı? Maça hep bir sıfır mağlup başlamamızın sebeplerinden birisi olabilir mi, bu
Sahi en son kime bir bayram veya yeni yıl “kartpostalı” yollamışız.
Arkasında kelime olarak kısa, öz ama içerik olarak samimi satırların özenerek karalandığı, kâh güzel bir manzara, kâh erotik bir film yıldızı resmi veya simlerle süslenmiş çocuksu figürlerin oluşturduğu kartpostallar. Bir eylem bu kadar basit ve fakir malzemelerle, bu kadar mı asil bir manevi zenginliğe bürünür.
Haydi, gelin bundan sonraki ilk bayramda, yeni yılda “kartpostal” yollayalım mı, uzaktaki sevdiklerimize. Medeniyetin, teknolojinin o ruhsuz ve mekanik “T9” sözlüklerine inat, el yazılarımızla.
Sizde mi? Ahh ah! “Bir of çeksem karşıki dağlar yıkılır” diyorsunuz. Anlıyorum, anlıyorum
İsmet BABAOĞLU
YORUMLAR
Yapmaaaaaa!
Özcan Tekgül'ü burada nasıl ölümsüzleştirmezsin!
Sonra o suborusunu çiviyle delen çocuk şimdi iş yapıyor? Onun büyüyünce delme işleriyle uğraşıyor olacağından ben taa o satırları okurken emindim. sen, yine de dipnot olarak belirt mesleğini. Ne hergeledir o tipleeeer..
Bak; okeye bekliyorlardı, oturta koydun beni koltuğum. Dışarı çıkacaktım yarım saat önce.
He;
Bi de şu noktayla büyük harfleri komşu yap lütfen; araları açıksa barıştır. Noktaya da söyle, otursun oturacağı yerde.
Alnından öpüyorum geveze.
Ağyar
Hocam huyum kurusun çok güzel havanda su döverim ;)
Saygılar, selamlar
Dostum; tıraj-ı komik yazınla sitres attım.
Keşke biraz kısa olsaydı.
Halen beynim dönüyor.
Çırpa çırpa ufalıyorsun adamı.
Şimdi tek parçamıyım diye aynada kendimi inceliyorum...........
Aha yazmaya başladım.
Tarzın farklıymış bak. Ben de demiştim.
Demiştim değil mi?
Dostum sakın değiştirme tarzını.
Birbirinin taklidi yazılar ve usluplar bayıyor insanı.
İnsanı bayıyor.
Kısa yaz, daldan dala sıçrama çekirge gibi. Bir kerede bitirecen mi barutu?
Yalınızzzz Siyasileri kurcalamaaaaa.
Bozarsın bir yerleri.
Kötü adam olursun.
Devir nalına da mıhına da vuranların devri
Selam ve sevgiler.
Öncelikle yazımı eleştirecek kadar ciddiye aldığınız için teşekkür ederim. Yazımın cinsi "deneme". Cins isminden de anlaşılacağı üzere naçizane hala deniyorum.
“Ne kaa teknoloji, o kaa medeniyet”. Haklısınız, daldan dala gibi gözüksede, sanırım gövde aynı."Medeniyet" nedir, ne değildir.
Ağyar tarafından 11/10/2009 10:16:57 PM zamanında düzenlenmiştir.
Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.Mehmet Akif sözünündeki dişi kelimesine cinsiyet vermek asla aklıma gelmezdi.Diş(i).Hadi canım sen de diye diye okudum yazınızı.Ama uslubunuzu farklı buldum ha bir de daldan dala misali konudan konuya geçişleriniz sıkıcı biraz.Tarzınız en iyi siyasetçileri eleştiren yazılara gider ,gider de onu yazmak da zor biraz.