Ben Bugün Öleceğim
(anı hikaye / deştiğin /50 lili yıllar)
Ahh Azizim;
Şimdi anlatacağım hikâyenin bazı yerlerini çok sevecek, bazı yerlerini ise asla unutamayacaksın...
Aslında hiç bir hikâyeye böyle başlanmaz, biliyorum. Bir bahar sabahı diye başlayabilirdim. Veya daha güzel bir giriş bulabilirdim... Ama şu anda amatörlükten gelen müthiş bir acemi cesaretiyle böyle başlıyorum. Bakalım haklı mıyım, haksız mı?
Anlatmak istediğim esas tema, şimdilerde insanların en çok korktuğu ölüm olayının bir zamanlar nasıl kolay, kutsal, şiirsel ve doğal kabullenildiğidir. Hikâyeyi bitirdiğinizde “haklıymışsın” diyeceksiniz. Hatta yeterince betimleyemediğimi fark edeceksiniz ama benim de kendimce geçerli mazeretim var…
Anlatacaklarım tıpatıp gerçek ve bu benim ilk anı hikâyem... Hikâyenin sınırlarını onca çocukluk anısına kıyıp da bazılarını es geçerek tespit etmekte zorlandım. Anılarımın bazısına haksızlık yapmışım gibi vicdan azabı duydum.
Sonra kendi kendime, “nasıl olsa kendim bile beğenmeyeceğim.” dedim. Ama hiç de öyle olmadı... Taslağını ilk okuyanlar müthiş beğendiler ve mutlaka tamamlayıp yayınlamamı emrettiler. Aramızdaki samimiyete dayandırdılar, öyküye kıyamadılar ve evet rica makamını es geçip, emir mertebesinden hükmettiler.
İşte Azizim;
Sen dahi, birebir gerçek olayları amatör bir yazardan dinlemenin işkencesine katlanabileceksen… Veya zevkine varmak dilersen… Vaktin de yeterliyse… Ruhsal dengen de zamanda geri yolculuk yapmaya uygunsa… Ülkemin elli yıl öncesi nasıldı acaba diye merak ediyorsan… Bu arada bendenizin hatalarını affederek bu kadar kusur kadı kızında da olur diyebileceksen, pişman olmayacaksın...
Bundan eminim.
Seni alıp elli beş yıl öncelere götürecek, tayy-i mekân yaptırıp mutlu bir şekilde, sağ salim, kazançlı olarak geri getireceğim. Biiznillah...
O vakit ben beş altı yaşlarındayım... Henüz ilkokula başlamadığım için yedi yaş altı olduğumu biliyorum. Bu anılar o sabi sübyan saflığımla, fotoğraf çeker gibi yorumsuz kaydedilmiştir. Yapay bezemelere boğulmamıştır… O yaşlardaki bir çocuk için, dünyanın her an’ı, her yanı, her acısı ve her hazzı zaten yeterince müzeyyendi... Her şey ilahiydi, mistikti. O atmosfer içinde, neredeyse bebek yaştaki ruhumu, henüz hiçbir şekilde kirlenmemiş nefsimi, Hz. Musa’nın üstün büyüsü kadar büyülemişti bütün mekânlar ve olaylar. Zoraki bezemelere hiç ihtiyaç duymadan kaydetmiş beynim her şeyi. Şimdi bana düşen bu albümü beynimin tozlu raflarından çıkarıp sizlere olduğu gibi anlatmak...
Size düşense malum... Geçin bilgisayarın başına beyninizi temizlemeye hazır, varsa bir kahve, neskafe alın yanınıza, büyülü zamanlara pırıl pırıl insanların konukluğuna buyurun…
Sultan Dağları’nın zirvesi, Kafa Dağı’nın eteklerinde bir vadidir hikâyemize konu olan mekân. Yurdumun gerçekten cennet köşelerinden bir köşedir. Havasıyla, suyuyla inanılmaz güzellikteki doğasıyla, keşfedilmeyi bekleyen yurdumun nadide bir yaylasıdır.
Konya ilinin Doğanhisar İlçesi’ne bağlı büyükçe bir Anadolu köyüdür. Şimdilerde iki bin dolaylarında nüfusu olan bir küçücük kasaba. Doğu yamacı Kafa Dağı ve uzantıları, batı yakası Osmanyeri, Sorkun ve Sivri Dağı… Altı yedi kilometre uzunlukta bir vadi ki ne vadi… Hem çam ormanları hem meşelikten nasibini almış.
Dağlarındaki sayısız bitki türleriyle, büngül büngül kaynayan, kışları, ılık yazları çelik gibi soğuk pınarlarıyla, her tür yaban hayvanına barınak ormanlarıyla, yüzlerce koyun sürüsüne yaylım imkânı veren çayırlarıyla yurdum insanının bir kısmına geçim kaynağı olan bu cenneti şiirlerle de anlatmaya çalıştım...
Eğer şiir severseniz bir tanesini öyküyü bitirdikten sonra okumanız için sonuna ekleyeceğim.
Köyümün bir eksiği varsa o da nüfusuna göre yetersiz ekim alanlarıydı. En fazla arazisi olan ailenin ektiği tarla, toplasan otuz dönüm gelmezdi. Şimdilerde ise beş dönüm yeri olan aile olduğunu sanmıyorum. O yüzden çevre köylerde en çok okumuşu, bürokratı olan bir yerleşim yeridir.
Halkı yok yoksul bütçesiyle, Aydında, Nazilli’de amelelik yaparak, köy köy eşeksırtında termiye satarak çocuklarını okutmaya mecbur kalmışlar. Gide gide daha çok arazi ormana terk edilmiş kayalık alanlardan oluşan köyün gençleri, yatılı okullarda okuyarak ailelerine yük olmaktan kurtulmuşlar.
Arazinin sulanmayan yerlerinde Yahudi baklasından, çavdardan başka mahsul yetişmezdi. Toprağa arı buğday tohumu ekseler çavdar biçerlerdi. Toprağın yapısının buğdayı çavdara dönüştürdüğü söylenirdi.
Ormanlara zarar verdiği gerekçesiyle sürekli mücadele edilen keçi sürüleri de geçim kaynaklarından biriydi o zamanlar. Ancak köylüler devletle uğraşmaktan bıktıkları için zamanla kıl keçilerinden vazgeçtiler.
Ayıları, kurtları, yabani domuzlarıyla sık sık sürek avı yapılan, yaban hayatının bugün için özlemle yâd ettiğimiz her güzelliğini içinde barındıran bir mekândı doğası. Kartal da vardı, akbaba da... Şahin de bulunurdu dağlarımızda, atmaca da... Hele ki keklik, sülün ve bıldırcınlar... Baharları neredeyse her çalının dibinden bir palaz sürüsü kalkardı...
Üreme mevsiminde avlananlara iyi gözle bakılmaz, dışlanırlardı. Bugün devletin yapmaya çalıştığı av yasaklarını köylü kendiliğinden yapardı.
- “Kuluçka zamanında av yapılmaz, yazıktır, günahtır.” denilirdi. Bir serçe yumurtası kırdım diye azarlandığımı hatırlarım.
Kış geldi mi tavşan etinden yapılan “Arap aşı” ziyafetlerinden geçilmezdi. Sıra gecelerinde yenilip içilen “Arap aşı çorbası” tavşan etinden yapılır, anlatılan hikâyelerin konusu çoklukla tavşan avı olurdu. Ava gidip de boş dönen neredeyse yok gibiydi…
Köyde düzenli misafiri olan, sürekli açık tutulan köy odaları vardı. Bu odalardan birçoğunda sürekli yabancı konuk bulunur, ücret ödemeden atıyla, eşeğiyle birlikte yer içer, yatarlardı. Her odanın altında mutlaka ahır - samanlık bulunurdu. Köylere gelen her yabancı bu odalarda kalırdı.
Misafir odası sahibi olmak bir statü işi, saygınlık nedeniydi. Oda sahibi demek, geçimi kendisine yettiği gibi, yol ehline yetecek kadar da zengin demekti. Zenginlik dediysek bugünün ölçüleriyle değil tabi. Bir yıllık geçimi ambarında olan aile zengin sayılırdı. Misafirler bu odalarda aylarca kalabilirdi. Oda sahibi misafirinin neden uzun süreli kaldığını sorgulamazdı. “Gurbette kalanın vardır bir derdi.” denilirdi.
Bu odalardan ikisinde o dönemin en önemli haberleşme aracı radyo vardı. Köylünün dış dünya ile ilgilenenleri akşamları ajans dinlemek üzere bu odalarda toplanırlardı. Akşam saat yedi, ajans saatiydi. Radyonun biri, Muhtar odasında, diğeri eski muhtarın odası olan Memiligilin odada idi. Bir de Hırsız Yakup’un evinde olduğu söylenirdi.
Hırsız Yakup köyün üç bakkalından birisiydi. Sonraları o radyoyu babam satın alacaktı. Philips marka dibek elli, bataryalı, küçük, lambalı eflatun renkli bir radyoydu. Köy odalarındakiler ise bugünkü atmış yedi ekran televizyonlar gibi büyüktü. Bizimki on yedi ekran küçük bir monitör kadardı.
Rahmetli babam çok eli uz birisiydi. Birkaç sanatı aynı anda icra ederdi. İlkokula bile gitmemişti ama mükemmel bir gözlemci, çok zeki, eli her işe yatkın biriydi.
Askerden gelirken ilk tıraş makinesini, sağlık çantasını, ecza dolabını köye getiren o olmuştu. Tentürdiyodu, sargı bezini, aspirini, plasteri, cımbızı, oksijenli suyu ilk olarak bende kullandıkları için iyi hatırlıyorum. Komşumuz Kınacıgil’in köpeği sol bacağımdan ısırdığında onları kullanmak ilk bana nasip olmuştu. Tentürdiyodun nasıl yaktığını, açık yaranın nasıl iğneyle dikildiğini ilk ben yaşamıştım ve komşu çocuklarına ben anlatmıştım. Ağızlarını açarak dinlemişlerdi...
Rahmetli bir koyunun doksan lira olduğu zamanda beş kuruşa saç keserdi rahmetli babam. Boşalan gaz yağı tenekelerinden ilk sobayı yapan da oydu. Ayrıca lehim yapar, altın tokalar, hurda mataralardan gelin başlarına tepelik yapardı...
Kış gelince küçük çaplı bir marangoz atölyesinde çalıştığını, kapı pencere yaptığını da hatırlarım. Kendimize yaptığı odun sobasını görenler sipariş vermeye başlayınca marangozluğu boşlamış, daha çok soba yapmaya başlamıştı. Yaz gelince de köyde ev yaptıran olduğunda eniştesi Ferzi ile inşaat ustalığı yapardı. Eline para geçen sayılı insandan biriydi anlayacağınız. Radyo da o nedenle bizim eve çok erken girmişti…
Çay, kahve, gazocağı, lüks, ayakkabı, Nazilli basması, nar ekşisi, zeytinyağı, sucuk gibi o zamanın gelişmişlik arz eden her şeyi gibi… Annemin giydiği ilk basma şalvar nedeniyle uzun süre kınandığını, hatırlıyorum.
- “Gadeli mülükler… Eski köye çiçekli basmayla yeni adet getirdiler.” diyorlardı.
Akranlarımız içinde ilk pantolon giyen de, ilk lastik ayakkabı giyen de ağabeyimle ben olmuştuk. Erkek çocukları bile on, on iki yaşına gelinceye kadar entari giyerdi. Bir çocuğun kız mı, erkek mi olduğunu saçlarının uzunluğundan anlardınız. Erkeklerin saçları çoğunlukla babama para vermemek için makasla sık sık kesilir, uzamasına, kızlara benzemesine izin verilmezdi.
Hikâyemize esas konunun meydana geldiği gün güneşli bir bahar günüydü... Her bir odasında bir ailenin oturduğu, eski hanay bir evimiz vardı. . Bize ait tek odada beş kişi yaşıyorduk… Altı yedi yaşlarında ben, iki yaş büyüğüm ağabeyim, iki yaş küçüğüm kız kardeşim, otuzlu yaşlarında annem ve babam.
Evimizin bir metrekareden daha küçük ahşap penceresinden sabahın ilk ışıkları içeri süzülür süzülmez, anadan üryan çırılçıplak yattığımız yataklardan kalkardık. Çocuklar olarak diyorum. Büyükler Ülker yıldızlarıyla kalkar, yapılması gereken birçok işi çıra aydınlığında görürlerdi.
Gaz yağı çok pahalı olduğundan evlerin içinden gayri her yerde is çıkara çıkara, çıra yakılırdı. O zamanlar gece elbisesi olmadığından, dış giyimlerimiz eskimesin diye yatağa çıplak olarak yatardık. Önceleri yalnız çocuklar çıplak yatar sanırdım. Sonra öğrendim ki büyükler de bizim gibi çırılçıplak yatıyormuş.
Rahmetli Ayşe teyzem on sekiz on dokuz yaşlarında, bizde yatmak zorunda kaldığında, benimle yatmıştı. Çıplak kadın bedenini keşfe çıktığım geceydi o gece. Teyzem rahmetli uyur numarasına yatmış, merakımı rahatça gidermeme yardımcı olmuştu.
Hemen hemen yüzde doksan insanların ikinci bir giyeceği olmadığından, giysi yıkanacağında evden çıkılmaz, elbiseler vadinin ortasından geçen çayda yıkanıp, kurutulup gelinceye kadar yorganların altında kalınırdı.
Köy anlattığımdan da yoksuldu, ayaklarında çarık olanlar şanslı sayılırdı ama tahsildar geldiğinde, iki keçisi olan, birini devlete vergi olarak verirdi. Harman zamanı etten tırnaktan üretilen mahsulün onda biri vergi memurları tarafından terör estirerek toplanırdı. Devletten çok korkan bir insanımdır, ben.
- “Allah devletimize milletimize zeval vermesin ama kapısına da düşürmesin.” diyenlerdenim. Sonunda otuz yıl öğretmen olarak bir bakıma ben de devlet oldum ama hala korkarım. Bu kadar korkunun kanımca nedeni, köylünün tahsildardan ve jandarmadan nasıl korktuğunu, küçücük yaşımda, onlarla birlikte yaşayıp görmemdir diye düşünürüm. Bilinçaltıma öyle bir yer etmiş ki istesem de çıkaramadım.
Üretilen buğday çeçlerine damga basılırken, daha harmanı savurmadan haber verilen vergi memurlarına nasıl ters ters bakıldığını görenlerdenim. Ve o memurların nasıl Azrail gibi korkutucu davrandıklarını da… Köylünün en saygını bile el pençe divan durur, işini gördükten, tahsildar gittikten sonra derin bir nefes alırlardı.
Çocuk halime rağmen duygularını, ne düşündüklerini kalplerini okur gibi anlardım. O ayakta duramayıp oturmalar, yan bakışlar, surat asışları, başlarını iki elleri arasına alıp derin düşüncelere dalmaları unutmam mümkün değil…
Varlıklıların yatakları yünden olurdu. Bizim gibi yoksulların ise kuru meşe yapraklarıyla doldurulurdu. O gazeller bir mevsimde ezilip toz haline geldiğinden her sonbaharda Pelitliye gidilir, yeniden kurumuş meşe yapraklarıyla doldurulurdu. Bunun için kadınların keşik yaptıklarını bilirim.
Köyün temiz havası, ya da çıplak bedenimize batan o yaprak sapları insanı erken kalkmaya zorlardı sanki. Ne kadar yorgun olursak olalım gün doğmadan kalkardık. O zamanlar üzerine güneş doğanlara iyi gözle bakılmazdı. Yün yatağı olmanın zenginlik ölçüsü sayıldığı zamanlardı o zamanlar. Çok geçmedi babam da yün yataklar yaptı da erken kurtulduk o çıplak tenimize batan gazel saplarından…
Evlerde aydınlatma aracı ya çıra ya da gaz lambası olduğundan, gün ışığıyla yatılır, gün ışığıyla kalkılırdı. O zamanın yeni icadı el fenerlerini alabilenler (çoğunluğu gençlerden oluşurdu), iki pilli veya dört pillisine göre statü sahibi olur, geceleri de kendilerini olabildiğince hür hissederlerdi. Tabii elektrikle tanıştığımız o lambaları almaya da pil kullanmaya da varlıklı olanlar hak sahibiydi. Bizim de vardı ama babam bizlerin kullanmamıza izin vermezdi.
Cep aynası taşımak bile modernlik sayılıyordu. Birinin aynası kırılsa köyde, en azından mahallede haber olurdu. Neden, nasıl kırılmış, kim kırmış konuşulurdu. Annemin “bir kırık ayna bile yok şu evde.” diyerek şikâyet ettiğini hatırlarım. Daha çok saçını taradığı zamanlarda yapardı bunu... Gaz lambasının arkasındaki tenekenin parlaklığıyla idare ederdi. Rahmetliyi yıkanmış, saçını tararken seyretmeyi çok severdim. “Dünyanın en güzel kadını benim annem olmalı.” derdim.
O gün yine her zamanki gibi ayrana katılıp karıştırılmış, akşamdan kalma bulgur pilavından oluşan kahvaltımızı yapmıştık. O zamanlar kahvaltının adı henüz “sabah aşı” idi. Kahvaltı kelimesini kullanmaya, kahvaltı yapmaya, çay şekerle tanışmaya, gazocağı ile yemek yapmaya, lüks denilen ipek gömlekli (gazyağı kullanan) o muhteşem ışık kaynağına kavuşmaya henüz birkaç yıl vardı.
O, ülkemizde çok hızlı gelişmelerin olduğu ellili yıllarda, ayağımız çarıktan kurtulacak, “cizlavet” marka lastik ayakkabılara kavuşacaktık. Üstüne üstlük aynı yıllarda “diazinon” denilen bir ilaç sayesinde bit illetinden de yakamızı kurtarmış olacaktık.
Menderes ve İnönü adlarını o günlerden biliyordum. Biri mehdi gibi seviliyor, biri firavun kadar lanetleniyordu.
- “Menderes geldi de ayağımız çarıktan, sırtımız bitten kurtuldu” diyorlardı. Hele ki kaput bezi ne çok konuşulurdu. O zaman her genç kızın olduğu evde bir dokuma tezgâhı bulunur, peşkir dokunurdu. Çeyiz yapmak üzere otuz santim genişliğinde kumaşlar dokur, onunla yatak yorgan çarşafı yaparlardı. Göynekleri de dokurlarmış ta bir zamanlar, Menderes zamanında çıkan Nazilli basmaları ve Amerikan dedikleri kaput sayesinde onlardan da kurtulmuşlarmış.
O ne büyük mucizeydi Yarabbi… Bit ilacının geldiği gün yani... Sipariş üzere Konya’dan getirtilmişti. Babam rahmetli, Kemerli Ali diye bir arkadaşından almış ismini... Öğrenir öğrenmez hemen getirtmişti. Ajanslarda haber olduğunu da hatırlarım o ilacın ve bitten milletçe yavaş yavaş kurtuluşun…
Tenekeden yapılma bir pompayla, yatak döşek yüklükteki yedek yorganlar, üzerimizdeki elbiseler tamamı ilaçlanmıştı. Evin içi o güne kadar tanışmadığımız DDT kokusundan teneffüs edilemeyecek kadar kirlenince kendi kendimize;
- “Bu ilaç bitleri öldürecekse bizi de öldürür.” diyerek yarı çıplak dışarı kaçışmıştık. Babam ağzını burnunu bir tülbent yaşmakla sararak biraz daha, biraz daha sıkmıştı pompayı. Sanki bitli geçen yılların öcünü almak ister gibiydi.
- “Odanın kapısını sıkı sıkıya kapatın.” demişlerdi.
- “İyice zehirlensin de her şey, sirkeleri de (bit yumurtalarına sirke denilirdi) büsbütün ölsün.”
İnanılır gibi değil, gerçekten bitten kurtulmuştuk. Ancak bir gerçeğin de çabuk farkına varmıştık. Köylünün tamamı bu ilacı alıp kullanmadıkça, bitlerden temelli kurtuluş yoktu. O nedenle, evimizde ilaçlamayı sık sık yapmak zorundaydık. Siz bir yere gitseniz veya biri size gelse (ki bu o zamanlar çok yapılan sosyal bir davranıştı ) hemen bitleniyordunuz. Şöyle bir deyimin o günlerde herkesin dilinde olduğunu hatırlıyorum;
- “Bir topal bit, bir gecede dokuz yatak gezermiş.”
Çok geceler bu sözün doğru olup olmadığını sorgulayarak uyuduğumu hatırlıyorum. Nasıl gezerdi ki, bir gecede dokuz yatağı bir topal bit… Hem neden kanını içip durduğu kişiden bin bir zahmetle bir başkasına giderdi…
*********
Olay günü, çok güzel bir güne başlıyoruz, demiştim. Veya diyecektim. Güzel dedimse de siz her zamanki gibi sıradan bir gün olarak bilin. Özellikle benim kadar küçükler için her doğan güneş bir mucize, her yeni gün bir kerametti zaten. Hafıza bandımıza düzenli olarak bilmem kaç mega piksellik öyle görüntüler kaydediliyordu ki her an, akşam olmasın, gece gelmesin isterdik. O yüzden her gün bir öncekinden daha güzeldi.
O gün, ben uykudan kalktığımda çoktan kıra gitmesi gereken hayvanlar gönderilmişti. Tabii sağılması gerekenler sağıldıktan sonra. Güneş doğdu doğacak haldeydi. Hanayın şöminesinde, (biz şömine demezdik, ocak derdik) kara bakır haranı tencerede kaynamakta olan sütün kokusundan anlıyorum bütün bunları…
Annem her zamanki gibi çoook erken kalkmış, hem ineğimizi, koyunlarımızı(beş taneydi, sonraki bir zaman evin avlusunda kurtlar parçalayacak, sayıyı bire indireceklerdi) sağmış, tavukları (beş tavuk bir horoz) yemlemiş.
O zamanlar kümeste horoz olmazsa tavuklar yumurtlamaz sanılır, her kümeste bir horoz beslenirdi. Bir seferinde horozunu misafire kesip yediren bir komşumuza bir başka komşunun;
- “Yazık değil mi kız o tavuklara, çabuk bir horoz bulup koymalısın kümeslerine. Tavukların da canı var ayy…” dediğini hatırlıyorum. O yaşta neden tavuklara o derecede acıdığını anlamıştım.
Ayrı ayrı çobanlara kuzuları, koyunları, öküzümüzü ineğimizi, eşeğimizi sürmüş, annem rahmetli. Bu arada günlük yufkamızı da eylemiş. Tekne, senit, oklava, pişirgeç hepsi ortalıkta... Toplamaya zamanının yetmediğini anlamak hiçte zor değildi.
Yeni pişmiş, buğday / çavdar karışımı undan yapılan, biraz esmer, şimdilerin deyimi ile organik ekmekler mis gibi kokuyor… O zamanlarda topraklarımız henüz fenni gübre ile tanışmamış, epter tohumlara bağrını açmamıştı. Hatta kırk santim derinlere giren pulluktan da haberleri yoktu. Karasabanla sürülür, el orağıyla biçilirdi. Ne biçme makinesiyle tanışılmış, ne de biçerdöverleri görmüşlerdi…
O nedenle ekmekler de, sütler de, hatta etler de doğal kokusundaydılar. Bakirdiler. Alımlı, çalımlı albeniliydiler. Şifa ve zevk kaynağıydılar. Lakin biz değerlerini yeterince bilmiyormuşuz...
Ekmekler hep öyle enfes kalacak, sütler her zaman şifa kaynağı olacak, etler piştiği zaman yedi mahalleye kokusunu sere serpe yayacak sanırmışız…
O sabah amcalarımın, yengelerimin de aynı telaşla salonda, hayatta, ambarlarda (O vakitler ambara kiler denirdi) dolaştıklarını, kapıların ardı arkasına açılıp kapandıklarını hatırlıyorum… Şimdilerde birçok sokak bile o kadar hareketli değil. O zaman bizim evde nüfus yoğunluğu hat safhadaymış anlaşılan...
Babam rahmetli, babasının en küçüğü olduğundan bizler de küçüktük. Amcalarımın evlilik çağında kızları, oğulları vardı. Hatta evlenip gidenler olmuş. Ben o yaşımda birçoğunu tanımıyordum bile. Bizim yaşımızda olan kuzenlerimiz de vardı tabii. Zamanla ne kadar kalabalık bir aile olduğumuzu anlamıştım. Babamlar altı kardeştiler. Dört oğlan iki kız. Halalarımdan birisi erken ölmüş. Diğerini de çok sonra öğrenecektim. Gelir giderlermiş de ben bilmezmişim. Evimize o kadar çok gelen giden olurdu ki, o yaşta herkesi tanımak imkânsız tabii…
Onca kalabalığa rağmen uyum içinde yaşayıp gidiyorduk. Hiç çıngar çıktığını hatırlamıyorum... Herkes ne kadar iş bitirici ne kadar itaatkârdı Allah’ım. Sanki kimse kimseye isyan etmezdi.
Biraz daha büyüdüğümde bazı ufak tefek kırılmalardan da haberim olmuştu. Geri planında ya çocuk dövüşlerinin ya da gelin sürtüşmelerinin olduğu, kadın milletinin ( böyle denirdi) kendi aralarında halledemeyip erkek milletine sıçrattıkları sıradan ama onlara göre önemli olaylar ve kırgınlıklar…
Henüz hem rahmetli ninem sağdı, hem de rahmetli dedem... Buna rağmen önlenememiş o kırılmalar. Sürgit devam edenleri de oldu. Yıllar sonra, neredeyse torunların çağında gidermeye çalıştığımız kırgınlıklardı bunlar...
Her kalabalık ailede olabilecek olaylardı belki ama hangi ananın, hangi babanın çocukları olunduğunun önemi büyüktü. Soylu ailelerde on gelin bile olsa çıt çıkmazdı. Kavgalı, çıngarlı evlere hoşgörüyle bakılmazdı. Rahmetli dedem de ninem de köyün sayılan, sevilen eşrafındandılar. Ninem o zamanlar beş yıllık felçli, yatalak olduğu halde koca köyde sözü dinlenir, güvenilir bir otoriteydi.
Eminim bu basite indirgemeye çalıştığım olaylardan dolayı çok üzülmüşlerdir. Genç - yaşlı insanlar çok sık olarak ona gelir akıl danışırlardı.
İkinci dünya savaşının kıtlık yıllarında, köyde erkek köküne kıran girdiği zamanlarda, Hacıgillerin Esma kadınla birlikte köyü yönettikleri, açları açıkları koruyup kollamak için akıl almaz mücadeleler verdikleri anlatılırdı. Yine de evindeki bazı olaylara gücü yetmemişti demek ki…
Arpa ununa cicavuk otu karıştırarak ekmek yapmayı, Yahudi baklasından (termiyeden) ebegümeci’den,cicavuktan otlu ekmekler yapıp açlığa çare aradıkları, yaşlılarımız tarafından halen anlatılır. Ninemin otoritesini anlatırken acımasız davrandıkları da olurdu.
- “Ekmeği kilitlerdi. Kilidi belinde taşırdı. Her şahsa, her öğünde bir ekmek… Zırnık fazla yok. Gencine ihtiyarına, çocuğuna, gebesine, emziklisine bir ekmek verirdi.” derlerdi.
Rahmetliyi güya yermeye çalışırken övdüklerini fark etmezlerdi…
Dedem rahmetli ise köyün yürük doktoruydu. Bugünlerde öylelerine herbalist mi diyorlar. Aktar mı ne... Doğal çevreden toplanmış şifalı otlarla her tür hastalığa bir çözüm üretir, ücretsiz şifacılık yapardı.
Yetmiş seksen dolaylarındaki yaşına rağmen bahar geldi mi eşeğine biner, birkaç günlüğüne sık sık kaybolurdu. Sonra envaı çeşit otlarla geri döner, tavandaki çivilere demet demet asardı. Kimi otları çuvallara doldurur saklar, kimini demet eder duvarlara, tavanlara asıp kuruturdu. Kış gelince akın akın gelen insanlara o otlardan karışımlar verir, tariflerini yapar gönderirdi.
Köy yerinde doktor nedir bilinmezdi. Hastalanınca ya hocaya gidilir ya da dedemin verdiği otlardan şifa aranırdı. Ağrılara kekik yağı, çıbanlara siğil otu... Karın ağrılarına keten tohumu lapası sarılır, bitki çayları içirilirdi. Tarhana çorbasına yoğun olarak karıştırılmış acı biberle, tereyağı ile üşütmelere çözüm üretilirdi.
Çok üşütenlere şişe vurulurdu. Acıgüneyik (Hindiba) kökü kaynatılır içilirdi. Keten tohumu ezmesi, çörek otu, üzerlik tohumu, bise, sirke, katran, zivt, zeytinyağı, bal şifa için önerilen ilaçlardı. Neyi ne için verirdi, hangi hastalıklara şifası yok derdi, bilmiyorum.
Köyümüzde o zamanlar öyle çok kar yağardı ki, damlardan kürenen karlarla sokaklar düzleşirdi. Bazen hayvanları suya götürmek için kar altından tüneller açıldığını hatırlarım. O günleri anarken annem rahmetli daha beterlerini bile yaşadıklarını söylerdi. Henüz küresel ısınma başlamamıştı demek. Daha beteri nasıldı bilemem ama benim şahit olduğum çileler diz boyu idi.
Koca köyün dört çeşmesi vardı. Evlere su almak bile sıra gerektirirken, hayvanları kıra çıkaramayıp çeşmelerden sulamak tam bir kargaşa oluştururdu. Nasıl kavgasız dövüşsüz halledilirdi o zorlukları, anlamak bugünlerin aklıyla imkânsız.
Köy ahalisinin tamamı sanki tasavvuf tekkesinden mezunmuş, her biri bir Mevlana öğretisinden geçmiş, dervişlermiş gibi. Aslında burada imiş takısı haksız kullanıldı. Öyleydiler. Yani Mevlana dervişlerinin çocukları ya da torunlarıydılar.
Ne zaman kapatıldığını bilemediğim bir tekke vardı köyde. Tekkenin eğitim yapılan yerleri yıkılmıştı ama büyük şeyhlere ait mezarların bulunduğu, üstü kara örtüyle örtülü bir harap bina vardı. Geceleri içinde mumlar yanardı. Uzaktan bakar, yanına varmaya korkardık. O mumları melekler yakar sanırdık. Büyüdüğümüzde tekkeye kendini adamış bir yaşlı kadının yaktığını o ölünce öğrendik.
Köyün tekkesinde görev yapmış büyüklerin mezarları vardı, aşağı mezarlıkta. Başuçlarında dört beş metre uzunlukta elli atmış santime yakın kalınlıkta mezar taşları dikiliydi. Osmanlıcayı öğrendikten sonra, yıllar önce üzerlerindeki yazıları okumuştum. Horasan erlerinden, Mevlana hizmetkârı, Şeyh Ali Efendi gibi, isimlerdi.
Köyde tek cinayet işlenmiş, bilinen tarihi boyunca... Kırsalda bir efe öldürülmüş. Ama bu efenin efeliği çevre köylere de sıçradığından onu öldürenin hangi köyden olduğu bile tespit edilememiş. Üç köyün sınırında olmuş ki kim vurduya gitsin.
- “İyi de oldu.” diyorlardı. “Herkim vurduysa iyi etti. Şirnemişti. Kanına susamıştı. Sonunda birilerinin canını yakacak kadar efelenmişti. Keskin sirke olmuştu ki küpüne zarar.” diyorlardı.
- “Birilerinin ırzına namusuna musallat olmadan vurulması iyi oldu.”
Köyde ufak tefek sürüden koyun çalıp yemeler dışında hırsızlık da olmazmış. Onu da yapan genç çobanlar olduğundan çabuk bilinir, hemen kendisinden bir koyun alınıp mağdura verilerek işler halledilirmiş.
Üstelik kış günlerinde köy odalarının şaka şamata sohbetlerine konu olurmuş. Olağan sayılırmış. O yaşlarda bu hep olurmuş. Hasta ziyaretleri, çetin kış şartlarında köye inen kurtlar, büyük indeki ayının yavrusunu kıskanarak muhtar Ahmet’e nasıl taş attığını anlatan hikâyelere bir alternatif olsun diye küçük olayların abartılması gerekirmiş.
Radyo yalnız muhtar odasında, hırsız Yakup’ta ve Memiligilin odada olduğundan, oralara da herkes gidemediğinden az haberle yaşanan yıllar, o yıllar. Köyün kendi haberini kendisinin ürettiği, yenisi üretilinceye kadar dile pelesenk edilen eski haberler. Ancak gaza, tuza zam geldiğinde köy dışı haberlerin konuşulduğu zamanlar…
Babam o sabah kahvaltısının ardından anneme,
- “Kız, bir şinik haşhaş çıkar da yağ çekip geleyim. Ben bugün eniştemin yağ atölyesini açacağım. Eniştem kasabaya gitti.” der demez;
Hemen atıldım.
- “Ben de gelebilir miyim baba?” Pek âdeti değildi ama o gün, “Gel.” dedi.
Bu hikâyenin çocuk beynime kazınmasında beklemediğim o “gel”in etkisinin diğer etkenlerin yanında esas oğlan olduğuna inanırım. Sonrakiler çok çok önemli ama bu aşırı sevinmeme neden olduğundan beynimin daha bir faal hale gelmesine, diğer ayrıntıları mükemmel kaydetmesine sebep olduğuna inanırım.
Hanay evin tahta merdivenlerini o küçük bacaklarımla, ilk defa tek tek indiğimi anımsıyorum. Koltuk kapısını, hızlı çarpmasın diye bir elimle karşılamadığım için çok sert kapanmıştı. Eğer dedem uyur olsaydı bile uyandırıp kızdıracak kadar hızlı kapanmıştı. Ancak o, zaten her sabah, sabah namazına kalkar, bir daha yatmazdı. Yatsıdan sonra yatmamayı mekruh sayar, gece namazına kalkın diye gelinlerini, oğullarını hep tembih ederdi. Annem ve babam o yaşlarda henüz namaz kılmadıkları için, hep bahaneler uydurur, inşaAllah başlayacağız diye dedemi kandırırlardı. Ama amcalarımdan kılanlar vardı sanırım.
Mevlit amcam rahmetlinin kıldığından eminim. O biraz hocaya gitmiş. Kuran okuyup yazan bir o varmış zaten. Diğerleri daha namazını öğrenemeden rahmetli mektep hocasını jandarmalar sakalından sürükleyerek götürmüşler kasabaya. Hapis yatırmışlar. Bir daha kimse cesaret ederek çocukları toplayıp da namaz kılmayı öğretecek bilgileri verememiş.
Eee herkes kendi kendine nasıl öğrenecek? O zaman dedemin demelerinin de bir faydası yok... O da kendi vicdanını rahatlatıyor güya… “Ben kılın dedim.” diyecek sorgu meleklerine.
Dedem çift çenetli cümle kapısının hemen yanındaki odasından çıkarak, kapı kasasına tutunup, başını uzattı. Bir seksen boylarında, bedeninde bir gram yağ olmayan, çığ gibi bir delikanlı görünümündeydi. O vücuda yakışan uzun bir boynu vardı. Nur yüzlü, sünnete uygun bir tutam aksakallı seksenlik dedem, o meşhur mülayim sesiyle, karşısındakini incitmemek için özen gösteren her zamanki sevecen tavırlarıyla;
- “Ahmet Oğlum, nereye gidiyorsun?” diye sordu.
- “Eniştemin atölyesini açacağım, baba. Kasabaya gitti de. Bu arada bir şinik haşhaş aldım. Yemeklik yağımız bitmek üzereymiş. Müşteri gelinceye kadar kendi yağımı çıkarayım dedim.” dedi.
- “İyiii…” dedi, dedem ve ekledi;
- “Uzak yere gitme, ben bugün öleceğim.”
- “Yapma babaaaa…” dedi, babam. Başını iki yana sallayarak.
Vücut dilinde “inanmıyorum” demekmiş, o davranış. Yıllar sonra katıldığım bir kişisel gelişim seminerde öğrendim.
- “Yapma Allah aşkına, baba… Allah gecinden versin” dedi. Ve yürümek istedi…
Babam bence de haklıydı. Dedem çakı gibi karşımızdaydı.
Babam bilmiyordu ama dedem akşamla yatsı arasında buğdaydan yapılmış kavurga bile yemişti... Kütür kütür kavurga yerken dişlerinin tamamının sağlam olduğundan söz edilmişti. Şakalaşmışlardı. Hiç bir şeyden şikâyeti yoktu. Hele hele ölüme yakın bir hali hiç yoktu. Dedem, hafif sertleşen, kesinlik ifade eden bir ses tonuyla tekrar;
- “Laf dinle oğlum. Uzağa gitme dedim sana. Ben bugün öleceğim.” dedi.
Babam;
- “Tamam tamam, uzağa gitmem, köy içindeyim” dedi ve yürüdü. Çift kanatlı cümle kapısını biraz sert açıp, sert kapattı. Uzaklaşır uzaklaşmaz da dedemin aleyhine bir şeyler mırıldandı ama ben tam anlayamamıştım.
- “Olacak iş mi? Sen nereden bileceksin ne zaman öleceğini” dediğini ve aşağıdaki son cümlesini iyi hatırlıyorum.
- “Cık cık cık… Adama bak yahu. Allah Allah. Bugün ölecekmiş.”
Babam da dedem gibi uzun boylu olduğundan adımlarına yetişemiyordum. Biraz geride kalınca koşarak yetişsem de, geride kalmaktan asla kurtulamıyordum. O yüzden her söylediğini anlamam mümkün değildi. Ama hem inanmak istemediğini, hem de korktuğunu yüzünden anlamıştım. On dakika önceki neşesi kaybolmuştu yüzünden.
Eğer neşesini yitirmeseydi kesinlikle şu boş araziyi geçerken, “kar yağıyor yağıyor, paltomu giyeceğim, ihtiyara varıp da dede mi diyeceğim” türküsünü mırıldanırdı. Yahut “öküzümün torbası düşmüş gördün mü? Manda yuva yapmış söğüt dalına” türküsünü yani... Ama neşesi kaçmıştı. Sanki daha hızlı giderek, öfkesini yoldan, adımlarından çıkarıyordu.
Köyün dar ve çamurlu yollarında düşmeden menzilimize ulaştığımızda nefes nefese kaldığımı hatırlıyorum.
İlk defa gördüğüm imalathaneyi on dakika kadar oturarak izledim. Merakım ağır bastı, haşhaş ezen silindiri, babamın yakmaya çalıştığı ocağı ve yağ çıkaran bölüm olduğu kurnasındaki yağ izlerinden anladığım makineyi incelemeye koyulmuştum. Babamın keçi kılından bir torbaya silindirde ezip, ocağa sabitlenmiş bir tavada kavurduğu haşhaşları doldururken, koşa koşa kapıya gelen birinin selam bile vermeden;
- “Ahmeeeet. Baban ölmüş leeen... Koş.” dediğini hatırlıyorum.
- “Deme leeen.” dedi babam… “Vahhh… tühhh... Şu işe bak yavv...”
Babam kendi kendine konuşuyordu. Haberi veren aynı hızla geri gitmişti çünkü.
Elindeki torbaya kalan haşhaşları doldurmaya devam etti. Koşar adım işkence aletine yerleştirdi. Bir iki tur sıktı. Tam yağ akmaya başlamıştı ki bıraktığı gibi koşmaya başladı. Kapıyı açık bıraktığımızı şimdiki gibi hatırlıyorum. Dönmek istedim, boş ver dedim kendi kendime ve ben de ardı sıra koştum.
- “Dedemin dediği çıktı desene... Öleceğim demişti, ölmüş. Nasıl bildi ki?” diye düşündüğümü, yolun çamurlarında kayıp düşmekten korktuğum için düşünmekten vazgeçtiğimi hatırlıyorum.
Babamdan çok sonra vardım eve. Evde kim var kim yoksa hepsi dedemin odasındaydı. Onca insanın bacaklarının arasından geçerek anneme ulaşmıştım. Dedem bir yatakta uzanmış yatıyordu. Babama;
- “Oğlum git, birkaç lokum al gel bakkaldan” dedi.
Anneme de;
- “Kızım sen de git bir kaşık yoğurt getir ağzıma ver, siz hiçbir şey öğrenmediniz mi?” diyordu…
- “Can ürktü bir kere, kim bilir ne kadar eziyet çekeceğiz… Ağzıma bir su veren olmayacak mı içinizden?” derken, yataktan doğruldu, oturdu,
- “Offf dizlerim.” dedi. “Hep senin yüzünden kadın bu acılarım.”
O görüntü şu anda yazarken tekrar gözümün önüne geldi. Tüylerim diken diken oldu. Yüzündeki acıları fark ettim yeniden içim yandı. Asiye yengeme bakarak söylemişti bu sözü.
Sonradan öğrendiğimize göre, biz gittikten sonra rahmetli kuşluk namazına durmuş. O gün evini temizleme sırası kendisinde olan Asiye yengem dedemi secde ederken bulmuş... Orayı burayı düzeltip, evi süpürürken dedemin secdede öylece durduğunu, hiç doğrulmadığını fark etmiş... Yanına yaklaşarak biraz da yakından incelemiş, öldüğünü düşünerek, korkusundan aceleyle kalçasına sertçe dokunmuş;
- “Bu nasıl secdeymiş hay koca.” demiş... Demesiyle dedemin düşmesi bir olmuş... Dedem rahmetli hızla sol yanı üstüne düşmüş. Düşer düşmez de canlanmış, kendine gelmiş.
- “Ahh be kadın...” demiş, “siz kadınlar, adamı ölürken de rahat bırakmazsınız... Çabuk yukarıdakilere haber ver…”
Hemen herkes koşuşmuşlar tabii… Yatak sermiş, yatırmışlar.
Babam rahmetli beş dakika kadar sonra elinde bir bez mendile sarılı lokumlarla geldi. Hemen bir tanesini ağzına verdi. İki, belki üç lokumdan yedikten sonra yeter, dedi rahmetli. Ardından birkaç kaşık yoğurt yedirdiler. Herkes şaşkındı. Komşulardan gelerek geçmiş olsun diyenler oldu. Biraz kendine gelince;
- “Susun.” dedi.
Kendi aralarında usul usul da olsa konuşanlardan dolayı odanın içinden taşan bir gürültü vardı. “Susun.” der demez herkes sustu. Otoritesi yerindeydi. Babam rahmetliyi yanına çağırdı.
- “Bak oğlum, dedi. Beni iyi dinle. Aşağı mezarlıkta, eskicilerin bahçenin köşesinde, erenler mezarlarının yanında, bir takkeli taş var ya… Biliyorsun değil mi?”
- “Evet biliyorum baba. Şu sarıklı mezar taşını diyorsun, bildim.”
- “Hahhh, evet. O taşın dibine ayağını koyacak, beş adım kıbleye doğru gideceksin... Kazmayı oraya vuracaksın. Oradan iki büyük, kızıl mermer çıkacak. O mermerlerin arasında bir muska bulacaksın... O muskayı başımın altına koy. Taşları da başıma ve ayakucuma dik. Tamam mı? Sakın o taşları ve muskayı bulmadan beni defnetme” dedi.
- “Aman Mustafa amca ne defnetmesi, sen kurtuldun inşaAllah, iyileştin. Geçmiş olsun” dedi bir komşu…
- “Ben bugün öleceğim dedim size. Ayrıca büyük bir rüya gördüm. Gidin köyün hocalarından birini getirin bana. Önce ona anlatayım, danışayım. İzin verirse size de anlatırım” demişti.
Babam koşarak, yeniden köy içine gitti.
Dedem,
- “Hacıgilin Memiş’i bulun, çağırın gelsin.” dedi. “Onunla helalleşmedim sanırım…”
Birileri de Memiş amcayı bulmak için koştu.
Demek ki köylünün hepsiyle zaman içinde helalleşmişti.
Biraz sonra babam nefes nefese geldi. “Hocaların ikisi de kasabaya gitmişler, yoklar.” dedi.
- “O zaman anlatamam. Belki de anlatmam sakıncalıdır. Hepiniz hakkınızı yeniden helal edin...”
Annem rahmetli durmadan hıçkırıklarla ağladığı için, o anlarda ağlamasını iyice artırdığından bazı konuşmaları takip edemedim. Bir saatten uzun süren olayın bazı bölümlerini o nedenle hatırlamıyorum. Ancak sık sık yattığı yerden oturamadığına gelip;
- “Offf dizlerim.” dediğini iyi hatırlıyorum.
Bir müddet sonra kapıya yakın duran anneme;
- “Çekil kızım kapıdan, çocuğu da çek, yelleri dokunmasın, götürmeye geliyorlar.” dedi.
Annem iyice bir korkarak, beni de çekiştirip kapıdan uzaklaştı. Yatağın ayakucuna geldi. Ben de tabii… Dedem yattığı yerden;
- “Aleykümselam, aleykümselam, aleykümselam, aleykümselam...” dedi. Demek bir değil birkaç kişi geldi diye düşündüğümü hatırlıyorum. Hani Azrail alırdı canları?
Bir müddet bir şeyler dinlermiş gibi durdu, gözlerini yukarıya çevirdi.
- “Eşhedü enla ilahe illallah, Muhammed en Resulullah.” dedi. Gözlerini kapattı. Başı yana doğru düştü, yüzü kıbleye geldi... Odanın içini feryat figan kapladı… Herkes ağlıyordu. Annemin bacaklarına sarıldığımı hatırlıyorum... Bir de babamın, dedemin ay gibi parlak, o nur yüzünü yorganla örttüğünü... Gerisi...
Mezar kazanlarla birlikte ben de, o küçük yaşıma rağmen mezarlıktayım. Bakalım dedemin dediği taşlar kazılan yerden çıkacak mı? Meraktan çatlayacağım. Kimsenin bana sen ne arıyorsun mezarlıkta dediğini hatırlamıyorum. İlk defa mezarlığın içindeydim…
Ömrüm boyunca, unutmadığım bu olayın benim inancımda ne kadar etkisi olduğunu düşünmüşümdür hep. Onlarca cilt ateizmi savunan,aşılayan kitap okudum, bir zırnık inancımdan sapmadım. En cahil dönemlerimde bile imanımdan vazgeçmedim.
O gün babam, dedemin dediği takkeli taşa sol ayak topuğunu dayadı, bir iki üç dört beş dedi adımlarını aça aça…
- “Burayı kazın” dedi, yanındakilere.
Demek ki dedem adımlarını iyi aç demişti. Yahut adım atmanın da bir adabı vardı…
Taşlar ve muska bulununcaya kadar oradan ayrılmamıştım. O üç beş kişinin zor kaldırdığı kırmızı mermer taşları şu anda resmini çizecek kadar iyi hatırlıyorum.
- “Hele leeen... Gerçekten bir muska da var.” dediklerini de.
Dedeme öyle bir saygı duymuştum, öyle derin bir sevgiyle sevmiştim ki, her bayramda, arifede mutlaka mezarını ziyaret edeceğime söz vermiştim, kendime...
Elli yıldan fazla zaman geçtiği halde elli kere Fatiha’m nasip olmadı... Mezarı başında yani... On bir yaşımda ayrıldığım köyüme sık gidemedim ki... Uzaktan uzağa ne yapabildiysek, o... Büyüyüp para kazanınca mezarını yaptıracaktım güya...
Geçen yıl ziyaretine gittiğimde mezarın yerini bulamadım. O mezarın başına dikilen kızıl mermerler ve o meşhur takkeli taş yok olmuştu... Hatta erenlerin başındaki üç dört metrelik uzun sütunlar da yok olmuş. Kırık dökük yerlerdelerdi...
Cehalette Ebu Cehil’e rahmet okutacak kadar cahil bırakılan neslimiz Müslüman mezarlığında, üstelik tekkenin şeyhlerinin mezarlarında define aramışlar... Ortalığı talan etmişler. O tarihi sütunları kırmışlar. Takkeli taşın takkesi kırılmış, sökülüp bir kenara atılmış. Takke yani sarıklı kısmı alıp götürülmüş, belli…
Yanımda ziyarete götürdüğüm, eşim, çocuklarım, biraderim, onun çocukları ve torunlarım vardı. Hepsine karşı çok mahcup oldum. Bu hikâyeyi kendilerine anlatarak götürmüştüm... O mezarlıktaki perişanlık içimi yaktı... Dua okurken gözyaşlarıma hâkim olamadım.
Benim hıçkırıklarla ağladığımı gören herkes ağlayarak “âmin” derken, torunlardan biri;
- “Niye ağlıyorsunuz?” dedi.
Beş yaşlarındaydı…
Benim bu hatırayı yaşadığım yaştaydı.
- “Dede niçin ağladın? Sen ağlayınca herkes ağladı.” dedi.
- “Benim de bir zamanlar bir dedem vardı ona ağladım kızım.” dedim...
Kendi halimize ağladığımı anlatamadım…
Azizim; Umarım gereksiz yere vaktini çalmamışımdır..Seni yanıltmadığımı umuyorum..aksi sökonusuysa yani umduğunuzu vermedimse gerçekten helallik dilerim.Söz verdiğim Şiir ikramımızdır.Sevceğinizden eminim..
işte o şiir....
Ömür Anam Ömür
annem rahmetli,o vakit
tabii
otuzlu yaşlarında bir köy dilberi.
Başı takkeli
arakçınlı/tepelikli
alnı yalanaltın kemerli
zülüfleri ,kakülleri taralı
gerçek gümüş takılı
dar alınlı
kare yüzünün nuru on dörtlük aydı
kaşlar kudretten siyah mı siyah
gerili iki yaydı
kirpikler uzun/göz akı cennet incisi
karası çakır / gözbebeği,gönül mermisi
ağız tam da yüze göre / muttasıl
ince dudakları al aldı
her zaman saygılı / gülümsemeye hazır
hakık renkli /yanaklar gül pembesi
gamzeleri gülmese de belli
tırnakları düzgün / kına kırmızısı
canlı / canlı
eller her işe hünerli
ince parmakarı birbirine ekli
oklava yuvarlıyor,yufka yapıyor
azı buğday, çoğu çavdar unlu
esmer ekmekli
Sabah/ sabah
mahalleyi almış bir mis koku
erken/erken
taze bir gelin/işine giderken
hanaya çıkıp teklifsiz
kapı tokmağını vurmadan ekmek istedi
’bi sıcağını alayım
ahiretlik
ayıbına gitmesin
burnuma kokusu gitti
kız
emzikliyim
zamansız sütüm kesilmesin’
Al , al
iki al,üç al kız
Allah aşkına
kız, al allasen
sende görür biri / canı çeker
verirsin
sevap olur
Ama içine koyacak katığım yok
Akşamdan kalma pilavdan başka
yok yoksulluk senin eve girmesin
dürünür müsün
getireyim mi
çekinme Allah aşkına
ha
yer misin
-
-
’ yok kız aman
azığım eşekte
heybede
benimkisi boğasaklık
eşekte gitti, öküz de
şimdi bi yerlere sarkacaklar
Allah korusun
başıma iş açacaklar’
’ hadi
Allah bereketini versin
yerini doldursun
ben gideyim
sana kolay gelsin
aman helal et
Allah aşkına,emzikliyim dedim
enişteye de söyle
güvendim de yedim’
Git kız.
helâl olsun.
Güle/ güle .
sıcak almanın helâlliği mi olurmuş
ümmet-i Muhammed değil miyiz
kocamın teri var da içinde benim yok mu.
ben helal ettim işte
git
uğurlar ola
Koşa/ koşa indi genç kadın
tahta kemerli/ sandıklı sekiyi
Annem ünledi ardı sıra
yavaş ol kız emine/düşmeyesin
Allah mustahakını versin
kazasız indi
şükür
koltuk kapısının açılışından
gürültülü kapanışından anladık
huylandı annem
Hay hortlamayası
kapıyı nasıl da çarptı
milleti erken uyandıracak/dedi
…….
Haceli;
şu odunları beri ver oğlum.
geç kaldık/çocuklar uyanacak
şimdi
davar da çıkacak
…….
Senitle, oklava yine savaşa girdi
vurmalı çalgılar gibi
............................
ah be anam
elli yıl sonra o günlere ağlayacağım
şimdi
sen öte yandan beni görür / duyar mısın.
aynen böyle olmuştu değil mi
hatırlar mısın
izninle anam
sözü senet
mekanı cennet anam
ben şimdi senin öteye geçtiğin yaşa yaklaştım
gözüm de, gönlüm de ezik
gidip yüzümü yıkamam lazım
boğazımdaki düğümleri çözmem lazım
sahi kız ana
seninle yeniden halelleşmem lazım
varsa içinde bana karşı bir şey
hani sen umdun da ben veremedim
veya gevşeklik edip hatırını güdemedim
aceleye getirip herhangi bir veda da
mübarek elini öpemedim
olur ya
hakkını helal et
ana /ne olur
emzirdiğin sütün hakkına
soğuk kış günleri çat ayazda
kar, tipi zahmetlerle getirip içirdiğin,yuğduğun
her kusuru arındıran sular hatırına
sarıp kucakladığın,öpüp kokladığın babam için
on yıl baktığın felçli kaynanan
hatırladıkça iç geçirdiğin
’büyük adamdı, kıymetini bilemedik’ dediğin
kocerif hatırına
affet ana
lütfen
..................................
…
yordum mu anam seni
niye yetsin dedin şimdi
daha,koyup gittiğin bunca kardeşimi şefaatçi yapacağım
Hakkını helal et ana
yoksa ettin mi
anaaa
Bu hikaye bugün bitmez anam
ama olsun
Seni canımda,yüreğimde yeniden yaşadım ya
bir kere daha helalleştik ya
Şükürler olsun rabbim
anam rahmetine emanet
onu cennetlerin en alasına çıkar
habibinle komşu yap
babamı da yanına ver
o beni affetti sen de lütfet
keremini göster
Anne biliyor musun
dayımdaki
sendeki şeker hastalığı bende şimdi
aynen senin gibi
durup dururken ayaklarım donar
bir de bakmışsın cayır /cayır yanar
olmadık zamanda terlerim
terim sırtımda soğur da
aynı senin gibi midem ekşir
geğiririm
ister istemez mahcup olurum, çora çocuğa
Neyse
şimdi ben anlatayım sen onayla
yanılırsam düzelt
şu hikayeyi bitirelim
belki bir ana okur
solmuş güllerini hatırlar
belki bir oğul okur benim gibi / gafil
değer bilmez /tokur
sağlığında yapmadığı hizmetin mahcubu
kabir ziyareti yapar
bir fatiha üç ihlas okur
ana
o gün ayı kamillere göndermiştin,beni
pişirgeç almaya
hatırla
ninenin elini öpmeyi unutma
o seni çok sever
ad aldığını görmüş gibi sevinir, demiştin
kirişin ağustostaki ak yamacını sormuştum da sana
hem ekmek eyleyip, hem anlatmıştın
ana kirişin bura bakan yanı niye hep ak
apak
niye yeşil olmaz ,sararmaz hiç
ak durur,deyince
Allah iyiliğini versin oğul
O,’ kar’dır,demiştin
hiç duymadın mı
kocaman oldun
orası kar yatağı
yaz kış kirişin kar’ı kalkmaz
o kadarcık yerinden bile olsa
ondan kafa dağı demişler
insan başı ğibi
az da olsa karlı kaldığından
insanların başı karlı mı
saçı akları mı diyorsun
Yok be kuzum
o değil
neyse büyüyünce anlarsın
Nasıl yani
Büyüyünce dedim ya
şu eğsiyi sacın altına sür
dikkat et elini ateşe atma
Bir de çok konuşup beni lafa tutma
Tamam,tutmam
…………….
Emminlerin ayran nasıl soğuk olur da bizimki ılık, biliyor musun
Nasıl
emmin kar getirir ordan
mendil / mendil
ayranı karla soğuturlar
yetmişine eresi /yirmi torun göresi
baban
hiç bize soğuk ayran içirmez
niye bilir misin
oralara gitmez de ondan
vaktiyle çok getirmiş ya,çobanken
biz bi bile görmedik
Babam oralara niye gitmez
görmüyor musun ne kadar uzak
ora işi düşen gider
kar almaya gidilmez
Ana o gittiğim evdeki nine benim essah ninem mi
Bi çocuğun kaç ninesi olur ki
Fatma ninem
Sultan ninem
O senin babanın halası
yaşlı kadınlara herkes nine der
bilmiyor musun
öz olması şart değil
O nine,
sultan ninemden yaşlı kız ana
elleri bi kemik bi damar
Eskidir tabii
o kadın yüz yaşında
Yüz yaşında mı,vay
Evet öyleymiş
tamı tamına yüz üç yaşındaymış
.
Nasıl bu kadar yaşamış kız ana
hastada değil
düven sürüyor sabahın köründe
Sürer /sürer
düven de sürer başka işte yapar
sen ona varınca ne dedi sana
şu odunu ver bakayım bana
siniyi de öte çek
Bitirdik maşallah
az kaldı
hamur bitti bitecek
Ömür Haceli’m ömür dedi
Ayrılırken ne dedi
ömür oğul ömür
annene selam söyle
işi bitince pişirgeç’i versin
al da gel
ömür kuzum ömür,
öldüğünde aksakallı yüzün olsun
toyun, düğünün güzün olsun
ömür kuzum ömür dedi
O hep öyle der
üç lafının ikisi ömür
o yüzden de ömürlü
baksana
Ana
Ne var
Bende ömür desem olur mu
Olur tabi
Ama ben daha çocuğum
Olsun
Ana
yine ne var
ekmeği yaktıracan bana
sonra da oklavayı yiyecen
Sen de babam da çok ömür deyin
Olur
çok yaşayınca ne olacakmış bakayım
dünyaya kazık mı çakacaz
Ben de ağamda öksüz olmayız
Aman kuzum, ciğerim benim
korkma.
gel bakayım kucağıma
İnşallah
sen de ağan da
kardeşlerin de hiç bile öksüz kalmazsınız
canım rabbim / kuzularımı anasız babasız bırakma
sabahlar hürmetine.
amin
amin allahım,amin
cümle ümmet-i Muhammed evladıyla birlikte
-
O günkü gibi bir daha kucaklamadı
anam benim
hiç fırsat bulamadı
işten güçten
arka arkaya doğan altı kardeşten bana sıra gelmedi
ne zaman sürtünsem
hadi oradan
ana kucağı bebeleredir
sen koca tosun oldun, derdi
sen ineklerin tosun emzirdiğini gördün mü hiç
Görmedim tabi/ama
kardeşlerimin doyduğu o cennet meyveleri de
ana sıcağını da unutmadım
unutamadım
atmış yaşımdayım
şimdi
bu yaşta bile
anasızlığıma yanarım