- 779 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
...Giderayak
Gelişen teknolojinin nimetlerinden yararlanmanın yanı sıra, hemen her kesimden sitem edip kızanlar da çoğunlukta.
Kimse çıkıp: "Bu teknolojiyi yapan da kullanan da insanın kendisi. Yani biz, siz, onlar" demez!
Benliğinin arka bahçesine yığdığı çöpleri –yaşamını kolaylaştırma amacıyla geliştirdiği- teknolojiye döken insan, bilmez mi kendi eliyle kendisini, neslini, geleceğini, evreni kirleterek yarattığı her kaybın yine kendisine döneceğini?
Her şey nasıl metalaştırıldı nasıl bu hale getirildi, anlayabilmiş değilim!
Yaşam dipsiz bir kuyu. İnsanlık her geçen gün o kuyuya -kendi eliyle- düşürülen birer mağdur…
Kuyudan kötü kokular gelmekte. Belli ki artezyen değil, insanlığın atık suyu!
Toprak akarcasına kayıp gidiyor, yer yarık yarık; duyan yok feryadını!
Toprağın kırılma, insanoğluna darılma noktasıdır her yarık. Ve yarıklardan sonsuz karanlığa, meçhule karışan insanlık, hâlâ aymazlık içinde; ayırtında değil, kendi yok oluşuna çanak tuttuğu kurnaz zekâsıyla...
*
İnsan, ait olmadığı bir yerden gitmek ister ya hani…
Ben de ait olduğumu düşündüğüm bir yerde, anlamlı paylaşımlarla mutlu olmayı umarken; ansızın, ait olmadığım hissine kapılarak uzaklaşmak istemişimdir çoğu kez.
Kendimi yok etmeye gücüm yetmezken, umuttu tutunduran...
Belki biten bir rüyâ, belki de rüyânın ardından gelen uyanmaydı bendeki! İyi de… Rüyâda insanın ayağı yerden kesilir. Oysa benim ayağım hep yerdeydi, toprağa değiyordu, algılayabiliyordum olan biteni!
gözkapağım altında büyülü şehrim,
hangi kapını açsam ayrı güzellikle
esrir ruhum!
*
kuzum… kuzum gidişine miydi
köşkümde yazın?
hani candık,
canda kandık?
kâr etmiyor sensizlik, ağrır başım!
gelsene… gelip de tutsana
-yedi kat dipte-
elim!
tut ki, Zeugma’ydı adım…
ince kadehte yuttuğun
tozum, toprağım,
kurduğun virâne
tapınağım…
*
açılma ey göz kapağım!
ben yaralı hazan,
hüzünlü günbatımı sen…
solgun anıların acıtan vedâsı yaprağım…
*
Biten bir rüyânın ardından her yer karanlık olmaz mı? Oysa benim varsıl yüreğimin direndiği yoksul dünyamda, güneş hâlâ yükseliyordu tepem üstünde yedi rengiyle! Sahi, rüyâ dediğimiz şey neydi nasıldı… Gördüklerimizin hangisi, ne kadarı rüyâydı?
Canım acıyor…
Severek, emek karılarak ve mutlu olunarak yapılan bir uğraşıdan, insan kendisini nasıl pasifleştirebilir ki? Varsayalım pasifleştirsin; bu en başta kendisine haksızlık değil mi? Biliyorum, hayat sahnesinde her zaman ve her şekilde can acıtanlar olacak. İnsanoğlu var olduğu sürece, türlü düşün ve duygu renkleriyle -ezen, üzen, gaddar, bencil- insan sûretleri eksik olmayacaktır. Ama…
*
İlk kez çok güçlü duygularla babamı aradım. Öyle çok istedim ki hayatta, yanı başımda olmasını, elimi tutup kaya gibi varlığını hissettirmesini...
Yaşam sahnesinde güçlü, özgüvenli görünsek de biz çocuklar; sağlam ve güçlü duruşu, beklentisiz sevgi ve sahiplenişiyle babalarımızı kaya ile özdeş tutuyor, yüreğimizi sadece onlara güvenle dayandırabiliyoruz.
Babaya duyulan o yıkılmaz duyguyu, çıkarsız yalın sevgi ve saygıyı sevdiklerimize, dostlarımıza; yaşamımıza kattığımız, yüreğimize koşulsuzca sarıverdiğimiz özel insanlara da duymak isteriz ama başarılı olamayız; bir şeyler aksar takılı kalır bir yerlerde!
Sahi, insanlar ne bekler birbirlerinden?
Karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı iki yürek, sevecen yürek atışlarından başka ne bekler... İllâki beklemeli mi? Neyi ne kadar beklemeli?
Galiba düğümde bu noktada oluşup çözümsüzleşiyor. Sevgi, saygı, güven dışındaki beklentiler temiz, bakir duyguları yok ederek yerini hırsa, bîvefaya bırakıyor. Ve sonra da acıyan, acıtan yürek yaraları kalıyor geriye, kanamalı…
*
Nerede vicdan, nerede sağduyu… Aydınlık bakış, olgun deneyim nerede?
Nerede dostluk, nerede dostlar? Ah! Güven… Güven nerede, saygı nerede ve sorumluluk… Sevgiyse, çoktan kurban edilmiş de hırsa, haberimiz yok!
Canım acıyor… Elveda demek kalıyor geriye.
Elveda duyarsız insanlık, elveda canımı acıtanlar…
Elveda her koşulda koşulsuzca sevdiklerim, elveda dost bildiklerim…
Elveda canıma ot tıkayanlar, elveda canına okuduğum sevgili hayat!
Elveda gökkuşağım, elveda mahzun çocuk gülücüğüm, elveda…
*
Sanır mısınız ki, bedenin toprağa akışıdır ölüm! Oysa diri bedende çarmıha gerilişi, ruhun…
Refika Doğan Kasım- 2008 Antalya
YORUMLAR
Vay ki vay...Vallahi dertlendim şimdi;bu naif,bu duyarlı kadın yüreğinin samimiyeti,birden iki kız babası olmanın verdiği sorumluluğu bir daha pekiştirdi.Zaten bu yobaz toplumda yeterince itilip kakılacak bir insan dünyaya getirmek ne derece akıl işidir,diye hep sorgulamışken,bu çocukların daha savunmasız kız çocuğu olması içimi iyice burkuyordu.Kız çocuklarının babalarına duyduğu o özel sevgiyi o kadar güzel dile getirmiş ki şair ağlamaklı oldum şimdi.Büyüse de hep çocuktur kadınlar."Allah iyi insanlarla karşılaştırsın ,yavrum."dualarından başka bir şey gelmiyor elimizden.Bir nobran el,bir kunt öfke,bir soysuz adam ,Allah korusun ,örselese yavruları o babanın mezarda kemikleri sızlar eminim.Üstad dilinize sağlık.Hep gülümseyin inşallah.
RefikaDoğan
İçtenlik dolu özgün yorumunuza aynı içtenlikle teşekkür ediyor, saygı ve dostluk selâmlarımla erinç kalınız, diyorum.
Sahi, insanlar ne bekler birbirlerinden? Karşılıklı saygı ve sevgiye dayalı iki yürek, sevecen yürek atışlarından başka ne bekler... İllâ da beklemeli mi...Neyi ne kadar beklemeli?
Galiba düğümde bu noktada oluşup çözümsüzleşiyor. Sevgi, saygı, güven dışındaki beklentiler temiz, bakir duyguları yok ederek yerini hırsa, bî vefaya bırakıyor. Ve sonra da acıyan, acıtan yürek yaraları kalıyor geriye, kanamalı…
Dost bildiklerine sitemde bulunuşun bir seslenişi gibiydi...
Bence belirli kişilerin dostlukları içerisinde kalmamak lazım.Kısır döngüden kurtulup çevreye pozitip bakmakta fayda var.İnsanın karşısına ne dostlar ve unutamayacağı ne dostluklar çıkıyor...
İnsan zaman zaman karamsar oluyor,haklısınız.Ama yine de hayat devam ediyor.Ufkumuzun geniş olması lazım.
Nice farklı ,temiz ve kalıcı dostluklarda buluşmak dileğiyle saygılar ve sevgilerimi gönderiyorum efendim...