- 573 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Mustafa'sız Mustafa,
Göğün kenarlarındaki kurşini renklere bakıp akşamın olduğunu sanabilirdiniz.
Ama ankarada henüz öğle vaktini yenice geçmiştik.. ulusa doğru giden uzun caddenin ışıkları yanıyordu.
Kaldırımlar kirli bir yağmurla ıslanmış cadde kasvetli bir havaya bürünmüştü.
Yürüdüğüm yolun solunda bitmeyen bir trafik akıp gitmekte sağında ise hiçbir kıpırtı yoktu.
Başımı kaldırınca botaş ın arıza konteynirını gördüm ..
Ama o sırada bir sinama reklam afişide giriverdi görüş alanıma.
Afiş sinamalara yeni ce düşen can dündarın Mustafa belgeseline ait ti.
Biraz yaklaşıp inceledim.
Saat 15 de matina sı vardı.
İyi dedim içimden sıkıcı bir öğleden sonrası için bir meşguliyet bulmuştum sonunda.
Saate baktım 14 15di........yönümü ulus sinamasına doğru çevirip yürüdüm.
Sonunda film başladı.
Birinci sınıf bir ekiple çekildiği anlaşılıyordu.
Açılar perspektif konuya ve görüntü hakimiyeti tam bir profosyonel işiydi.
Müzikleri yapan kimse eline sağlık demeden geçemedim........
Ama fakat hatta lakin....
Film iyiniyetin içine kurnazca döşenmiş minik tuzaklarla başladı.
İlk başlarda can beyin buğulu sesi
Görüntülerin gerçekliğine enikonu bir katkısı olduğunu farkettim.
Seyrettiğim Mustafa bize öğretilen mustafadan giderek farklılaşıyordu.
doğrusu bir efsane beklerken;
yalnızlık içinde
Kendi hezeyanlarını yaralı koca bir milletin sırtından gerçekleştirmiş bencil bir adam çıktı karşımıza..
İçki sofralarında tükenmiş
Zaaflarına mağlup........
Zelil bir adamdı perdeye yansıyan karakter.
Bu kadar yalnız ve bencil bir adamın bu kadar kapsamlı bir devrim çarkını işletebilmesi şaşılacak bi şey diye düşündüm.
Çevresinde onun bu durumunu fark etmeden yaşayan insanların zekasıyla alay eden bu belgeselin
Altında Can Dündar imzası olmasa birinci gösterimden sonra karpuz kabuğundan gemiler yapan çocukların çöp kutularından toplayıp mum ışığına tutarak oynatmaya çalıştıkları filmlerden biri olurdu .kuşkusuz.
Hayal kırıklığı içinde birinci bölüm bitti .
Hava almak için salona çıktım.
İnsanların konuşmaları kulağıma kadar geliyordu.
Öfkeli bir ses...
‘’Olmaz kardeşim!. Olamaz !
O adam Mustafa ise atatürk kim?’’ diye söyleniyordu.
Yürüyüp tuvalete girdim. Yüzümü yıkarken aklıma dedem geldi.
Dumlupınar gazisi rahmetli halilbrahim dedem.
Atatürk hakkında söyledikleri sanki kayıttan çalar gibi beynimde konuşmaya başladı birden.....
-evet hepimiz o adama çok şey borçluyuz......evlat!
Bu vatanın o adama borcu vardır........
O büyük bir komutandır.
Ardından iyi kötü çok şey söylerler ama sen hiç birine inanma.
Hiçbir asker güvenmediği bir komutanın arkasında ölümüne savaşmaz.
Biz dumlupınarda hücuma kalktığımızda hepimiz öleceğimizi biliyorduk.
Ama Tereddüt bile etmedik. Neden?
Yıllar önce
Okulda hazırladığımız bir panel için dedemi kurtuluş savaşı hakkında sorguya çekmiştim.
Çok az konuşan dedem
O gün saatlerce bana 1914- 1930 arasına denkgelen gençliğini bütün ayrıntılarıyla anlatmıştı.
Öyle ilginç
Öyle inanılmaz
Öyle acıklı olaylar anlatmıştıki inanmak gerçekten zordu.
O konuışurken tuttuğum notlar aklıma geldi.
Hatta o gün panelde son söz olarak
Bu hatıralar yaşanmışsa (kaldıki benim hiçbir kuşkum yok!)
Gerçekten Bu vatan mucize bir vatan...........arkadaşlar.........
Evet bir mucize olmuş......
İyikide olmuş! (demiştim.)
Yüzümü yıkayıp yerime dönerken aklımda bu düşünceler vardı....
Yerime oturdum oturur oturmazda filmin ikinci bölüm başladı.
Ama filme odaklanmadan önce son olarak aklımdan şu düşünce geçti
‘’Keşke dedem sağ olsaydı da bu belgesele onu götürebilseydim...’’
1938 e gelindiğinde yalnız çaresiz kırgın ve zavallı bir adamın ölümüne sanki kimsenin umrunda değilmiş gibi bir izlenim uyandırılmıştı.
dayanamayıp ayağa kalktım sesli düşündüğümün farkına bakışları üzerimde hissettiğim zaman anlayabilmiştim.
-Olmaz yaw bu kadarıda olmaz!......
Biri bize büyük bir yalan söylüyor...
Bu yalancı ya dedem yada sponsorlu can Dündar.
Diye söylenerek orayı terk ettim.
Benle beraber salonun yarısının boşaldığını fark ettiğimi de belirtmeliyim.istasyona gelip ege ekpresini beklemeye başladım.
Bir yandanda düşünüyordum.
Bu adam bu kadar yalnız ve sevgisizce ölüp gittiyse öldüğü gün ve cenazesinde ki o kadar kalabalıklar neyin nesi idi acaba......
Eve döndüğümde sabah ezanı okunuyordu.
Annem namaza kalkmıştı beni birden karşısında görünce yüzü güldü.
-Geç kaldın meraklandık (diye sızlandı.)
tehirli geldik ana. (Dedim.)
- körolası trenler tehir etmeden gelemezler bilirim.
- Buna şükür anacım adamlar ellerinden gelse DDY fesih edecekler.
- Nasıl geçti halledebildinmi ?
- Ettim çok şükür.
- Ana sana bir soru soracağım
Merakla Yüzüme baktı,
-sor bakalım.
-sen atatürkün ölümünde kaç yaşındaydın...
İlkokul iki ye gidiyordum... neden?
Peki Atatürk öldüğünde neler oldu hatırlayabilecekmisin?
-hatırlamazmıyım..
Neler oldu neler ortalık ayağa kalktı. Babam odasında saatlece ağladığını bilirim.
Annem komşularla beraber toplanıp kuran okudular.
O gün okul iş falan olmadı..
Üzerimizde beyaz ne varsa çıkarttılar.
Herkesin gözleri ağlamaktan kızarmıştı.
Bir an durup;
-sabahın bu vaktinde niye soruyon bunları noldu?
Hiiç trende gelirken bir tartışma vardı Atatürk yalnız ve millettin sevgisinden mahrum ölmüş
Dediler bende merak ettim....
Annem yüzüme tuhaf tuhaf bakıp :
Bunu diyen halt etmiş. Halt etmekle kalmamış edebsizlik etmiş.
-Tamam ana saol sabah olunca detaylarıyla anlat hatırladıklarını bana
Bunları bir yerlere yazıp belge olarak saklayalım.......
Nolur nolmaz!
Ayazoglum