- 851 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
209 - TOHUM
Onur BİLGE
Yazıma bıraktığım yerden devam ediyorum. Olanları, hiç değilse ana hatlarıyla aktarıvereyim. Kısaca değinmeden geçsem, olmaz. Orada ilginç konuşmalara şahit oldum.
Gideceğimiz yer, beş kilometre güneyde. Göl boyunca ve ondan sonra da bir süre gidiliyor. Davet eden, yani ev sahibi Mucip Bey, arabasıyla almaya geldi. Beş dakika sonra oradaydık. Geleceğimizi bilen aile efradı bir araya gelmişti. Sonradan yakın komşular da eklendi. Epey kalabalıklaştık.
Üç katlı bir ev... Oralara göre oldukça modern. Önünde verandası, bahçesi... Sabahın ilk ışıklarıyla, bahçenin sağ köşesinde yakılan ateşe sac kapatılmış, ekmek yapımı bitmek üzereydi. Vakit öğleye yaklaşmıştı. Hemen gözleme yapımına geçtiler. Kıymalı ve peynirli olarak iki çeşitti.
Verandada oturduk. Hemen oraya bir yer sofrası hazırladılar. Etrafına minderler koydular. Çay sevmeyene dahi çay içme arzusu verecek kadar güzel kokular saçan, bahçedeki acayip bir ocakta, kocaman çaydanlıkla demlenen çay, bardaklara konarak getirildi, sofraya kondu. Piştikçe sıcak sıcak getirilen gözlemeleri hep beraber yemeye başladık. İçerde başka bir çaydanlıkta da çay demlenmekte olduğu söylendi. Mucip Bey:
“İçerde olan çay içilmez! Buraya getirin onu da!” dedi ve o garip ocağı anlatmaya başladı:
“Hocam, bu ocak, büsküvü gutusundan olur. Bildiğin tenike gutudan... Alırız, içine tuğla döşeriz. Bizim burlarda, Düzlerçamı’nın içinde bi yerde bir toprağımız vardır. Beyaz toprak... Ondan gider alır gelir, çamur yaparız, içini dışını onunla bi güzel sıvarız. Kendimiz yaparız ocağımızı biz. Üstünde yemek bişiririz, çay demleriz. Azcık kömür koyduk muydu, aşama yanar burda bu! Bedafa!.. Hem de burda bişen her şeyin tadı bambaşka olur.”
“İnsanımız ne kadar becerikli! Çoğu kendi çapında mucit! Gerçekten maliyeti ve masrafı sıfır! Bir teneke bisküvi kutusu, üç beş tuğla, biraz kömür... Hayret!” dedi babam, anneme bakarak.
Üzerindeki çaydanlığı kaldırdılar, ilgiyle inceledik. Asıl çayın tadı hayret edilecek kadar güzeldi. Kaynak suyuyla kömür ateşi bir araya gelince böyle oluyormuş.
Gözleme, her yerde bulunabiliyordu buralarda ama katmer yapan azdı. Yapımı da ilginçti. Gözlemelerin yapımı bitince evin büyük kızı Nurşen bir hamur bezesi aldı. Unladığı senidin üstüne koydu. Biraz açtı, oklavayla. Sonra açtığını tahinle yağladı. Ortasına bir delik açıp, yufkayı dışa doğru sarmaya başladı. Bir çember meydana gelince bir yerinden koparıp, iki ucunu iki eline aldı ve spiral şeklinde dolamaya başladı. İki taraf yan yana gelince tekrar kopardı ve birini diğerinin üstüne koydu, tekrar açtı. Böylece incecik, kat kat olan katmeri saca attı. Her iki tarafı da döndürgeçle sürekli döndürülerek pişirildi. Arzuya göre şekerli ve sade olarak hazırlandı. Tahin sevmeyene sadeyağlı yapıldı. Hiçbir yerde böyle, bu kadar ince ve ağızda dağılıveren bir katmer yemedim!
Arada yoldan geçenler oluyordu. Selam versin vermesin, tanıdık olsun olmasın, durduruyor, pişenlerden ikram ediyorlardı. Ateşin başında ter içinde kalan Nurşen:
“Yoldan gelene geçene kokuyo. Gul hakkı!.. Bişenin bereketi içinde... Herkeze yeter! Goca bir leğen hamur gararız. Öğle sonuna gadar bitiremeyiz. Gelene geçene, çoluğa çocuğa sarar veririz. Ölmüşlerimizin ruhuna gitsin! Bazen mahalleli toplanır, bişi de yaparız. Helva gararız. Pilav günlerimiz vardır. Senede bi... Baharın...” dedi, elbisesinin kolçaklarına alnından akan teri silerek.
Yufkanın içine yağ sürüp, çökelek koyuyorlar, rulo halinde kıvırıyorlardı. ‘Sarıp vermek’, oydu. O sırada yoldan kıyafeti buralılara benzemeyen bir adam geçiyordu. Bir gazete kâğıdına özleme ve katmer sarıp, arkasından yetiştirdiler. Mucip Bey’in imam olan oğlu, Sait:
“Gelip geçerken pis pis bakıyo. Selam vermiyo. Ben selam verirsem, isteksiz isteksiz alıyo. Ben burda oturuyom. Onun vermesi lazım. Bakarak geçiyo. Gülümsemiyo bile.” dedi. Babası:
“Bunlar buraya yeni geldiler. Ailecek, camiye gidenlerden nefret ediyolar. “Hacıyla hocadan kopcak, kıyamet! O, camiye gidenler var ya, biz onların nelerini biliyoz!” diyolar. Biz, Allah’ı gandırmaya çalışıyomuşuz. Onların galpleri temizmiş. Biz önce gendi galbimize bakcamışız. Bu durumda, onlarla nasıl arkadaşlık gurabiliriz? Ne olurlarsa olsunlar, bizim gönül evimiz onlara açık emme onlar bize yukardan bakıyolar.” diye açıklama yaptı. Babam:
“Yine de ümitsiz olmayalım! Yine selam verelim! İlk selamı veren alır sevabın çoğunu. Konuşmaya, arkadaşlık etmeye çalışalım! Varsınlar; terslesinler, kırsınlar... Biz kırılmayalım, darılmayalım, yalnız bırakmayalım onları! Belki faydamız olur, kurtulurlar.” diye, her zamanki gibi nasihat etti.
“Nasıl olcak Hocam? Sözlerimiz, gaya üstüne yağan rahmet gibi üstlerinden geçip, gidiyor. Bir damlası bile girmiyo, taşlaşmış galplerine.” Sait, basının sözünü kesti:
“İnsan, toprak gibi olcak. Din, nasihatten ibaret olduğuna, nasihatle ayakta durduğuna göre insan, toprak gibi hepsini emcek. Gönüller tava gelcek. Attığımız tohumlar çatlacak. Fidanlar yeşercek, böyüycek, çiçek açcak, meyvaya durcak. Çabalama sonunda mahsul toplancak! Gayaya tohum ekilir mi?”
“Kayaları kırmalıyız, oğlum! Azimle ve sabırla! En küçük bir çatlağa tohum atmayı başarabilirsek, görevimizi yapmışız demektir. Yeşermesi Allah’tan... Tohumu atmayı başarabilirsek, o çatlar, kayayı da çatlatır. Zor olan, nüfuz edebilmek... Kayalar da kırılır, zor da olsa. O incecik, tüy gibi köklere kayaları yardıran O değil mi? Hizmet bizden, yardım Allah’tan! Kemer’e giderken yolda, uçurumun kenarında bir kaya var, düştü, düşecek... Bir çam ağacıyla ikiye yarılmış! Vaktiyle tohumu kaya tutmuş, şimdi ise tohum, kayayı tutuyor. Allah’ın hikmeti!..”
“Bak şu işe! Tesadüf!..” dedi, Mucip Bey, hayretle. “Emme bunlar bırakmıyolar ki! Tortop etmişler, gendilerini!”
“O tohum, tesadüfen düşmemiş oraya. ‘Tesadüf’ diye bir şey yoktur. ‘Tevafuk’ vardır. Düşürülmüş. Düştüğü yerde çürütülmemiş, yem olarak tükettirilmemiş. Korunmuş, beslenmiş, büyütülürken de gözetilmiş. Yeryüzünde hangi canlı var, başıboş bırakılan? Hepimiz gözetiliyoruz. Tohum yavaş yavaş yarmış, kayayı. Orada da Allah’ın ilmi, kudreti ve sanatı var. Bizim için kolay değil! Dokunsak; kaya soğuk, kaya buz! ‘Gel!’ desek; kaya hareketsiz, kaya sabit, yerinde! Kaldıramayız, götüremeyiz. Yerinde ağır, mal gibi... Balyozla vursak; kıvılcımlarla, taşlarla saldırır, üstümüze! Tabiatı sert! Nasıl, bitkinin salgıladığı asit, tüylerin ucundaki börk denen başlıklara, kayaları çatlatacak kuvveti kazandırıyorsa, sabır da bize o kişileri kazandırır. Sabırla savaş; yavaş yavaş... Gençler çok aceleci... Acele, şeytandan...”
“Öğle! Sabırla olcak tabi. Yımışacık su, damlaya damlaya gayayı oyuyo! Fakat biz aceleciyiz. Sabırsızız. Hemen oluvesin istiyoz.” dedi Mucip Bey. Babam:
“Pek alakası yok ama damlaların, küçüklüklerine rağmen çok sayıda oluşlarından ve sürekliliklerinden doğan gücü düşününce, bir Arap atasözünü hatırladım. ‘Habbe habbe, kubbe kubbe!.. ’Habbe’, ‘tanecik’ demek. Kubbeyi de biliyorsun. Küçük günahları önemsemeyenler için söylenmiş olsa gerek. Küçük günahların; önemsenmezse, birikip büyük yığınlar oluşturacağı anlatılmak istenmiş. Küçük günahlar, sayıca daha çoktur. Önemsenmediği zaman, kolayca işlenir. Birikince de büyük günahlardan büyük olur, tabi. Her şeye küçükten başlandığı gibi büyük günahlara da küçüklerden başlanır. Esrara, eroine de sigaradan başlayarak, geçilmiyor mu? Bir dirhem faiz, otuz altı zina günahı olduğu halde, faiz yiyenler kınanmıyor da, otuz altıda birini yapanlar taşa tutuluyor, dışlanıyor, hapse bile atılıyor. Toplumda onlar kınanmıyor, büyük günahlardan sayılmıyor. Oysa bir dirhemi otuz altı misli günah. Gıybetin de öyle.”
“Öğle ya! Bir gıybet, otuz altı zina günahı!..”
Göle maya çalma gibiydi. Tutacağını sanmıyordum ama ya tutarsa? Yine de her ihtimale karşı denemekte fayda vardı. Hem nerde ne var ve kimin ne olduğunu ya da olacağını yalnız Allah bilirdi. Parayla imanın kimde olduğu da belli olmazdı. Belki de o, maneviyattan uzak zannedilerek kimsenin gözünün tutmadığı kişiler, ilerde evliya olacaklardı.
Ben de dağ evine geldiğimden beri ‘tohum ekme meditasyonu’ yapıyordum. Yurdun sessiz, sakin, kimsenin bizi rahatsız edemeyeceği bir köşesine çekilmiştim. Yetmezmiş gibi içime dönmüştüm. Kimseyle çok fazla konuşmuyor, günlerimi gözlemleyerek, düşünerek, yazarak geçiriyordum.
Telefon, televizyon gibi teknolojinin nimetlerinin yanı sıra ruhu ve bedeni esir alan zararlı etkisinden uzaktım. Her türlü bağımlılık, bağımlılıktı. Beni esir alan her şey... Zamanla onlardan uzak kalma denemeleri yapmalı, özgürlüğümü hiçbir şeye kaptırmamalıydım. En büyük sorunum, en güçlü bağımlılığım sendin. Bu kısacık ayrılık, hayatımda ne kadar önemli bir yer işgal etmekte olduğunu apaçık ortaya çıkarmaya yetti.
Her gün derin derin nefes alarak yürüyüşler yapıyorum. Doğada genelde bir başına dolaştığım için kendimi Allah’a daha yakın hissederek huşu içinde tefekkür edebilme imkânına kavuştum. Köy hayatını, içinde yaşayarak seyrediyor, o insanların hayatıyla yaşamakta olduğum hayatı mukayese ediyorum. Çoğu zaman şükrediyorum. Sabretmekte olanlara bakarak, sabrı öğreniyorum. Dualarım daha samimi.
Günışığında ve ay ışığında yaratılanları seyrederken ve tefekkür ederken, Yaratan’ı düşünüyorum. İlahi gücü ve imanın nurunu içimde hissediyorum. Kendimi tamamen Allah’a teslim ediyor, rahatlıyorum.
Gün boyu patikalarda, dar sokaklarda dolaşırken gördüğüm tarlalara bilinçaltındaki özlediklerimi ekiyorum. Yakında çatlayacak tohumlardan arzuladığım her şey ilham olarak fışkıracak. Bana ait toprakları; kayalardan, taşlardan, ayrık otlarından temizlemişim Sevgiyle arındırmışım. Altın bulutlar gelmiş öğle sonları. Tamamen kaplamışlar gökyüzünü; akşamüstü serpiştirmeye başlamış. Hızlanmış akşama doğru. Toprağım suya kanmış. Tohumlarım suya doymuş, çatlamaya başlamış, sonrasında. Özgürlük, dinginlik, güven dolu ve daha fazla şeyin farkında olarak döneceğim Bursa’ya. Arzularımın, zaman içinde birer birer gerçekleşeceğine inanarak...
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 209
YORUMLAR
_ “İçerde olan çay içilmez! Buraya getirin onu da!” dedi ve o garip ocağı anlatmaya başladı:
_ “Hocam, bu ocak, büsküvü gutusundan olur. Bildiğin tenike gutudan... Alırız, içine tuğla döşeriz. Bizim burlarda, Düzlerçamı’nın içinde bi yerde bir toprağımız vardır. Beyaz toprak... Ondan gider alır gelir, çamur yaparız, içini dışını onunla bi güzel sıvarız. Kendimiz yaparız ocağımızı biz. Üstünde yemek bişiririz, çay demleriz. Azcık kömür koyduk muydu, aşama yanar burda bu! Bedafa!.. Hem de burda bişen her şeyin tadı bambaşka olur.”
Bu ocaktan bizde de vardı; hala yakıyorlar. Biz onun adına vantız deriz.
Yazınız güzel ve akıcıydı.
Kutluyorum selam ve saygılar...
Telefon, televizyon gibi teknolojinin nimetlerinin yanı sıra ruhu ve bedeni esir alan zararlı etkisinden uzaktım.
Ne güzel.işte budur marifet,
Faydasını alıp,zararından uzak kalabilmek.
Hayali ile yaşıyorum son demlerimi.
Uzak kalarak tedavi etmeliyim sinirlerimi.
Kutlarım yine.
"Habbe habbe, kubbe kubbe"
Cok hosuma gitti bu atasözü. Cogu zaman yaptigimiz birsey. Kücük günah diye önemsemiyor, nasil olsa büyük günahlardan degil diyoruz, isledigimiz günahlar icin. Ama o günahlarin da zamanla büyük günahlarin kadar yer kaplayabilecegini unutuyoruz.
Onur Bilge'min yazilari herseye deginiyor. Sürekli dinimizden örnekler, sevgi ve sayginin önemi, tabiati sevme , kul hakki, komsu önemi vb. bircok konuyu öyle büyük ustalikla bir araya getiriyor ki, insan nasil ögrendigini farketmiyor bile!
Yüregine saglik!