- 1139 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
208 - NOSTALJİ
Onur BİLGE
Dağ evi ruhuma ferahlık veriyor. Ortam, yazma isteğimi körüklüyor. Davet edildiğimiz eve gitmeden birazcık yazıvereyim, aklıma gelenleri. Buralar bana, oyun çocuğu olduğum günleri anımsatıyor. Hani ilk kendi evimizi... Hayatımın en güzel günlerini yaşadığım mekânı... Hele bahçemizi unutmam imkânsız... Ondan başlayarak anlatmak istiyorum, o zamanlardan bu zamanlara kabaca nelerin değiştiğini.
Kare şeklinde bir tahta masamız vardı, el yapımı. Şimdikiler gibi fabrikasyon değil. Tane tane yapılırdı, o zamanlar. Teker teker ölçülerek biçilerek... Siparişe göre; eni, boyu, yüksekliği ve diğer bütün özellikleri... Karşılıklı iki tarafından açılıyor, on iki kişilik oluyordu. Özellikle misafirlerimiz olduğunda, yaz gecelerinde arka bahçedeki betonun üstünde onun etrafına formika sandalyeler diziliyor, havuzun fıskiyesi açılıyordu. Şırıl şırıl su sesi, pikapta sevdiğimiz şarkılar, fıkralar, kahkahalar... Mahallenin, belki de Antalya’nın en neşeli evi bizim evimizdi. Bir arada olduğumuz zamanlarda, evimizden ya da bahçemizden sokaklara taşan bir mutluluk yaşanmakta, yoldan gelip geçenler gıptayla bakmaktaydılar. Bahçemizin duvarları daha sonra adam boyu yükseltildi. Duvarın üzerine gülden bir duvar daha eklendi.
Belki de çoğunluğu Giritli olduğu için hayatı olduğu gibi yaşamayı seven kişilerle bir arada olduğumuzdan modern ve neşeli bir aile oluşumuz yadırganmıyordu. Herkes, bizi yakinen tanıyordu, onlar da benzer yaşam felsefesi içindeydiler. Fakat her evde mutluluk ve özellikle eşler arasındaki uyum tam değildi. Bazen saç saça baş başa kavgalar da yapabiliyorlardı. Onları, yine mahallenin ileri gelenlerinden olduklarından, çoğu zaman annemle babam uzlaştırıp, evlerine gönderiyordu.
Evde ve özellikle bahçede, zamanı olabileceği kadar güzel yaşamanın keyfine diyecek yoktu! Ön bahçede, sol köşede bir leylak, onun yanında sarı yasemin ve sıra sıra her renkte akşamsefaları vardı. İlkbaharda, yazın ve sonbaharın ilk yarısı boyunca akşamüstleri hepsinin kokuları birbirine karışıyordu.
Kapının sağındaki Rodos çiçeği denen begonvil dama kadar tırmanmış, evin üstüne ağmıştı. Diğer tarafındaki beyaz yasemin de ona karışmıştı. Birbirlerine sarılmış, mutluluk çiçekleri açıyorlar, etrafa gülücükler saçıyorlardı.
Arka bahçedeki betonun üzerini bir üzüm çardağı örtüyor, gündüz de yeteri kadar gölgelediği için her zaman altında oturulabiliyordu. Sonbahardan önce, kasımpatılardan başka ne kadar çiçek açabilen çiçek varsa açardı. Onlar, sadece kasımda açarlar ve bana matemi anımsatırlardı. Güzel kokmadıkları için de çok sevmezdim.
Arka bahçede saksılarda ve yerde neler yoktu ki? Krizantemler, gelinçiçekleri, Japon gülleri, süpürge çiçekleri, Atatürk çiçeği, ateş çiçeği, sümbülteberler... Arpa çiçekleri açma sürelerini hemen tamamlar, yaprakları sararır, kururdu. Tekrar yeşerip fışkırması zaman alırdı. Karasevda açmıyordu. Kararıp kalıyordu, o melankolik çiçek. Camgüzeli veya yaprağı güzel de deniyordu, kırmızı ve bordo renkler de taşıyan yeşil yapraklılarına. Yaprakları çiçeklerden güzeldi! Filkulağı, devetabanı, kauçuk ve tophane çiçeği de açmıyordu. Yılbaşı çiçeği yılbaşını bekliyor, yeni yıla girerken, kıpkırmızı, ateş rengi çiçekler veriyordu. Ona ateş çiçeği de denmesi ondandı. Sümbüllerin de zamanı geçiveriyordu. Salon çiçeği çok değerli ve kırılgan, mumçiçeği asil bir çiçekti.
Kaktüsler çok yavaş büyüyorlardı. Bazıları yıllarca açmıyordu. Açınca da o kadar güzel, büyük, şaşaalı bir çiçek açışları vardı ki görmeye değer! Fakat yıllarca açması hasretle beklenen o kokusuz çiçeklerin ömrü, sadece bir iki gündü.
Ne kadar az eşya vardı evlerde o zamanlar! Ne kadar genişti onlardan kalan alan! Şimdi her ev birbirinin aynı... Aynı olması şartmış, kanunen belirlenmiş gibi... Oysa her evin bir ruhu olmalı. Sahibinin kişiliğini yansıtmalı.
Bu evimizdeki ilk zamanlarımızda, misafir odasında sade bir koltuk takımı, açılır kapanır ceviz sandalyeler ve ceviz sehpalar; yatak odasında ipek örtülü bir pirinç karyola vardı. Mutfağın bir köşesinde davlumbazlı bir ocaklık, iki duvar boyunca tezgâh, üçüncü duvarın bir köşesinde kuzini soba...
Önceleri ocaklıklarda, ispirtolu, pompalı ocak vardı. Sonra gaz ocakları çıktı. Daha sonraları da havagazı ocakları... Börekler, pastalar, kekler; kuzini denilen fırınlı sobalarda pişiriliyordu. Üstünde sürekli sıcak su oluyordu; çaylara, yemeklere konuyordu. Onlar da orda yavaş yavaş piştiği için çayın demi, yemeklerin lezzeti yerinde oluyordu. Yazın boruları paslanmasın diye yağlanarak kaldırılıyor, tekrar kuruluncaya kadar yerine sedir falan konuyordu. Teneke gaz sobaları kullanılıyor, hemen paslandıkları için borularıyla beraber gümüş rengi yaldızla yaldızlanıyorlardı. Sadece şehir merkezindeki evlere elektrik veriliyor, elektrik sobası yeni yeni kullanılıyordu.
Sobanın üstünde veya elektrikli ızgarada ekmek kızartılıyordu. Kestaneler de onlarda pişiriliyordu. Kavurga tavalarında mısır patlatılıyordu. Allah, her birine ayrı koku vermiş. Ne kadar güzel kokuyorlardı! Her şey insanın hayatını devam ettirebilmesi için imrenilecek hale getirilmiş. Bizlere açlık hissi, yiyeceklere; koku, tat ve lezzet verilmiş ki beslenmemizi ihmal etmeyelim, istekle, iştahla, zevkle yiyelim; sağlıklı olalım!
Sabahları kızarmış ekmek kokusu ve şarkı sesiyle uyanmak kadar beni mutlu eden başka bir uyanış şeklini henüz tasavvur edemeyecek kadar küçüktüm. Kahvaltı masalarında tereyağının yanında margarinler de yer almaya başlamıştı. İlk çıkan kahvaltılık margarinin ambalajının kesilen kulakçıkları, verilen adrese gönderiliyor; karşılığında, o yağla pişebilen her türlü yemek, börek, pasta ve kek tariflerini içeren yemek kitapları gönderiliyordu. Radyoda sürekli, ilk ve o zamanların ekmeğe sürülebilen tek yağın reklamı anons ediliyordu. Yemeklere zeytinyağının yanı sıra katı yağlar da girmeye başlamıştı. Ekmeğe sürülebilir yağların hepsine ilk çıkanının; tüm diş macunlarına Orhan Boran’ın tanıtımını yaptığı florürlü diş macununun adı verilir olmuştu. İlk çıkan temizlik tozunun ve ilk piyasaya sürülen çamaşır deterjanının adının tüm benzerlerine denmesi de ilklerinin adlarına alışıldığındandı. Oysa hepsinin farklı adları vardı. İlkler bir süre, sonradan çıkanların genel adı gibi kullanıldı. Onlar, zamanlarının tek tabancalarıydı.
Pompalı ocaklardan sonra gaz ocaklarının çıkması, pompalamadan yanma kolaylığı günlerce konuşuldu. Çok geçmeden havagazı ocakları çıktı ve hepsi ilkinin adıyla anıldı.
“İsi, pisi, pası yok!” derlerdi. “Tek kibritle yanıyor. Mavi alev... Kokusuz, korkusuz...”
Misafirlere, gelir gelmez bir kahve yapılırdı. Mutlaka kolonya, şeker veya lokum, çayın yanında bisküvi falan ikram edilirdi. Antalya’da tek pastane vardı. Kuru pasta sadece orada yapılıyordu. Şimdikiler gibi ambalajlı ve her yerde satılan yiyecekler yoktu. Tuzlu çubuk krakerin çıkışı olay oldu.
Bizim evimizde, artık şehirlerde kalkmış olan, sadece köylerde hüküm süren bir adet yaşamaktaydı. Annem de babam da özellikle biraz uzaktan gelen misafirlere önce belki de şimdilerde yadırganacak bir soru sorarlardı.
“Aç mısınız, tok musunuz? Karnınız açsa, çekinmeyin, söyleyin; hemen bir şeyler hazırlayayım.” derdi annem.
Sorulmaması eksiklik olarak görülürdü, ayıptı. Toklarsa mesele yok, sohbete başlanırdı. Açlarsa, hemen sofra hazırlanırdı.
“Misafir, on nasibiyle gelir, birini yer, dokuzunu ev sahibine bırakır.” derler, iki elleri kanda olsa bir şeyler hazırlarlar, ilk iş olarak onları doyururlardı:
“Yenen yerdedir bereket.” derlerdi. “Herkes, rızkıyla gelir.”
Bazıları, misafirlerinin tok olduklarına inanmaz, utandıkları için söylemediklerini zanneder, onlara yeminler ettirirler:
_ “Mobal boynuna! Doğru söyle!” diye ısrar eder, misafirin doyurulmamasının vebalini onlara yüklemeye çalışırlardı. ‘Mobal’, halk arasında ‘vebal’ demekti.
Acaba bu adet buralarda hâlâ yaşamakta mıydı? Gideceğimiz yerde nasıl karşılanacaktık? Bunları düşünürken ve yazarken annem:
“Bırak artık yazmayı, Semiray! Hemen hazırlan! Çıkıyoruz!” diye seslendi.
Aklıma bir şiirim geldi, bir anda. Aniden Azrail gelse, şu anda, nasıl giderim? Mesela bir şeyler yazarken ve ertelerken ibadetlerimi, her vakitte zamanının geldiği hatırlatıldığı halde Azrail’le anlaşma yapmış kadar rahat, zamanı zamana, günü güne satmaktayken... Acaba beni beş dakika bekler mi?
Ne kadar değer veririz, dünya işlerine! Bir günlük ömre beş gün hizmet ederiz, şikâyetsiz. Ucunca cüzi bir ücret ya da dünyevi, küçük bir menfaat vardır. Ona ulaşınca büyük bir haz alırız. Oysa iki rekâtlık bir namaz karşılığında kazandıklarımız, dünyaya sığmaz ama bu bize maddi olarak gösterilmediği için erteler de erteleriz!
İster istemez, kabre doğru gitmekteyiz, adım adım... Gün geçtikçe aramızdaki mesafe azalmakta... Fakat çoğumuz hazırlıksız olduğumuz halde eşimizin, evladımızın ya da nefsimizin arzusuna göre yaşamaya devam ederiz. Malı, şöhret ve parayı o kadar çok severiz ki cennet cehennem aklımıza bile gelmez. Oysa kendimizi en çok sevmeli ve ahret için hazırlık yapmalıyız.
Aklımda yazacak daha neler vardı! Annem tekrar seslendi:
“Semiray! Hazır mısın? Araba geldi! Çıkıyoruz!”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 208
YORUMLAR
Arka bahçede saksılarda ve yerde neler yoktu ki? Krizantemler, gelinçiçekleri, Japon gülleri, süpürge çiçekleri, Atatürk çiçeği, ateş çiçeği, sümbülteberler... Arpa çiçekleri açma sürelerini hemen tamamlar, yaprakları sararır, kururdu. Tekrar yeşerip fışkırması zaman alırdı. Karasevda açmıyordu. Kararıp kalıyordu, o melankolik çiçek. Camgüzeli veya yaprağı güzel de deniyordu, kırmızı ve bordo renkler de taşıyan yeşil yapraklılarına. Yaprakları çiçeklerden güzeldi! Filkulağı, devetabanı, kauçuk ve tophane çiçeği de açmıyordu. Yılbaşı çiçeği yılbaşını bekliyor, yeni yıla girerken, kıpkırmızı, ateş rengi çiçekler veriyordu. Ona ateş çiçeği de denmesi ondandı. Sümbüllerin de zamanı geçiveriyordu. Salon çiçeği çok değerli ve kırılgan, mumçiçeği asil bir çiçekti.
Kaktüsler çok yavaş büyüyorlardı. Bazıları yıllarca açmıyordu. Açınca da o kadar güzel, büyük, şaşaalı bir çiçek açışları vardı ki görmeye değer! Fakat yıllarca açması hasretle beklenen o kokusuz çiçeklerin ömrü, sadece bir iki gündü.
Meslek yaşantımı hatırlattınız üstadım...Emekli olmuş olsak da çiçekleri okuyunca dayanamadım doğrusu...
Valla Semiray'ın kardeşi olmak isterdim ki;birlikte büyüyelim...Ben de nerde o imkanlar...Gıpta ettim...
Saygılar üstadım,yine harikaydınız...selamlar...
GERİLERDE KALDIĞINI SANDIĞIMIZ BAZI SESLER VARDIRKİ HALA KULAKLARIMIZDA ÇINLAMAKTADIR. HELE CANIMIZI YAKANLARLA, CANINI YAKTIKLARIMIZ YOK MU? ONLARA GÖSTERDİĞİMİZ TEPKİLER, ALIŞKANLIĞIMIZ OLMUŞTUR YAŞAM BOYU BİZE. AYRINTILI BİR ÖYKÜ, YAZARIMIZI KUTLARIM. SAYGILARIMLA.