- 968 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DÜŞLERİNE SELAM SÖYLE
ağır kanser hastası olduğu halde gün gün erimesine göz yumulan tutsak güler zereye mektup...gerçi acı ama artık güleri bıraksalarda hayatını kaybedecek yeni adli tıp raporu öyle diyor ailesi ve sevdikleri sadece vedalaşma hakkı istiyor o bile verilmiyor
DÜŞLERİNE SELAM SÖYLE...
Sevgili Güler.. Nereden mi tanışıyoruz? Tarihten ve coğrafyadan tanışıyoruz ilk elden. Kitaplardan, alıntılardan, mitinglerden, düşlerimizden... Yani akıntıya karşı yürek çeken bizim mahalleden... Hapishanelerden, voltalardan, dağlardan, devrim yüzlü çocuklardan; kadınlardan ve erkeklerden tanışıyoruz elbette... Senin şahsında devrime, devrimciliğe devletin reva gördüklerine baktıkça, ’Evet isyan! Evet insan!’ diye öfkeye kayıt tazeliyorum. Hepimiz dayanışmanın, arkadaşlığın, devrimin cümle kapısından geçiyoruz. Aklımız sende. İçerde şiir olur insan, şarkı olur... Kavramdan çok duygu olur, imge olur. Dışından çok içi olur... İçeriden çok dışarı olur. Hep dışarıya volta atar ya... Dışarıdan içeriye sana volta atıyoruz... Sınırları, duvarları aşıp sana ulaşmak için akıntıya yürek çekiyoruz... Zamandan zarar ettikçe, ’Zaman mı? değil zaman/ Akan zaman değil mesafelerdir’ dizeleriyle başlayan ’Ortadoğu’ şiirini göndermek isterim sana. Burası Ortadoğu. Bir şair arkadaşımın sözcüğüyle; ’Orta(sı)doğu.’ Burada kötülüğün nereden eseceği hiç belli olmaz. Soğuk Erzurumludur ama Sivas’ta oturur, özdeyişinden mülhem, kötülük dünyalıdır da sanki burada oturur, diyorum sık sık. Yılan Paşa’nın, ’Asmayalım da besleyelim mi?’ cümlesi özetliyor senin hikâyeni. Sivil muvazzafların da ’Terörist beslemem!’ dediklerini duyar gibiyim. ’Teslim ol!’ çağrılarına teslim olmadan, şöyle yanıtlıyoruz onları: Devlet beslemiyoruz... Resmi tarih beslemiyoruz. Tarihin, öldürme biçimlerinden oluştuğunu biliyoruz. Tarih’in ’devletçe tutuklanmış kültür’ olduğunu da biliyoruz. Sevgili Güler... İçerdekilere ne gönderileceğini de bilemez olduk artık. Tarihimiz, bedenlerimiz yağma edileli aklımız şaştı. Neler göndermeliyim sana? Bir şiirden özetleyip, sürekli suçlanan ama sürekli kokusunu savunan gül göndersem. Dışarıyı öğren için; ’Güle sor en iyisi/ Dilini kanatmadan’ dizesini göndersem... Böylesi durumlarda, yani zorun sıratında, Edip Cansever’in ’Neler Almalıyım Yanıma’ şiirini okurum. Ezberimi yokladım ve dilimin ucuna gelen; ’Öfke için: Marx, Lenin, vb/ Okumak için: Dostoyevski, Marquez, sait Faik- başkaca kim olabilir düşünmeli-/ Şiirse, elbet/ Akdeniz şairleri’ dizelerini gönderiyorum sana... Neler göndermeliyim sana? ’Viya’, ’vira’ ve ’viva’ sözcüklerini gönderiyorum sana... Dili öne eğilmeyen Kazım Koyuncu’nun ’viya’ sözcüğünü... Asi ve aksi Laz çocukların dalgaların sırtına binerek, hevesnefes karaya sürüklenmesidir viya. Dalgaların sırtına binerek denizden karaya, karadan denize açılmak değil midir devrim... Zapata’dan emanat ’viva!’ sözcüğünü gönderiyorum. Ve sürekli yeni kendimize taşınmayı içeren ’vira’ sözcüğünü... Neler göndermeliyim sana... Ne kadar hakkını verdik, ne kadar birbirimizin ve kitapların hakkını yedik, tartışması bir yana... Tüm zamanlarda bizi tarif etmesi gereken; ’Kırılmak ama birlikte/ Birlikte ama kırılmamak’ dizelerini gönderiyorum sana... Göndermişken, ’Biz kırıldık daha da kırılırız/ Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü/ Hırsız da bilmiyor çaldığını/ Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/ Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/ Şiirimiz, aşkımız yeniden,/ Son kötü günleri yaşıyoruz belki/ İlk güzel günleri de yaşarız belki/ Kekre bir şey var bu havada/ Geçmişle gelecek arasında/ Acıyla sevinç arasında/ Öfkeyle bağış arasında’ dizelerini kenar süsü olarak gönderiyorum sana... Neler göndermeliyim sana? ’Kapı altına geçerken, artık, silah yerine,/ Şiir arıyorlar üstümde o günden beri’ diyen Can Yücel’in, ’Sözüm size, ey Başı/dardakiler,/ sizin de Kurtuluş Olsun Çayınız!’ dizesini göndersem? Düşlerimizde neden cimri olalım ki, ’Çav bella’ olur da ’çay bella’ olmaz mı? Tupomaroların efsanevi önderlerinden Maurice Rosenkof yıllar önce, ’Mate (çay) devrim gibi gerekli... Devrim mate gibi gerekli’ demişti bana... Sevgili Güler... Ben tarihin yalancısıyım... 12 Mart yıllarında bizimkiler yine hapislerdedir. Yüreğine kuşku düşen babası bizim Cihan’ı (Alptekin) ziyarete gelir. Devletin ’bu asi ve aksi uşakları’ asıp asmayacağını öğrenmektir derdi. Her gelişinde, ’Uşağum bu devlet sizi asar mı da?’ diye sorar oğluna. Bizimkiler, ’kuşa bak!’ yaparak konuyu değiştirirler. Devletin sağının belli solunun olmadığından şüphelenen baba, iki, üç daha fazla gelir ziyarete. Sorusunu tekrarlar. Bizimkiler, sonunda ’idam’ın da ihtimallerden biri olduğunu söylemeyi kararlaştırırlar. Uzakları yakın ederek gelen baba; ’Uşağum bu devlet sizi asar mı da?’ der. Bizim Cihan ve diğerleri, babayı olası sonuçlara hazırlamak için ’İhtimaldir... Olabilir’ türünden yanıtlarlar. Baba, bir adım geri çekilir, dik horon edercesine bedenini tarihe şu cümleyi kıssadan hisse düşer: ’Devletle aramıza kan davası girmiştir da...’ Şimdi senin, zorun sıratında gülümsediğini, ’siyaset kan davası değildir ki!’ dediğini duyar gibiyim. Öyledir... Öyledir de, öfkemiz bazen teoride doğru söyler pratikte şaşar, hale getirebiliyor bizleri. Sevgili Güler... Yıllar önceydi. Cumartesi oturmalarındaydık. Bir Kürt anne ayağının tarihiyle uzaklardan gelmişti. Elinde tuttuğu gazeteyi bizim mahallenin çocuklarına gösteriyor, derdini mırıldanıyordu. Haberde, fotoğrafı ve ismi yayımlanan devrimcinin kayıp olmadığı dağa çıktığı yazıyordu. Fotoğraftaki oğlu değildi, isim tutuyordu. Gazete yine bir yanlışlığı çakmıştı tarihin kütüğüne... ’Ben oğlumu tanımaz mıyım?’ diye mırıldanıyordu. Yalan haberi şik‰yete gelmişti. Bir mit yeniği vardı. O günü hiç unutmuyorum. Meydandaki kuşlar her zamanki gibi yerlerini kayıp yakınlarına verip, telgrafın tellerine konmuşlardı. Her zamanki gibi sayımız kuşlardan azdı. Cümle h‰l bizim mahallenin haliydi. Her an bir hadise çıkabilirdi. Biz düş biliyorduk onlar diş biliyorlardı. Böyle bir ortamda, o anne, Kürtçe-Türkçe karışımı bir ağıta başladı: ’Sana söylüyorum devlet!’ Meydandaki görünür ve görünmez devlete sesleniyordu. O devleti teoriden değil pratikten biliyordu. Onun için devlet jandarmaydı, polisti, korucuydu. Devlet deyince aklına kişiler geldiği için devlete ’sen’ diye sesleniyordu. Onların gözlerine bakarak ’Devletttt! Sana söylüyorum!’ dedikçe görevlilerin huzuru kaçıyordu. Kendilerini cümle içinde ’devlet’ olarak dillendirdikleri halde, birinin onlara ’devlet’ olduklarını hatırlatmalarına bozulmuşlardı. Kürt anne dillendikçe onlar şaşırıyordu. Yaralı anne, işaret parmağını sallayarak ’Sana söylüyorum!’ dedikçe birkaç adım geriliyorlardı. Uzun sözün kıssası, bilge anne sonunda tarihe şöyle bir cümle armağan etti: ’Devletin okuması yazması yoktur... Devlet cahildir. Devlet hayaldir...’ Evet, devlet hayaldi, hayal görüyordu. Çokbilmişlik taslamalarının tersine, ilk ve son analizde cahildi tüm devletler. Ve böyle bir bilge kadın iki cümleyle yukarıdan aşağıya indirmişti onu... Bir cümleyle camlarını kırmıştı devletin... O soyutlama ustası annenin cümlesindeki somut hakikati ve mecazı gönderiyorum sana... Sevgili Güler... Dün gece bizim mahallenin çocuklarından yönetmen Sırrı Süreya Önder, televizyonda ’kafa dengi’ programında, ’Bir mahkûma ihtiyaç varsa, ben gireyim Güler Zere’nin yerine hapishaneye... Zaten hapishane de burnumda tütüyor’ neler hissettiğimi bilemezsin. Evin içinde, voltaya çıkarak, Edip Cansever’in; ’Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Ama daha korkuncu var utancı bilerek yaşatmak/ Gördük bunları görüyoruz’ dizelerini okudum dünyalılara... Daha ne yazsam bilmem ki... Cemal Süreya gibi ’Biz kırıldık daha da kırılırız’ desem... Ve kesik sınırları aşıp devrim gözlerinden, düşyalı sözlerinden öpüp şöyle bitirsem: ’Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza...’ Hrant’ın ve tedirgin güvercininin, masallarından parçalanarak öldürülen berci kız Ceylan’ın, beş taş çağında yaylım ateş öldürülen Uğur’un imgelerini gönderiyorum sana... Kendini şiir, şarkı bak... Devrime, düşlerine selam söyle...--------------------
YORUMLAR
sırrı süreya önder 'den dinledim az önce güler zere' nin öyküsünü yüreği ile göğüslemesini . keşke insan olmayı bu kadar hafife alan manzaralar olmasa . birbirimizin düşüncelerine karşı daha tahammüllü ve saygılı olabilmeyi başarabilmek gibi bir sorunu yine düşünen beyinlerle aşacağız . saygılar .