- 601 Okunma
- 10 Yorum
- 0 Beğeni
207 - UYKU TÜNELİ
Onur BİLGE
Eylül... Uzadıkça uzadı günler! Geziyorum, dolaşıyorum, bir türlü geçmek bilmiyor. Dönüş zamanı yakın... Günleri değil, saatleri sayıyorum. Gündüz ve gece uyuyuncaya kadar gözlem yapıyor, düşünüyor ve her aklıma geleni yazıyorum. Başımı yastığa koyduğumda, zamanın başına gidiyor düşünce. İlk anılarımda dolaşmaya başlıyorum.
Annemin kucağındayım. Hafif hafif sallanmaktayım. Emprime kumaşın parmaklarımın arasında pütür pütür kıpırtısını hissediyorum. Uyku uyanıklık arası yorulan parmaklarım, durup durup tekrar, kumaşın iki katını birbirine sürterek oynamaya devam ediyor. Annemin elbisesinin bir ucunu tutmuşum, bırakamıyorum. Ne güzel bir kumaş bu! Ne güzel bir oyuncak! Gözlerimi araladığım zaman annem:
“Benim işim var. Elbisemi bırak, yumurcak! Çok mu hoşuna gitti? Yanından ayrılmayayım diye garantiye mi alıyorsun beni? Bak bu kumaş da aynı cinsten. Bunu örteyim üstüne, al, tut ucunu, uyu.” diyor.
Fakat o, yeşil zemin üzerine sarı, beyaz ve gri renkli; bu parlak, açık, acı sarı. Tutuyorum... Gıcır gıcır, pütür pütür… Sanki kütürdüyor. Müziğini duyuyorum. Annem giderse gitsin, benim kumaşım, oyuncağım iki parmağımın arasında... Oyunum, uykum, kumaş arkadaşım... Parlak, sarı, desensiz... Uyku, o… O, uyku… Parmaklarımın arasında pütür pütür, kütür kütür... Dokunuşun, hissedişin hazzı… Yavaş yavaş uykuya geçiş, karanlık, sessizlik...
İpeği tanımaya çalışıyorum. Annemin kucağındayım. Elbisesinin robasını tutuyorum. İç tarafı az pürüzlü, ya dışı? Kaygan olmalı. Emprime kumaşımı arıyorum. Adını bilmiyorum. Pütürlü, ses çıkaran... Ellerimi gezdiriyorum, dokunabildiğim kumaşların üzerinde, parmaklarım onu arıyor.
Annem, ona ait her kumaşla oynayarak uyuyorum sanıyor. Belki de: ‘Yanımdan gitmesin.’ diye tutuyorum sanıyor. Bense annemde artık hep o kütür kütür kumaşı arıyorum. Uyanıkken de, uyuyacağımda da... Giysinin, elimin yetiştiği farklı yerlerini de deniyorum; pürüzlü olmadığını görüyorum. Parmaklarımın arasındaki kumaşla yetinmem gerektiğini düşünüyorum. Adını bilmediğim pürüzlü kumaşı, emprimeyi arıyorum. Annem, parmaklarımın ısrarlı arayışından anlıyor, elime bir tülbent ucu tutuşturuyor. Bu daha yakın, fakat onun gibi değil. Deneme yanılma yoluyla sonunda emprime aradığımı, o tür bir kumaşla oynayarak uyuduğumu fark etmiş olacak, öğle uykularımda o incecik sarı kumaşı örtüyor üstüme.
“Emprime kumaşı arıyor. Serin diye mi bir ucunu tutup oynamak için mi? Beni aramıyor.” diyor.
Şimdi hayalini arıyorum. Hiçbir hayal o değil. Gözlerimi kapatıp, beynimin arşivinin her noktasını arıyorum tarıyorum, her düşündüğümün görüntüsü anında geliveriyor, senin yüzün yok! Çıldırma raddesine geliyorum!.. Neden gizliyor hafızam senin yüzünü, neden ısrarla şekillendirmiyor? Bana kastı mı var?
Portre yapımına gözlerden başlıyorum, oysa. Sonra kaşlar, burun, ağız... Alışkanlığım böyle... Gözlerin, hiç gitmiyor aklımdan, yüzün, bir türlü oluşmuyor. Buluşmuyor gözlerim o kadar çok özlediğim görüntünle. Yorgunluktan, bitkinlikten kendimi kaybediyorum. Uyumuş olduğumu, uyandığımda fark ediyorum. Gördüğüm rüyaları anımsamaya çalışıyorum.
Bu gece rüyamda yine bir pencerenin içindeydim. Karanlıktı, akşamdı. Rüya içi bir rüyada duyduğum bir zil sesiyle uyanmış, iki katlı bir evin penceresinden aşağıya bakıyordum. Sen geçiyordun aşağıdan, yolun karşısından. Yüzünü göremiyordum. Sadece dalga dalga simsiyah saçların... Tam karşıma geldiğinde, başını kaldırıp bana baktın. İri siyah gözlerin, tüm ihtişamıyla kocaman kocamandı, kaşların çocuksu, utangaç... Yüzün apaydınlıktı. Son derece mutlu, muzip muzip baktın gözlerime, sevinçle! Doya doya seyrettim, birkaç saniyeliğine olsa da. Yaramaz bir çocuk gülüşüyle güldüm ben de ve beyin gücümle konuşurcasına baktım gözlerine, gerçek hayattaki gibi bir çırpıda:
“Seni yazıyorum, öykülerimde. Sana olan özlemimi, aşkımı... Okuyor musun, okuyabilecek misin? Bilmiyorum ama yazmaya devam ediyorum. Konuşmamıza yasak konmuş olabilir. Yazmama da yasak konmadı ya!.. Biliyor musun, yazmasam delirebilirim!.. İçime sığdıramıyorum; sevgimi, hasretimi, seni... Böylesine bir aşk yere göğe sığmıyor! İçime sığması mümkün mü? Her şeyi yazıyorum, her şeyi...” dercesine. Gözlerin:
“Gözlerimi mi anlattın, öykülerinde? Bakışlarımı, aşkımızı, ilk ayrılığımızı... Okumadığımı mı sanıyorsun, onları? Yazar yazmaz okuyorum hem de! Sol omzunun üstündeyim, eline kalemi her alışında. Sağından iyi görünmüyor. Elin gölgeliyor. Yazdığın her kelimeyi, kaleminden çıkar çıkmaz içiyorum! Yüzümü mü kaybettin? Hayalim oyun mu oynuyor sana? Baksana, buradayım! Hafızana alsana!” dercesine ışıldıyordu. Düşünce hızıyla yetiştirdim, sormak ve söylemek istediklerimi:
“Ya? Sahi okuyor musun, yazdıklarımı? Beğeniyor musun? Şımarık! Onun için mi gülüyor gözlerinin içi? Hızlı hızlı, neşeli yürüyüşün, muzip muzip bakışın ondan mı? Hemen çevirme başını! Daha doymadım sana! Biraz daha göreyim! Hey!.. Baksana!.. Ne kadar da özlemişim!.. Ne zaman kavuştuk biz birbirimize? Bursa’da mıyım ben? Yoksa sen mi Antalya’dasın? Evimiz neden değişti? Ben bu evi hatırlamıyorum. Bu oda benim odam değil. Hem ikinci katta oturmuyorduk ki biz. Bu sahneyi ve dekoru kim hazırladı? Kim sahneledi bu oyunu, rüya içinde?”
Gözlerimi açmadan beynimde canlandırdım, rüyamı. Ürkütmeden yavaş yavaş gözlerini gördüğüm andan geriye gittim, hafızamda tamamını buldum. Beynimde başa sararak birkaç kere seyrettim, unutmamak için.
Önce ebemkuşağı girmişti düşüme. Bir ucu yanımdaydı, bir ucu sana doğru uzanmıştı, Bursa’ya... Hiç görmediğim kadar büyük, düşünemeyeceğim kadar yakındı. Yağmur yağıyordu, damla damla... Güneş arada bulutların arasından bakıyordu. Yağmur taneleriyle oyun oynuyordu, çocuk özgürlüğüyle. Damlalar kristalleşiyordu, renkler oluşuyor, pırıl pırıl parlıyordu. Kirpikleri titreyen çok güzel ve çok şık bir genç kıza benziyordu. Upuzun giysisi payetlerle, pullarla işli… Hisli mi hisli! Ürkek mi ürkek! Gözlerini kaçırıyordu. Fakat ben, ısrarla gözlerini arıyordum, senin gözlerini arar gibi... Bir türlü tutamıyordum! Uzun süre seyrettim. Yakalayamadım. Yoruldum! ..
Yağmur bitmeden bir renk yolculuğu… Bir ucundan girdim gökkuşağının, bir ucundan çıktım! Tay-i mekâna benzer bir yolcukla, Antalya Bursa arasını yıldırım hızıyla aldım! Bir kavşaktaydım. Bursa’dakiler gibi bir yerde... Köşede sen olmalıydın… Karşılamak için çıkmalıydın! Her tarafa baktım, aradım, yoktun! ..
Biraz bekledim, gelme olasılığını düşünerek, epey oyalandım. Uyuyuverdim düşümde, uyku tüneline girdim, uyku içinde; rüya içinde rüya görmeye başladım, sonra. O tünel, gökkuşağının içi gibiydi. Tüp geçit gibi ama karanlık... Gerisini bilmiyorum. Hatırlayamıyorum. Bir zil sesiyle uyandım, pencereden baktım. Tam karşımdaydın. Yolun karşısında. Benden tarafa geçiyordun.
Rüya içi uyanmanın tesiriyle uyandım. Ter içinde kalmışım! Hemen üstümü değiştirdim. Annem kahvaltı hazırlıyordu. Dağ evindeki son kahvaltılarımızdandı. Yeniköy’de bir eve davetliydik. Öğleye doğru orada olacak, gözleme ve katmer yiyecektik. Hafif bir kahvaltı yaptık, beraberce.
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 207