- 929 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Düş Yaratmanın Okulları: Köy Enstitüleri
Sabah rüzgârının şakaklarında bıraktığı okşanma duygusu, Mehmet Öğretmen’e Çifteharalar Köy Enstitüsü binasını gölgeler arasında ilk gördüğü, “O An” ı anımsatmıştı. Emeklilik yıllarını çok da ayırımına varmadan devirmiş, çocukları evlenip torun torbaya kavuşmuş şu “Maarif Savaşçısı” gitmiş, batmakta olan ayın el salladığı, güneşin yeni uyanan bir çocuk gibi çapaklı gözlerle kendisine baktığı o günün ilk saatlerine ışınlanmıştı sanki. Tan ağartısının verdiği izin ölçüsünde gözlerini olanca büyüklüğü ile açıp getirildiği okulu görmeye çalışmıştı tırmandık- ları tepenin tam bitti denen yerinde.
Büyük bir heyecan ve engellenemez bir merak duygusu ile başlayan bu serüven, hem kendisine hem de köylerinden seçilen diğer sekiz arkadaşına belki de dünyanın en özgün eğitim uygulamalarından birinin ilk meyveleri olma şansını getirecekti. Batının uzun bir zamana yayarak ve adeta dinlenerek kat ettiği gelişme yolunu yitirilmiş zamandan intikam alırcasına koşma azminin küçük bir parçasıydı çocuk yüreklerdeki ürperti ve heyecan. Onlar geliyordu…
"Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar,
korkak, cesur, cahil, hâkim ve çocukturlar,
Yazılmaya henüz başlanan Türkiye destanında yalnızca onların maceraları vardı. Ruhlarının en derininde saklanmış duran ve ilk kez tanık oldukları bu düş kıvamındaki tedirginliğin nedeni olan okullar, hem epik hem de lirik bir destanın yazılmaya başlandığı ocaklar olacaktı. Ana-baba ocağının yerini gururla almaya hazırdılar.
Mehmet öğretmen gibi birçok köy çocuğunu harmanda döven, bozkırda mal-davar peşinde koşmaktan, yoksulluk ve kıranların pençesinde ölümlere gitmekten, dahası cehaletin karanlık kuyusundan alıp yepyeni bir eğitimle köylerine “bilimli, bilinçli ve kararlı” birer savaşçı olarak dönüşlerinin tarih tuvaline silinemeyecek boyalarla işlenmiş tablosuydu yapılan. Bir at izi gibi onları izleyecek, benliklerinin ayrılmaz parçası olacak tablo…
Bu masalın yeni kahramanları, yamaların çokluğundan kaplumbağa kabuğuna dönmüş ve beli uçkur ipiyle tutturulmuş giysiler içinde, analarının ördüğü çorapların üstünde paramparça çarıklarla okul yolunu tutanlardı. Yaşamlarında ilk kez gördükleri ütülü giysiler, kendi buğulu görüntüleriyle aniden göz göze geldikleri parlak kunduralar, onları kavruk bir çocukluktan koparıp mutluluk ve ayrıcalık ülkesine ait ilan eden şapkalarla donatılan genç fidanlar… Bayram sevincinin ta kendisiydi onlar.
Farklı bir kültür kapısının açılışını; “Akşam çorba verdiler. Ben hiç görmemiştim, pirinç çorbasıymış. Demir kaşık verdiler. Biz tahta kaşığa alışmıştık, demir kaşıkla adamın ağzına bir şey gelmiyor. Dün birisi çatalı damağına sapladı” diye anlatan bir arkadaşının sözlerini gür bıyıklarının altında yarım bir gülümseme ile anımsamıştı Mehmet öğretmen. “Evet evet! Adı Abdullah soyadı da Özkucur idi. ” Ardından, arkadaşının eklediği diğer bir anı suratındaki gülücüğü daha da belirginleştirecekti: “Yerimizi gösterdiler, “Karyola” dediler. Karyola görmemişim o zamana kadar. Gece, sabaha kadar birkaç kişi düşüp kalktı.”
Askerdeki evlat, bir name yazdırılıp yâre yollayan iken, umarsız çırpınan ama oğlunun yazdıklarını okutmak için çevre köylerde bile okuryazar aramaktan bitkin düşen ana babalar, yoksulluğun pençesinde dertlerini yalnız bozlaklara, hoyratlara dökecek insanlardı sılada kalanlar.
Köyünün dışında başka bir dünyanın şaşkın ama mutlu bir seyircisi olarak; musluklardan akan suyu, elektrikle yanan lambayı, öküz çekmeden yürüyen arabaları gören, yüreklerine yeni memleket sevdaları yüklenmiş er ve erbaşlardı. Onlar, kısa süreli seferberliklerle birer eğitmen haline getirilip köylerine gidecekler, öğrendiklerini onlara aktaracaklardı. Ondandır ki çavuş ve onbaşı rütbesi, Anadolu’da ”Benim yârim jandarmada çavuştur” türküsündeki gibi sevgilinin dilinde bir saygınlık payesine dönüşecekti. Nasıl dönüşmesin? Mehmet öğretmenin yüreğine öğretmenlik ateşini düşüren, askerlik dönüşü köylülere okuma yazma öğreten, cumhuriyetin padişahsız bir yönetim olduğunu, sıtmanın sivrisinekten bulaştığını, trenin buharla çalıştığını uzun uzun anlatan İbrahim Çavuş değil miydi?
Bunca yoksunluk içinde onların maaşlarını ödemek hayallere bile giremezken elde avuçta kalanla tahsis edilen ev, arazi, tohum ve hayvanlara rağmen beklenen verim ne yazık ki alınamayacaktı. 1935 yılına gelindiğinde Milli Eğitim Bakanlığı’na Saffet Arıkan’ın getirilmesiyle daha kalıcı çözümler üretmek için yeni arayışlar boy verecekti. Öğretmen Okulları açılınca; “… Kentlerde yetişmiş bu öğretmen ve eğitmenler çok sıkıntıya gelemeyip yeniden kentlere kaçar oldular. Kalanlardan bir kısmı ise ağaların, şeyhlerin arkasında” diyecekti Maarif Müfettişleri.
Köylü, yabancı bellediğine kara taştan sağır, dilsizden lal, şaşıdan kör olmasını bilendi. Ancak, gurbet görüp okullar bitirmesinden büyük bir kıvanç duydukları kendi kanlarından canlarından gelenler mertekle elifi ayırmaktan aciz ana baba ve akrabalarından sıcacık bir kucak görecekler, bazen bir öğretmen, bazen çare makamı kimi de iyi bir sırdaş ve dert ortağı yerine konulacaktı. “Köylüye bir şey verebilmek için onlardan birçok şey öğrenmeliydik” diyecekti Tonguç. Bu çocuklar, cehaletin derin kanyonları üstünde kurulan en dayanıklı köprüler olacaktı.
Mehmet Öğretmen’le birlikte ilk açılan Çifteharalar Köy Enstitüsü’ne gelenlerin tümü 40 kişiydiler. Hepsi yoksul köylü çocuklarıydı. Aralarında hiç kız yoktu. Eskişehir’e kimi ana babasıyla kimi yalnız gelmişti. Kocaman tozlu kayıt defterinin soluk sayfalarına, yapıştırılan solgun yüzler, umudun mahzunluğu muydu objektif karşısında? Yürek parçalayan öyküleri ağır taş duvarlara nasıl da gizli fısıldamışlardı kim bilir. ” Eğitmen, stepin dimağı, ağaç kalbi, su ise kanı” olmaya henüz başlamışken Gazi Mustafa Kemal bunu göremeyecek ve sonsuzluğun kalbine taşınacaktı.
Işığı bilim, sevdası insan, düşmanı cehalet olan, mutlu bir dünya ailesinin onurlu bir parçası gördüğü Anadolu insanının önündeki karanlık perdesini kaldırmaya kararlı bir aydın olan Hasan Ali Yücel Milli Eğitim Bakanıdır. Yüzyıllardır “Kapının İti” sayılmış olan Anadolu insanı için, artık 600 yılı aşan bir perişanlık tarihiyle yüzleşmenin ilk ışıklarıydı şafaktan söken. Okul sayısı İlkin 14 sonra 18 ve 20 ardından da 21’e ulaşacaktı.
Mehmet Öğretmen, onuncu sınıftaki torununun okula gitmemek için uydurduğu türlü bahanenin, gösterdiği direncin ve matematik dersi karşısındaki sonu gelmeyen korkularını anımsadı. Evet, bu korku tüm fen dersleri için de geçerliydi. Geçmiş onu yine yakalamıştı. Demir alıp şimdiki zamandan, pupa yelken eski günlerin kucağına sığındı. Matematik dersinde öğrendiği Pisagor Teoremi’ni zihnine yeni okul binalarının temelini atarken kazıdığını… Fizik derslerinde öğrendikleri palangalar yardımıyla da kiremit ve harcı binanın üst katlarına nasıl çıkardıklarını düşündü. Öyle ya, küçücük belleklerine zorla kansız cansız bilgiler boca edilen yeni nesil, kaçmayıp da ne yapsın, korkmasında ne yapsındı! Üstelik bu “bilgileri” verenler de aynı yoldan geçip öğretmen(!) olmuşlarsa… Vay başımıza gelenler!
Oysa kendi okullarının adı, bilgiyi işe dönüştürdüğü için Enstitü idi. Eğitimin odağında öğrenci vardı. Suda gözlerini açan balıklar gibi yaşayıp öğrenmeye dayanıyordu ve ülkenin olanakları ölçüsünde eldeki en iyi teknik kullanılıyordu. “Beyaz renk, okulun badanasıyla; Kiremit, okulun çatısıyla; Fidan, kitapla birlikte köye girdi. İklim ve tarım şartlarına göre yeri belirlenen okullara, köy çocuğu, sırtında torbası, babasının kışlaya gidişi gibi” gitmeye başlamıştı.
Her şeyiyle yeni bir şarkıydı. Hem de Ayaklarının altında cennetin vaat edildiği kızlarımıza, erkeklerle aynı sıralarda yer açılışıydı bu.
Açık havada görülen derslerin “düş kamaştıran” akşamları… Kendisi gibi çok uzakta ve küçücük olduklarından mıdır nedir her baktığında ıslanmış gözlerini kimseye fark ettirmeden silmesine neden olan yıldızlar... Köydeyken birkaç yılda bir yiyebildikleri için kabuğunu değerli bir armağan gibi uzun zaman sakladığı, o portakal gibi turuncu, kocaman ay…
Bunlar mıydı, dalgın, telaşlı ve heyecanlı kılan? Yoksa dokuma tezgâhının başında ilk göz göze geldiklerinde “şöyle bir uğramaklı bakışlarını” saklamayı beceremeyip yanakları al al olan Şükran mı? Ne bir ayrılık türküsünün taşları kıran çekice eşliğindeki uyum, ne de, ana ocağındaki ekmek misali sevgiyle pişirilen tuğlaların sıcaklığı uzaklaştıramıyordu onu Şükran’dan. Harabelerdeki tarih dersinde gözlerinde asılı kalıp zamandan koptuğundan olacak ki, öğretmeninden azar işitmesine neden, peri simalı Şükran. Ah Şükran! İlerleyen yıllarda, yazacağı kitabın başkahramanı sahne almış… İzleyen yalnız kendisidir.
Öğrencilerin yarısı kültür derslerine, diğer yarısı ziraatla ve yapacakları iş alanlarına, işliklere dağılırlardı horozlara inat erken mi erken. Okul içi işlerde görevli olanlar ise diğer arkadaşlarından ayrı kalmanın burukluğunu taşıyarak görevlerine giderdi. Çalışma alanındaki neşe, arşın yedinci katında meleklerle paylaşılır, cömert bir yağmur olup yıkardı ruhları. Bir de o sıra türküleri yok muydu? Hele, anasının şefkat dolu gözlerini, bin kişinin içinde dahi olsa tanıyacağı kokusunu anımsatan… Bulutların da söylediği içli türküler
Onlar için bir ders değildi ki müzik: Ruhlarını her gün yenileyen, en gizemli içe yolculuğun vazgeçilmez rehberi, tükenmez moral kaynağıydı. O yüzdendi her öğrenciye bir müzik aleti öğrenmek zorunluluk olmasına karşın büyük bir gönüllülükle çalınması şarkıların. Ardından, ince bir hüzün ve umudu harmanlamış keyfe ve coşkuya bak: Karadır kaşların ferman yazdırır, bu aşk beni diyar diyar gezdirir!
Bir okul ziyaretinde, Fevzi Çakmak’ın dinledikten sonra, “Ne demek o toprak sürmek, biçmek, kazancı millete vermek gibi sözler” diyerek öfkelenmesine yol açacak Ziraat Marşı… Birlikte söylenince, yazın kavurucu, kışın dondurucu havalardaki uzun ve sıkı çalışma saatlerinin hiç farkında olmadan bitirilmesini sağlayan marş:
“Sürer eker biçeriz, güvenip ötesine.
Milletin her kazancı, milletin kesesine
Toplandık Baş Çiftçinin, Atatürk’ün sesine
Toprakla savaş için ziraat cephesine”
Bu aslına dönüş yolculuğunun soluğu öylesine güçlüdür ki, Âşık Veysel gibi bu bozkırların çocuğu, gönül gözü kocaman adam, enstitülerde halk türküleri öğretmeni olarak bulunup, halktan öğrendiklerini yeni çeşnilerle terbiye edip yine onarın çocuklarına sunuyordu. Her cumartesi günü, Hıdrellez şenlikleri gibiydi. Şarkılar ve türkülere, yankılanan sevinç haykırışlarıyla öksüz bozkırlar, bir başınalıktan sıkılmış ağaçlar, nereye gideceğini ancak kendisine saklayan cılga yollar bu coşkuya katılıp halaya duracaklar, ağır zeybeklere eşlik edeceklerdi.
Yol gelip başağı ekmenin, binayı dikmenin, demiri dövmenin yetmeyeceği bir çatala dayanmıştı; Artık daha geniş bakma zamanıydı: Büyük insanlığın toplumsal bilinçaltının en dolaysız özeti olan “Dünya Klasikleri”nin okunma ve okutulmasının zamanına…
Çocukların kahkahalarıyla yarışmaktan yorgun düşünce değirmen taşı… Hararetli bir sohbetle lafın belini kırıp fısıldaşırken kızlar… En gizli sırlarına istemeden kulak misafiri olan dokuma tezgâhının “kirtim de kirt”leri gittikçe küçülerek erince sona… Yardım için o küçücük ellerle patates soyan çocukların paydosuyla bir başına kalınca terli aşçılar… Kitap okunmalıydı. Bugün,“Book stor”larda giysisinin rengine uygun kitap arayan, televizyonun itirazsız kapatması haline gelmiş, yaşamı boyunca bir tek kitap okumamış gençlerimizin kulakları çınlar mıydı acaba?
“Her öğrenci bir yıl içinde 25 klasik eseri okumak zorundadır” dese de yönetmelik, Kırmızı ve Siyah, Vadideki Zambak, Benim Üniversitelerim, Goriot Baba, Harp ve Sulh ve daha çok sayıdaki klasik eser bitmez tükenmek bilmez çalışma temposuna rağmen sevgi ve istekle okunup, okullar arası yarışmalara konu olacaktı. Zoraki Tabip, Kibarlık Budalası, Bir Yaz Gecesi Rüyası gibi okunup sahnelenen oyunlar ise sarı sayfalardaki her bir harfi bir kahramana dönüştürüp yemekhaneye, atölyeye, bahçeye bırakacaktı.
Mehmet Öğretmeni, kendi zamanının esrik aşığına dönüştüren bu şiirsel dönem “ ne yazık ki İçi seni yakar, dışı da beni.” deyişine “cuk oturan” bir perde arkasının taciziyle yüz yüzedir: Bir büyük Savaş yaşanmış, tam kendimizi toparlayacakken kapıda ikincisi… Yokluktan “süpürge tohumu yenen” zamanlar… Bir yanda yenilmeyi zül sayacak aydınlığa kucak açmışlar, karşıda ise bu yokluğu siyaset çarklarına su eyleyen politika bezirgânları.
“Ekmeğin öğrenciye gramla verilebildiği, bir tas hoşafın bile arandığı” bu yıllarda bir şey rehber bellenecekti: İnsan Hakları. Daha doğrusu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından ancak 20 Kasım 1989 yılında kabul edilecek olan “Çocuk Hakları Evrensel Bildirisi”nin daha esamisi okunmazken “Hiçbir öğretmen hiçbir öğrenciye el kaldıramaz. Kötü söz söyleyemez. Küfredemez, dayak atamaz” diyendi Hasan Ali Yücel.
Gün olup devran dönmüştür. “Kısa zamanda yapılan bu büyük işler” den zarar gördüğünü düşünenler Enstitülerin kapatılması için kampanya başlatır: Öyle ya, “Artık bunlar da çok olmaktadırlar! Kimin haddinedir kentte devlet ulularından, kasabada eşraftan, köylerde ise ağalardan daha önde olmak! “Cıbıl köylüyü” adam yerine koymak! Ayrıca bu okullar değil miydi bunca yokluğa rağmen koskoca devletten 20 bin Lira döner sermaye koparan? Kendi ürününü yetiştiren ve hatta daha da ileri giderek kooperatifler kurup “Kominislik yapan!”
Şu komünistlik iddiası dışında hep haklıdır ağalar, beyler! Sonraki iktidarlarında ”sürüye saydıkları” halkı “Bindirilmiş Oy Davarına “ döndürenler okulların kapatılması için elinden geleni ardına koymayanlardı. Onlar değil miydi din iman, bin mintan ticaret ve siyaset yaparak insanı saltanatın tebaası, kendilerini de Taht-ı Hümayun sahibi yapanlar? Osmanlı’da ömrünü yatarak geçirmeye alışmış, “sallabaşını al maaşını” bürokrat ve memurları için,“Çalışma Seferberlikleri” de ne oluyordu! Ardından başlatılan sonu gelmez karalama kampanyası çok mu çok etkili olacak, enstitülerin kuruculuğunu yapan parti bile bu saldırılar karşısında, teslim bayrağını çekecekti. “Haklarını ömrüm boyunca takip edeceğim” sözünü verip Enstitülerden “Cumhuriyetin eserleri içinde en sevgilisi” diye söz eden “Milli Şef” İnönü bile Mehmet öğretmen ve arkadaşlarının “kara sevdalarına” mezar kazılarken, utançtan olsa gerek sırra kadem basacaktı.
Radyodaki tok sesli spikerin okuduğu Hükümet Programında “Köy enstitülerinin daha milli bir çizgiye Sokulacağı”ndan dem vurulması, yakında kopacak büyük depremin öncü sarsıntılarıydı. Enstitülerde kan kaybı başlamış, nabız yavaştır. Her devrimin kaderi olduğu söylenen çark burada da dönmüş, devrimin “İkinci Adamı” evladının öldürülmesine seyirci kalmaktadır. Hızla akmaktadır zaman; Yeni kabinede H.A.Yücel’e yer verilmez. Eylül 1946 da ise Enstitülerin sevgili babası Tonguç görevinden alınır. Hemen ardından da okulların programlarında ciddi değişiklikler yapılarak bu günkü sevimsiz eğitim gecekondusunun ilk kazmaları vurulur. Köy Enstitüleri’nin şahikası olan ve sonradan Yüksek Köy Enstitüsü yapılan, Ruhu Su, Mahir Canova ve Sabahattin Eyüboğlu gibi öğretmenlerin ders verdiği Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne de kıyılır acımadan. İlahlar kurbanlarını almış öfkeleri bir an için dinmiş gözükmektedir.
O kara günlerin dehşetiyle yeniden şimdiki zamanına döner Mehmet Öğretmen. Bedeni ter içinde, gözlerindeki kararma ve baş dönmesiyle zor yutkunmaktadır. Kalbindeki yerini babasından önde gördüğü Hasan Ali Yücel’in ezberinde kalan sözlerini, kurumuş ve titreyen dudaklarıyla mırıldanmaya başlar: “Ben… Güneşin altın sarısından içtiği şarapla mest ve birbirine sokularak bahtiyar bir insanlığın istikbalini kendi milletimin ilerideki mesut günlerinde gören ve bu hayal içinde bütün saadetini bulan biriyim.” Mehmet öğretmenin başı kontrolsüzce aşağı, yukarı sallanıp durmaktadır. Bu sözler durmaksızın yinelenir olmuştur başın hareketiyle birlikte. Aşk yolunun ehlidir artık: İnsanın insan olma zikrinin tam ortasında esrimektedir. Engel olmaz gözyaşlarına, başlar hıçkıra hıçkıra ağlamaya; hem bu karayazıyı hem de göğsünü yırtmak istercesine…
Turgay Bahtiyar
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.