- 611 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TEK BACAKLI KESEKAĞIDI
TEK BACAKLI KESEKAĞIDI
Mustafa anne, babası ve kardeşlerinin uyuduklarından emin olduktan sonra, yer yatağında doğruldu, yavaşça kalktı. Parmaklarının ucuna basarak dışarı çıktı. Ay gökte ışıl ışıldı, yıldızlar yanıp sönüyor, sanki ona göz kırpıyorlardı. Bahçe kapısının telden kilit halkasını çıkardı. Yavaş adımlarla ilerliyor, arada bir arkasına bakınıyordu.
Evden bahçenin bu köşesine uzanan kısacık yol nede uzun gelmişti ona. Durdu, etrafına bakındı. Ceviz ve dut ağaçlarının arasından ay ışığı süzülüyor, bahçeyi yarı aydınlatıyordu. Olduğu yere çöktü, önünde ki taşlardan birini aldı ve az öteye yavaşça indirdi. Sonra bir diğer taşı, sonra bir başkasını.. Taşları topraktan ayırıyor, toprağın içinde elini gezdirip bir şeyler aranıyor, sonra da az öteye itiyordu. Arada fısıldar gibi,
- Bulacağım seni, tek tek bu taşları, toprağı ayırmak zorunda kalsam da bulacağım, diyordu.
Kimi yassı, kimi yuvarlak taşlarla toprağı birbirinden ayırma işlemini büyük bir dikkatle, sessizce ve sabırla sürdürdü. Yoruldu, terledi, parmak uçları soyuldu, sızladı. Börtü böcek, akrep de olabilirdi, umursamadı, saatlerce devam etti.. Ama aradığı şeye ulaşamamıştı.
Sonunda uyku bastırdı, göz kapakları ağırlaştı. Bitecek gibi değildi. Ne çok toprak, ne çok taş vardı. Sonunda “ şimdi gider uyurum, sabaha karşı kimseler uyanmadan gelir devam ederim “ diye geçirdi içinden. Bahçeden çıktı. Annesinin, inekler sabahleyin yaylıma giderken içsinler diye, bakır bir leğene koyduğu suda ellerini yıkadı. Üstünün tozunu, toprağını çırptı. Soyulan parmak uçları sızlıyordu. Aynı sessizlik içinde yatağına ulaştı, çok geçmeden uykuya daldı.
Sabahleyin annesi Zeyno’nun azar dolu sesiyle uyandı;
- Kalk ula Mustafa.. Öğlen oldu. Baban bahçenin yıkılan duvarını yapıyor, ona yardım edesin..
Mustafa uyku sersemi fırladı, lastik ayakkabıları ayağına geçirdi, bahçeye koştu. Guya herkesten önce uyanacaktı; hayıflanıyor, kendine kızıyordu. Babasının yanına vardığında her şey bitmişti. Babası yıkılan duvardan kalan taşları ve toprağı ayırmış, toprağa saman serpmiş, kuyudan getirdiği suyu döküyor, bir yandan da kürekle karıştırarak çamur haline getiriyordu. Mustafa etrafa süratle göz gezdirdi, aradığı şeyden hiçbir iz yoktu. Babası;
- Aslan oğlum sen mi ayırdın taşları.. Ula hangi aralıkta yaptın kerata, diye takıldı..
Mustafa;
- Sabaha karşı küçük su dökmeye çıkmıştım, o zaman ayırdım, deyip sustu.
Suratı asılmıştı. Omuzları, düşmüş, aradığı, gözü gibi baktığı şey çamur olup gitmişti. Dokunsan ağlayacak gibiydi. Taşları taşıdı, çamuru verdi babasına. Duvar her taşla yükseldi, Mustafa tek kelime konuşmadı.. İçinden;
- Ulan bahçe, o kadar duvardan niye burası yıkılır. Bende ki şansa bak, diyordu.
Babası diğer köylüler gibi, çok acil bir durumda, birkaç yılda bir şehre giderdi. Gittiğinde çocuklara portakal, mandalina, şeker türünden şeyler almayı ihmal etmezdi. Geçen yıl gittiğinde de portakal almıştı. Ama bu sefer portakaldan çok, portakalı taşıyan ambalajı Mustafa’nın ilgisini çekmişti. Ambalaj diyorsak, okunmuş gazeteler düzgünce katlanır, alt tarafından ve yan tarafından hamurla yapıştırılarak kesekağıdı yapılırdı. Kesekağıdının içinde meyve, sebze vb. taşınıyordu. Mustafa kesekağıdını büyük bir dikkatle takip etmiş, içindekiler bitince de gizlice alıp saklamıştı. Ertesi gün kuzuları yaylıma götürdüğünde kesekağıdını koynuna sokmuştu. Köyden uzaklaşınca çıkarmış, bir cam eşya gibi özenle evirip çevirmişti. Mustafa’nın ilgisini çeken ambalajın kendisi değil, kesekağıdının üzerinde ki kadın fotoğrafıydı. Adeta onu büyülemişti. Kadının saçları kıvır kıvırdı ve kabarıktı. Masmavi gözleri vardı. Tam karşıya bakıyordu. Kalın, kıvrık dudakları aralıktı. Yüzü koyun uzanmış, giydiği elbiseden göğüs çatalı gözüküyordu. Bacağının birini kıvırıp yukarı kaldırmıştı. Diğer bacağı gözükmüyordu. Kesekağıdının hamurlanan kısmı içinde kalmıştı. Fotoğrafa saatlerce baktı. Yüzüne yaklaştırdı, uzaklaştırdı, bir taşa yaslayıp ayaktayken baktı. Köydeki hiçbir kadına, kıza benzemiyordu. Ne gözleri, ne dudakları, ne giydiği elbise.. Bu fotoğrafı saklayacaktı, hem de gözü gibi.. Çakısını çıkardı, büyük bir özenle kesmeye başladı. Büyük bir sorun vardı, oda hamurlanan kısımda kalan sağ bacağı.. Yırtmadan, zarar vermeden o bacağa ulaşmaya çalışıyor, ama mümkün olmuyordu. Hamur adeta kaynak gibi yapıştırmıştı. Olmadı, ne kadar uğraştıysa da o bacağa ulaşamadı. Mecburen kesti. Ne olurdu sanki, kadın o bacağını da yukarı kaldırsaydı, ya da kesekağıdını yapan kişi biraz dikkatli olsaydı.. Sövdü, saydı ama nafile, kurtaramamıştı işte..
Daha önce hep itiraz ettiği kuzu otlatma işini severek yapar olmuştu. Öyle ki o vakti sabırsızlıkla bekliyor, fotoğrafı koynuna sokuyor, dönene kadar da o fotoğraftaki kadına bakıp hayaller kuruyordu. Adı neydi acaba.. Niye böyle uzanmıştı, kime bakıyordu mas mavi gözleriyle.. Köyde neden böyle kadınlar yoktu .. Demek bu kadınlardan şehirde vardı. Büyüyünce şehre gitmeliydi.. İnsan evlenince böyle bir kadınla evlenmeliydi.. Sonra sevdiğini aldatan ve pişmanlık duyan aşık edasıyla, fotoğrafı alıp göğsüne bastırıyordu..
- Başka kadından bana ne, ben seni bulurum şehirde, seninle evlenirim, diyordu..
İşte yıkılan bahçe duvarında Mustafa’nın gözü gibi sakındığı bu gazete parçası saklıydı. Ama artık yoktu. Babası çamura katıp harç eylemiş, sonrada duvara gömmüştü. Ama o güzel kadının görüntüsü hiç mi hiç aklından çıkmıyordu.
Mustafa şanssız biri olduğunu düşünürdü. Sanki tüm talihsiz olaylar onun başına geliyordu. Anlamadığı şeyleri soruyor, herkesten farklı cevaplar alıyor, ya da “ ayıp “ deyip cevapsız bırakıyorlardı.
Bir gün babasıyla tarladan dönüşte iki köpeği birbirine yapışmış halde görmüşlerdi. Köpekler onları görünce kaçmaya yeltenmişler, ama her ikisi ayrı yönlere koşmaya çalışınca öylece kalakalmışlardı. İki köpek birbirine bağlanmış gibiydi. Kaçamıyor, koşamıyor öylece çırpınıyorlardı. Şaşıran Mustafa;
- Baba ya, ne olmuş bu köpeklere, diye sormuştu..
Babası bıyık altından gülmüş, sonra ciddileşmiş ve ;
- Ayıptır oğlum, boş ver, deyip yürümüştü..
Mustafa bir ara kafaya takmış, önüne gelene “ ben nasıl oldum ? “ sorusunu soruyordu. Koca koca adamlar, kadınlar kimi ona gülüyor, kimi azarlıyor, kimi dudak kıvırıp arkasını dönüyordu.. Süleyman amcası;
- Seni elekçiler çadır kurduğu yerde unutmuşlar, baban bulmuş getirmiş, demişti.
Dedesi;
- Çocukları leylek getirir, bacadan bırakır gider, demişti.
Hele kırıkçı Nuri Dayı;
- Ulan eşek sıpası, bu soruyu anana babana sor, demiş, sonrada kahkahayı basmıştı..
En garip cevabı da komşu kadın Güllü Hala vermişti;
- Yavrucum, çocuklar annelerinin diz kapaklarından doğar. Diz kapakları açılır, bebekler oradan dışarı çıkar. Sende öyle oldun..
Kafası karmakarışık olan Mustafa kendi diz kapağını yoklamış, nedense en doğru cevabı Güllü Hala’nın verdiğine inanmıştı.
Bu konuda başına öyle bir olay gelmişti ki, köyde dilden dile anlatılan biri oluvermişti. Annesi bir akşam vakti telaşla, heyecanla koşturuyor, ahıra girip çıkıyordu. Bir ara derenin karşı yamacındaki komşu kadına;
- Kız Yeteeeeer, bizim inek doğuruyor, hele bir gel, diye bağırdığını duydu..
Mustafa büyük bir merak içinde, ahırın toprak damının üzerine çıkmış, pencere diye konulan delikten ahırı gözetliyordu. Yeter hala, annesi, Güllü Hala ve birkaç komşu kadın ahırda ineğin etrafında toplanmışlardı. Yerde yatan inek homurtular, hırıltılar çıkarıyordu. Kadınlardan biri;
- Kız Zeyno, inek doğuruyor doğurmasına ya, danası ters gelmiş. Hele bir leğenle su getir, dedi.
Kadınlardan biri ineğin karnını ovalıyor, bir diğeri başını okşuyor, biri de kuyruğunun altından danayı almaya çalışıyordu. Kadınlar ahırda telaşla fır dönüyor, didiniyor, arada bir de;
- Dana ters gelmiş, olmuyor, inşallah ineğe bir zarar vermez, diyorlardı..
Başından beri olayı izleyen Mustafa bir şeylerin yolunda gitmediğini kavramış, ama gizlice izlediği için ses çıkaramıyordu. Sonunda dayanamayıp pencereden seslendi;
- Kız Güllü Hala, siz danayı yanlış yerden çıkarmaya çalışıyorsunuz. Açın ineğin diz kapağını, oradan çıkarın. Hani sen bana anlatmıştın ya….
Saatlerdir kan ter içinde uğraşan kadınlar o kadar gerilmişlerdi ki, Mustafa’nın bu sözleriyle adeta bir kahkaha tufanı kopmuştu. İneği, danayı unutmuş gülüşüyorlardı. Dengesini kaybeden Güllü Hala mayısın içine yuvarlanmıştı. Yattığı yerden Mustafa’ya bağırıyordu;
- Defol ulan puştun oğlu.. Utanmaz hergele.. Kırarım bacaklarını..
Mustafa fırlayıp kaçmıştı, ancak anlam veremiyordu. Bir şey sorsa “ ayıptır “ diyorlar, verdikleri cevabı tekrar etse “ defol puştun oğlu “ diyorlardı. Yalnız bu olayda değil, “ horoz tavuğun tepesine niye çıkıyor, tosun ineği niye kovalıyor?“ , “ Tavuklar yumurtayı nasıl yapıyor ? “ sorularına da hep ayıplayan cevaplar vermişlerdi.
Yıllar geçmiş, Mustafa büyümüş, çocukluk, ilk gençlik sorularını hatırladıkça kendisi de gülümser olmuştu. Şehre yolu düşmüş, açık, saçık gazeteler, dergiler görmüş, almıştı. Onlardan da sakladıkları olmuştu. Şehirde oturan ve köye gelen akranlarından bir sinemanın adını duydu; guya bu sinema da “ iki film birden “ diye öğretici filmler oynatıyorlarmış. O sinemaya da gitmişti. Şansa bak ki, ilkinde yakayı ele vermişti. Yarı aydınlık sinema da ki herkes kendisi gibi ürkek ürkek yürüyor, kimse kimseyle konuşmuyor, önüne bakarak ilerliyorlardı. Koltuklara gömülür gibi oturuyorlardı. Kimi elindeki gazeteyle, kimi kıyafetinin yakasını kaldırarak yüzünü kapatmaya çalışıyordu. Herkes bir an önce ışıklar sönsün, film başlasın beklentisi içinde, huzursuz hışırtılar çıkarıyordu. Başını çevirmeden etrafına bakınmış, sağ çaprazda köylüsü Cumhur’u görmüştü. Cumhur ki, çok bilmiş cinsinden, köyün ileri gelenlerinden.. Kafasına geçirdiği şapkayı öne doğru iyice eğmiş. Belli ki o da tanınmak istemiyordu. “ bende ki şansa bak, dedi içinden, yakayı ele vermeden biraz izleyip tüymek lazım “ Öylede yaptı. Film arası ışıklar yanmadan kalktı, çıkışa yürüdü. Tam çıkışta, loş karanlıkta biriyle çarpıştı. Adamla birlikte kapıdan çıktılar, kim olsa, köylüsü Cumhur. Göz göze geldiler, Cumhur tanımazdan geldi. Ama Mustafa gayrı ihtiyari “ Selam Cumhur Abi, nasılsın ? “ diyerek hatırını sordu. Cumhur önce duymazdan geldi ama Mustafa hatır muhabbetini tekrarlayınca Cumhur başını çevirdi;
- Ha, sen misin Mustafa, bir arkadaşa bakmaya girmiştim de, ama bulamadım hergeleyi, deyip kaçarcasına gitmişti.
Mustafa her Anadolu genci gibi belli yaşa geldikten sonra, mevsimi gelmiş göçmen kuşlar gibi şehirlere göç etti. Çok şey gördü, bilmediği çok şey öğrendi. Çocukluğunda, ilk gençlikte yaşadıklarını, o sorularına verilen saçma sapan cevapları gülümseyerek hatırlar oldu.. Ama hayatında bir şeyler hep eksik kaldı. Kızlarla arkadaşlık, dostluk kurmakta zorlandı. Kendisine gülümseyen, adres soran, ya da sigarası için kibrit isteyen kadınlara, kızlara aşık oldu. Ya da içinden geçen sıcaklığı, heyecanı aşk zannetti. Bir kadınla konuşmak istese sesi kısıldı, kalbi hızlandı, heyecandan eli ayağı dolaştı. Aşkları hep platonik kaldı.
Hepsi ama hepsi bir yana, hiçbiri ilk gençliğinde ki o tek bacaklı kesekağıdı güzelinin yerini tutmadı. Hala arada bir rüyasına girer. O kocaman mas mavi gözleri, dekolte, dantelli kıyafetiyle yattığı yerden gülümser.. ve ona elini uzatır..
Mustafa köye her gidişinde, vaktiyle o kadının fotoğrafını sakladığı sırdaşı bahçe duvarına gülümseyerek, hüzünle bakar.. İçinden bir sıcaklık geçer, heyecanlanır, içi titrer.
Hasan AKSOY
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.