Hayat Yürüyor Ağır-Aksak
Hayat yürüyor ağır aksak
Ayağına kurşun sıkanı
Bir bulsak…
…/
Zamanı durdurmak isterdim bir zamanlar. Aslında epey önceleri, ta ben çocukken… Düşünürdüm. Parmağımı şıklatsam ve zaman dursa… Her şey olduğu yerde donup kalıverse… Şıklatırdım hatta… Birkaç başarısız denemeden sonra büker boynumu, çocukça hüznümle düşünürdüm. “Keşke bir kere olsa..”
En çok ne zaman isterdim biliyor musunuz; zamanın durmasını. Oyun oynarken; saat akşama yaklaşmışsa, yani birazdan annemizin o yüksek perdeden sesiyle eve dönüş yoluna dizileceksek, isterdim ki zaman dursun da az daha oynayayım arkadaşlarımla. Ama olmazdı işte. Karanlık çöküverirdi oyuncaklarımızın üzerine ve biz tıpış tıpış eve yollanırdık.
Günler ne uzundu biz çocukken. Bir türlü geçmezdi zaman. Sonra büyüdük. Bir baktık ki saatler dakikaya, dakikalar ana dönüşmüş. Hep bir koşuşturmaca ile yetişmeye çalıştık. İlerdeki o yetişilecek şey her neydiyse, çok değerli olmalı ki, telaşlarımız bitmek bilmedi. Bedenimizi yorgun argın yatağa attığımız anlarda bile, rüyalarda bile hayatın içinden sıyrılıp bir “oh” diyemedik. Büyümüştük çünkü. Ne çocuksu hüzünlerimiz ne de zamanı durdurma hayallerimizin gerçekleşme ümidi kalmıştı ellerimizde.
Hayat geçip gidiyordu. “Daha hızlı, daha hızlı” diye naralar atan bir amigosu vardı. Bir gün, yine o telaşın içinde kaybolmaya yüz tuttuğum bir anda, yeniden o olmadık dileğim geldi aklıma. “Keşke…” dedim. “Keşke zamanı durdurabilsem?” Öyle yürekten diledim ki bunu… Dursun istiyordum zaman. Küçük bir çocukken, oyun anlarının o en lezzetli saatlerindeki gibi, en lezzetli anda, en mutlu olduğum anda dursun.
Ve durdu... İnanamadım önce. Sağa, sola baktım. Kendime çimdik attım hatta rüyada mıyım acaba diye. Hayır değildi. Rüya değildi, gerçekti. O gelmişti. Gelip akreple yelkovanın tam üstüne basmıştı ayağını ve zaman durmuştu.
Beklediğimdi o. Yıllarca peşimden sürüklenen gölge ete kemiğe bürünmüş ve görünmüştü işte. Zaman durdu, mekân yok oldu. Sadece o vardı. Çok da büyük olmayan cüssesiyle ve güzel yüzüyle kapladı her yeri. Hele kelimeleri öyle güzel sürüklüyordu ki peşi sıra, kuyruklu bir yıldızın kuyruğundaki pırıltılı toz zerreleri gibi savruluyordu ardından. Her şeye sirayet eden parıltıların içinde kalmış, yüreğimde tutuşan alevlerin esiri olmuş, bütün hücrelerime kadar onunla dolmuş yürüyordum. Züleyha’nın, çörek otundan öd ağacına kadar her şeyde Yusuf’u görmesi gibi…
Hayat ağır ve aksak değildi artık. Bengisuyun çavlanına düşmüştü, sırılsıklamdı. Hayata hayat gelmişti.
Keşke demiştim ve ilk defa keşke umut doğurmuştu. Gelmişti işte. Zamanı önemsizleştiren, mekâna bir mıh gibi çaktığımız bedenimizi latifleştiren aşk da peşi sıra gelmişti. Yemek, içmek bile birer angarya idi artık. Yârin sökün edip ruha dolduğu o anları bölen her şey bir kıyametti. Binlerce kıyamet yaşıyordu ruhum. Binlerce kez ölüyor, binlerce kez diriliyordu.
Ölümden korkmaz mı insan? Ya her ölümün ardından sancılarla doğmaktan?… Ölüyordum ve doğuyordum defalarca. Tüm bunlara neden katlandığımı da bilmiyordum. Bilmek istemekten bile korkuyordum. Sorgusuz olmalıydı aşka kulluk. Aşk söz konusu olduğunda her şeyi bertaraf edemeyen, ardında bırakamayan, o üç harfli heceyi ağzına almamalıydı. Ben de işte bu yüzden tüm sorgularımı ve sorularımı bir sandığa kilitlemiş, sonra da hiç bulmamak üzere bir şefkat denizine atmıştım.
Zaman durduğu noktada sefa sürüyordu. Bense onun bana bıraktığı kırıntılarla idare etmeye çalışıyordum. Hayat akıp gidiyordu, zaman duruyordu ve ben üzerimden attığım kocaman yükü tekrar sırtıma almamak için gözlerimi her şeye kapatmış aşka kulluk ediyordum. Ne önemi vardı ki? Zaten hayat denen bu aksak ayaklı yaratık sadece aşk geldiğinde ayağını sürümekten vazgeçmişti. Şimdi hesabın, hendesenin zamanı değildi. Aşkı getiren gül yüzlü, güzel sözlüye baş eğmekten daha ulvi ne olabilirdi ki?
Günler günleri kovaladı. Gül yüzlü, güzel sözlü bir gün geldiği gibi gitti. Getirdiği her şeyi yüklenip, hiçbir şey bırakmadan… Bir ben kaldı bende yaralı, kırgın, üzgün. Sevinçlere hasret yüzümü alıp gitti. Habersiz, selamsız beni hicrana salıp gitti. Yüreğimde her an kanayan kabuk tutmaz bir yara gibi kalıp gitti.
Zaman hiç durmadı ondan sonra. Güneş bir belirdi bir kayboldu. Kaç dolunay gördü gözlerim hatırlamıyorum artık. Zaman bendini yıkmış bir nehir gibi ilerlerken bakakalıyorum sadece. Ne elim, ne dilim yetişmiyor. Hayatın ayağını sürümesine inat, zaman ışık hızıyla yarışıyor. Uykusuz gözlerim yine gözyaşlarına karışıyor.
Düşünüyorum. Biri dur demeli buna.
Yapışıp yakasına zamanın dikmeli hayatın karşısına.
Ve demeli “ Neyse kozunuz paylaşın da bitsin bu anlamsız kaçış. Bitsin sevdalıların yollarını kesen kış.”
YORUMLAR
hayatın esprisi de bu ya o durmaz bizi de yerimizde durdurmaz her zaman hiç bilmediğimiz yerlere hiç bilmediğimiz olaylara sürükleniriz zamansa hayatın bize sunabildiği en ağır en acı ve en kesin anahtardır her kapıyı yalnızca zaman anahtarıyla açabiliriz yandıktan yıldıktan sonra tabi öyleyse ne gerek var yanmaya cehennemlerde soyulmaya aşkı içimizde yaşayalım kimseyi aracı kılmayalım aşka ki nasılsa o kendini hep yenileyecektir ve zamana yenik düşmeyecektir.:)