Kesişme
Onu iskelede karşılayacaktım. Hiçbir kaba sığdıramadığım bir sevinç vardı tüm hücrelerimde. Bayram sabahını bekleyen çocuklar gibiydim. Aceleyle giyindim ve hızlı adımlarla iskeleye vardım. Vapur henüz gelmemişti. Beklemeye başladım.
Biraz sonra 8:30 vapuru göründü. Kıyıya yanaşmaktan ve yolculuğun bitmesinden hiç haz etmezdim çocukken vapura bindiğimde. Vapurun arka tarafında pervanenin mahareti köpükleri seyre dalar, yolculuk bitip pervane durunca içten içe kızardım kaptana. Sanki neden biraz daha uzamazdı ki bu yolculuk? Şimdi ise gelebileceği en hızlı şekilde gelmesi için dualar ediyordum.
Vapurun kıyıya yanaşması için geçen süre bana sanki yıllar kadar uzun gelmişti. İşte oradaydı. Kalabalığın arasına karıştı ve tahta köprüye yöneldi. Ayak bileklerine kadar uzanan siyah eteğini eliyle toparladı ve indi vapurdan. İşte adım adım yaklaşıyordu. Yine o bebeklere mahsus tebessümü yüzünü şenlendirmişti. Ah o gülümseyişi! Zaten tüm gemileri onun için yakmamış mıydım? Üzerindeki mavi bluz, denizin ve gökyüzünün maviliğini kıskandıran gözlerine nasıl da yakışmıştı. Hele uzun ve dalgalı saçları… Tıpkı bir kısrağın yeleleri gibi rüzgârda savruluyor, arada sırada yüzünü örtüyordu.
Yaklaştıkça eridiğimi hissettim. Üşümekle yanmak arası bir duyguyla cebelleşiyordum. Bir taraftan terden sırılsıklam olan ellerimi nereye koyacağımı bilemiyor, bir yandan da sırtımdan aşağı doğru inen garip hissin tadından boğuluyordum.
Bacaklarımda hiç derman kalmadığından ancak birkaç ürkek adım atabildim. Yan yana geldiğimizde gözlerini gözlerime mıhlayıp elini uzattı.
-Merhaba.
Allah’ım bu ses! Eşsiz bir musiki gibi defalarca dinlediğim, kulaklarımın duası bu ses… İşte tam karşımda durmuş bana merhaba diyordu. Ne desem, ne söylesem bu merhabanın karşılığını veremezdim. O kadar vefaya bulanmış, o kadar saf ve temizdi ki.
Gözlerime çakılı bir çift deryanın büyüsünden kendimi kurtarınca elimi uzatabildim.
-Hoş geldin, diyebildim.
-Yoksa çok mu beklettim?
-Hayır.
-Yorulmuş gibi bir halin var, üstelik bembeyaz olmuş yüzün, iyi misin?
-İyiyim, iyiyim. Sadece beklemek çok uzun geldi, hem seni karşımda bulunca… Ah ruhum! Hayal değil değil mi tüm bunlar? Sen ve ben buradayız. Nihayet elin avucumun içinde… İnanamıyorum.
-Haydi vakit kaybetmeyelim. Bu benim de en mutlu günüm.
-Bu gün bizim ve kimse bizden alamaz.
-Seni doya doya seyretmek istiyorum. Kim bilir belki de bu son…
-Sus ne olur. Şimdi konuşmayalım sonları…
Elini tuttum. Yüzüme kan geldi, can geldi onun elinden. Faytonlara doğru yürümeye başladık.
Ne güzel bir andı o. Her şey ama her şey gözüme başka görünür olmuştu. Bu elimde tuttuğum küçük el, neden bu kadar yumuşak, neden bu kadar sıcaktı? Sanki benim kaba saba elimin içinde kayboluvermişti. Ökseye yakalanmış küçük bir kuş gibiydi.
Sırasını bekleyen faytonlardan birine yöneldik. İkimiz de başımızı eğmiş, dünyanın en huzurlu sessizliği ile yürüyorduk. Elinden tutup faytona binmesine yardım ettim. Sonra da hızla yanına oturdum. Yine o büyülü sessizliğe büründük. Elimi uzattım ve minik eli tuttum. Başını omzuma koydu. Fayton ada sahilinde yol alırken, ben de onun dokunuşu ile içimdeki ummanda bir büyülü yolculuğa başlamıştım.
Sahilden ayrılıp adanın iç tarafına doğru ilerlemeye başladık. Yavaş ve huzurlu yolculuğumuzu bölen tek ses, faytonu çeken atın ayaklarından çıkan sesti. İlahi bir mekândaydık ve o nal sesleri de biz iki semazene ritim tutan kudümün sesiydi sanki...
Yolun iki yanında uzanan yüksek ağaçların arasından ilerliyorduk. Başım öyle bir sarhoşlukla dönüyordu ki, ağaçların sonbahara bulanmış yeşilleri birbirine karışıyordu. Allah’ım onun yanında olup susmak bile güzeldi.
Bu an gerçek olabilir miydi? Yoksa kara gecelerimin garip rüyalarından birini mi görüyordum? Keşke konuşsa, bir iki kelime dökülseydi de dilinden, rüya olmadığına inanabilseydim. Başını çevirip melek yüzünü seyretmeye başladım. Ama o gözlerini kapatmış, işte tam da melekler gibi uykuya dalmıştı. Bana hep şöyle derdi:
-Bir gün başımı omzuna koyabilirsem, bil ki en huzurlu uyku bulacak beni. Ah keşke o an ölebilsem!
Ölüm… Hep kollarımda ölmekten bahsederdi. Yoksa yoksa… Kulağımı verip onu dinledim. Sadece uyuyordu. O hasretini çektiği huzurlu uykunun kollarındaydı işte.
Ne tuhaf bir yolculuktu bu. Bu ilk görüşümdü onu ama anlayamadığım bir aşinalık vardı her şeyine. Huzurlu uykusunda nefes alışı, saçından yükselen hoş koku, omzumu yakan sıcaklığı… Hatta üzerindeki kıyafetten çantasına kadar her şeyine aşinaydı sanki gözlerim. Uzun bir yolculuğa yollayıp, yıllarca ümit ve hasretle bekledikten sonra, geri dönüşünü tattığım biriydi sanki. Yıllardır tanıyordum, hatta anılarımız vardı, hatta fotoğraf kareleri geçiyordu gözlerimin önünden. Bu düşüncelerimden dolayı kendime şaşırdım.
Fayton nihayet kalacağımız otelin kapısına kadar getirdi bizi. Sessiz yolculuk son bulmuştu. Duran faytonun sarsılışıyla, omzuma konan melek de sıçrayıp masmavi gözleriyle baktı gözlerime. Bu an gerçek olabilir miydi? Nasıl bir masalın avucunda kıvranıyordu yüreğim? Bu masmavi gözler bir tek an dahi benim olsalar, dünyayı vermez miydim? Şaşkınlığımı anlamış olacak ki, elimi sıkıca kavradı ve beni otelin kapısından içeri çekti.
Konaktan bozma bir oteldi burası. Bu mekânı özellikle seçmiştim. Duvarlara kapladıkları taş kaplama, tavandaki müzeyyen süslemeler, pencere pervazlarına oyulmuş girift motifler, duvarlardan sarkan sarmaşıklarla, tam da onun seveceği bir mekândı burası. Yer yer duvara eski gaz lambaları asmışlardı. O çocukça neşesiyle gaz lambasının birine doğru koşar adım ilerledi. Bu eski lamba onu heyecanlandırmaya yetmişti. Oyuncağını bulmuş çocuk edası ile eline alıp inceledi. Tüm ruhuna olduğu gibi parmaklarına, ellerine de işlemiş bir incelikle aldığı yere geri koydu.
O kendi halinde etrafı incelerken ben de en ufak bir hareketini dahi gözden kaçırmamak için, gözlerimi ondan ayırmıyordum. Öyle susuzdum ki ona. İçinde bulunduğum tenhalıktan o denli yorulmuştum ki, çöldeki seraptan farksızdı onu seyretmek. Her hareketini zihnime nakşediyor, her edasından ilahi bir şarkı sızdırıyordum içime.
İşlemler tamamlanınca merdivenlerden odamıza doğru çıkmaya başladık. Odanın kapısına vardık. Ahşap döşeme kızıla çalan pırıl pırıl bir cila ile cilalanmıştı. Yan yana girdik içeriye. Yerde öylesine atılmış bir kilim vardı. Kilimden arta kalan alanda yan yana duran gölgelerimizi gördük. Önce gölgelere sonra aynı anda birbirimize baktık. Sanki birbirimizin aklını okumuş gibi soluğu duvarda asılı boy aynasının önünde aldık. Kendisini ilk defa aynada gören çocuklardan farkımız yoktu. Durmuş öylece birbirimizi seyre dalmıştık. Bir mutluluk karesiydi bu. Belki de zihnimize nakşetmek istiyorduk o yan yana olan halimizi.
Aynadaki oyunumuz sona erince, odayı incelemeye başladı o. Oda ağaçlık bir alana bakıyordu. Pencereyi açıp derin bir nefes aldı. Sonra bana dönüp ellerini uzattı. Ucuna iliştiğim yataktan kalkıp ona doğru ilerledim. Ellerini tutup dudaklarıma götürdüm. Gözlerimi kapatmış bu iki güvercinin dudaklarımı okşayışına teslim olmuştum. Başımı kaldırdığımda ağladığını gördüm. Başını önüne eğmiş, mavi gözlerini ve o gözlerden dökülen yaşları saklamaya çalışıyordu. Nasıl dayanırdım onun ağlamasına? Bir damla gözyaşı için dünyaya meydan okumaz mıydım? Ama bir çare yoktu işte. Son dakikalarını bekleyen idam mahkûmlarından ne farkımız vardı ki? Ben de ağlamaya başlamıştım. Ellerine kapanmış sarsılarak ağlıyordum.
Uzun bir süre ağladık. Başımı kaldırdığımda güneş çoktan yükselmişti. Rahatlamış olacak ki gülümsedi. Gözlerimi sildi.
-Biri Fırat biri Dicle gözlerinin. Bir gün bizi katıp önlerine sürükleyecekler. Var mısın o gün bu gün olsun, dedi.
-Olsun dedim.
Artık odada kalmak istemiyordum. Elini sıkıca kavradım ve bir solukta otelin dışına çıktık. Ağaçların arasında kaybolduk.