- 764 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
194 - KIRKGÖZ
Onur BİLGE
Dağın doruğuna ulaşıncaya kadar ovaya yayılan, büyüyen ve tüm güzelliğiyle gözler önüne serilen göl, yörenin hayat kaynağı... Kullanım hakkı halka sunulmuş. Kırkgöz Gölü’nde kendiliğinden oluşan, Antalya civarının en kaliteli balık yemini yakalamak için içine yerleştirilen tuğlaların gözeneklerine dolan yemleri çıkaranlar, balık avlamak isteyenlere satmakta. Yemcilik, yöre halkının önemli bir geçim kaynağı. Gölün içindeki otlar da akvaryum süsü olarak satılmakta. Yurtdışında yapay olarak üretilmekteyken burada doğal halde, çeşit çeşit ve bol miktarda bulunmakta... Özgürce boy atmış sazlar, yüzeyini kaplamış nilüferler, içinde tatlı su balıkları...
Çocukluğum dolanıyor, gölün kıyısında. Küçükken, göle su almaya giderdim. Merdivenden dikkâtle inmemi söylerdi annem. Testiyi, kaynağın gözünden doldurmamı... Kıyıda balık avlayanlar olurdu. Onlara özenir, sabırsızlıkla büyümeyi beklerdim. Zaman su gibi aktı. Bir süre sonra ben de onlar gibi balık avlamaya başladım.
Hemen karşımızdaki tesise ait kır kahvesinin bulunduğu yerde boy atan asırlık çınarlar, gölün eseri... Bahçesi, çakıl taşlarıyla kaplı; dolu yağmış gibi bembeyaz görünüyor.
Hemen yanı başındaki bahçede, etrafa kokular saçan her iki üç metrede bir rastlanan portakal, mandalina, limon ve greyfurt ağaçları; sol köşede, yaklaşık dört metrekarelik bir alanın dört köşesine dikilmiş, rüzgâr estikçe, dallarının uçlarındaki yapraklarıyla birbirlerini okşayan dört muz ağacı; az ilerde, çok aralıklı olduklarından esintiyle oluşan fısıltılarını duyuramayan, ancak el sallayarak selamlaşan, hareketlerle haberleşebilen iki palmiye ve bahçenin en uzak, en ücra sol köşesinde, duvar dibine özgürce, yayılmış, dikenleriyle yeteri kadar korunduğu için rahatça yaşamanın keyfini çıkarmakta olan kocaman bir Frenk yemişi boylu boyunca yatmakta...
Arkası bahçeye, önü yola bakan tek katlı minik evin ve duvarın tamamı, bahsettiğim tüm ağaçların gövdeleri yerden itibaren, yaklaşık bir metre kadar beyaz badanayla, tesisin önündeki çit beyaz yağlıboyayla boyanmış. Sandalyeler, masalar da beyaz. Masaların üstünde, kırmızı, sarı, mavi ve yeşil örtüler... Hepsinin zeminini süsleyen fındık büyüklüğünde beyaz kalpler... Sandalyelerin üzerinde de aynı renk minderler ve etraflarında, desenleriyle uyumlu beyaz fırfırlar... Kumaşları özenle seçilmiş, itinayla dikilmiş.
Bahçenin dışında, beyaz boyalı ahşap çitin önünde, dört katlı apartman boyunda, otuz yaşında olduğu söylenen bir iğde ağacı var. Baharda son derece güzel kokan minik sarı çiçeklerle donanır. Bir zaman onun çiçeklerinin, bir zaman portakal, limon çiçeklerinin kokusu; yaz boyu da ön duvarın üstüne ağarak yer yer dışarıya sarkan hanımellerinin ve akşamdan akşama yayılan akşamsefalarının kokusunun sefasına parfüm çiçeklerinin bayıltan rayihası da eklenince, mekânın nasıl olduğunu siz tahmin edin!
En çok hoşuma gidense; tesisin arkasından gelerek, iğde ağacına tırmanıp, kocaman kocaman açtığı avuçlarıyla, gece gündüz tatlı üzümler için yakaran asmanın, yerlerde sürünmek yerine, her geçen gün biraz daha yukarıya yükselme çabası; dikenlerine rağmen, tutku dolu bir aşkla ona sımsıkı sarılması, ağacın da onu dört elle tutması ile sergilenen örnek yaşam biçimi ve hayranlık uyandıran dayanışma...
Belki de asmanın gerçeği; uçlarda, yukarıda körpe bir görünüm sergileyerek, mutlu bir hayat sürerken, kökte, yerden kaldıramadığı oldukça yaşlı bedeninin halsizliği, kendi ayakları üzerinde duramadığı için, başkasının üstüne yıkılışı; tırmanır görünürken, gerçek anlamda sürünüşü...
Başarıdan başarıya koşmalıyız ama başkasına yükümüzü yıkarak, onu ezerek, üstüne yıkılarak değil. Hele onun yaşama hakkını bile elinden alarak, onu boğarak değil. Severken öldürmemeliyiz.
İki ağaç kalır insanlar, bazen. Biri diğerinin üstüne yıkılır. Meyve vermeye çalışırken, kendisini sırtında taşımak zorunda kalanın meyvelenmesini engeller. İğde, binlerce dikeninin batıcılığını onun ipeksi yapraklarına hiç göstermiyor, onu yıllardır şikâyetsiz ve dik taşırken, kendisini bunaltmasına da katlanıyor.
Bugün, doğanın kucağında, sonuna kadar nefes aldığımı, doya doya yaşadığımı fark ettim. İçimde artmakta olan özlemin burukluğuna ve böyle yerlerin, özellikle akşama doğru başlayan garipseten ıssızlığına rağmen mutluyum.
Boğmaya çalışsalar da yaşıyorum. Boşlukta değilim artık. Ölümden bile korkmuyorum, O’nu düşününce. Aksine, O’nu istiyorum. Ölümü, yaşamın uzantısı gibi görüyorum. Burada arzumca yaşayamaz, istediklerime kavuşamaz, dilediğimce mutlu olamazsam, mutlaka orada olacağımı düşünerek, bazen ölmeyi istediğim bile oluyor.
Benden önce yaşayıp, ölenleri düşünüyorum. Yerden çıkıp, yere girenleri, karşımdaki ağaçlar gibi... Ağustos böcekleri gibi... Dağlar gibi yığılı cesetler geliyor, gözümün önüne. Yerde şişkinlik yok. Mezarlıklar dümdüz... Ondan gelip, ona gittikleri için olsa gerek. Ordu ordu geliniyor, ordu ordu gidiliyor... Denge bozulmuyor. Yer, kendisinden çıkana kucak açıyor. Üretiyor ve tüketiyor. İki halde de acemilik ve güçlük çekmiyor. Doğururken de, yiyip sindirirken de karnında şişlik oluşmuyor.
Yoktan var olmuşum, yok olmayacağım. Varlığımın devamı olan ölüm tünelinden geçeceğim hayatımı seviyorum ve ölümü tabi ki istiyorum. Dünyadaki esaretim boyunca, galiba sonrasındaki özgürlüğümü ve ikram edilecek pürüzsüz güzellikleri düşledikçe ölüme sevdalanmışım, ben.
Sevmek, yazmak ve çalışmak için yaratılmışım. Kim, ne iş için yaratıldıysa, o işi yapıyor. Keşke ben de irşat görevi yapabilsem! Yine o aklıma geldi. İlhan’dan bahsediyorum. İster istemez mukayese yapıyorum, durumunu ve konumunu, kendimle. Sonunda açığa çıkan, sevgi ve hayranlık...
Düşünürken dalmışım. Mekânı yazmaktaydım. Kırkgöz ve çevresini... En yakın köyden akseden ezan sesi dağlarda yankılanarak, civarı dolaşıyor. Asr vakti... Sakin, sessiz, doğal ortamda, toprağa maddi anlamda da bu kadar yakınken, doruktaki kayanın üstünden her yeri birden seyrederken bu ses içimin derinliklerine işliyor! O kadar hoşuma gidiyor ki bu yanık seda! Kelime kelime dinledikçe, sözcüklerin anlamlarını düşündükçe yüreğimi sızlatıyor. Yıllardır ezan dinliyorum, bu kadar duygulu ve yanık bir sesle okunduğunu hiç duymadım. Ses de farklı, ortam da...
İstediği şekilde okuma hakkını mı kullanıyor? Ne kadar da uzatıyor! Birer birer açıyor olmalı yürekleri, içlerine huzur dolduruyor olmalı. Yollara, sokaklara, pencerelerden kapılardan evlere, yerlere, göklere özgürce yayıyor sedasını. Yavaş ve hüzünlü bir sesle, rehavet çökmüş kalpleri yokluyor; seccadeye, secdeye davet ediyor, insanları.
Ben, şu anda doruktaki en büyük kayanın üzerindeyim; yaratılanlar aşağıda ve her yaratılmışın gölgesi sol tarafında, öğleden beri uzamakta... Sıra sıra servilerin, göl boyu kavakların, benzin istasyonunun önünde kıvrılmış yatan kedinin, tüyleri diken diken olan, kuyruk sallayarak giden köpeğin, abdest almaya kaynağa inen genç ihtiyar erkeklerin gölgeleri daima secdede...
Ezan okunuyor, herkes duyuyor. Kimi umursuyor, kimi umursamıyor. Ezan, namaz kılanlar için okunuyor. Kılmayanlar belki duymuyor bile... Aklı namazda olmayanın kulağı ezanda olmaz, derler. Sadece emre uyanlar sorumlu değil oysa. Kan taşıyan yaratıklardan, sadece çocuklar, deliler, bunaklar, kâfirler ve hayvanlar sorumlu değil.
Kimler emre uyar? Müslümanlar... Ben Müslüman değil miyim? Evet, hem de nasıl! O zaman hemen emre uymalıyım! Hani Allah’ı seviyordum? Gün boyu sev, namaz söz konusu olunca unut! Oh, ne güzel! İçimdeki ben diyor ki bana:
“Ablanla aynı anadan babadan doğdun diye, sana karşı ne kadar kötü niyet taşırsa taşısın, her şeye rağmen onun için elinden geleni yap, dağları devir, gerekirse günde en az on altı saat ayakta dur, çalış, her işin altına gir hem de karşılığında kötü sözlere, davranışlara maruz kal; Allah için iki dakika huzurda durma!.. Allah ki dünyadayken bize her an nimetleri inmekte, ahrette de eşi benzeri görülmemiş güzellikteki yerlerde cennet nimetleri ikram edeceğini vaat ediyor hem de en mükemmellerini, bin kat fazlasıyla...”
İlhan geliyor hatırıma. Yüz hatları ne kadar rahat! Yüzünde; sakin, mutlu, derin ruh huzurunu yansıtan bir ifade var. Olgun başaklar gibi başı önde... Kafasını kaldırıp, bakmıyor. Tesadüfen başını kaldırdığında, bakışlarıma değince bakışları, yüzü kıpkırmızı oluyor. Ne kadar aydınlık, geniş alnı! O alın ki secdede nurlanıyor. Hiç kimsenin önünde eğilmeyen dik bedeni, sadece Allah’ın huzurunda eğiliyor. O beden o huzurda eğildikçe değerleniyor. Öyle bir hale geliyor ki hayaliyle bile irşat eder oluyor.
Şimdi namaz vakti... Şimdi şiir yazma vakti, anı zamanda... Namaz kaçmaz, vakit var. Daha camiye yeni girdi insanlar. Oysa ilham gelmiş, şiiri yakalamalıyım! Aksi halde mutlaka kaçar ve aynısı asla bir daha gelmez!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 194
YORUMLAR
Başarıdan başarıya koşmalıyız ama başkasına yükümüzü yıkarak, onu ezerek, üstüne yıkılarak değil. Hele onun yaşama hakkını bile elinden alarak, onu boğarak değil. Severken öldürmemeliyiz.
evet cok güzel sözler dogru baskasini ezerek iterek basari olmamali..
Her sabah gülerek uyanıyorum
Seni düşünerek uyumuşum
Seni görmüşüm düşümde
Uyanınca aklıma ilk sen gelmişsin
Sevinç dolmuş yüreğime.
cok güzel yazi ve siir.
her hikaye ayri birseyler veriyor.
bugün yazilarini okuyamadigim günlerin acisini cikardim.
özlemisim de hikayelerini okumayi.yogunluktan okuyamadigim günler oluyor.
yüregine saglik.iyiki varsin.
sevgiler cok cok.
Boşlukta değilim artık
Ölüm korkusu duymuyorum
Seni düşününce
Benden önce yaşayıp, ölenleri…
Benden sonra gelecekleri…
Yoktan var olduğumu
Yok olmayacağımı düşününce
Ölümü istiyorum.
sevgili ONUR BİLGE
SİZE KUCAK DOLUSU GÜLLER YOLLUYORUM.YÜREĞİNİZİN GÜZELLİĞİNE ,ENGİNLİĞİNE,ÖLÜMÜN BUKADAR GÜZEL DÜŞÜNÜLÜP DİLE GETİRİLMESİNİ YAZIYA DÖKMENİZ ÇOK GÜZEL OLMUŞ.SİZİN HAYATIN NORMAL AKIŞINI BU DENLİ İNSANLARIN RUHUNA HİTAP EDEREK YAZMANIZ BENCE EN BÜYÜK İRŞAD.YÜREĞİNİZE SAĞLIK.YARINI SABIRSIZLIKLA BEKLİYORUM.