- 843 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
KAYBOLAN
KAYBOLAN
Bir adım olmalıydı, hatırlamıyorum. Yorulacak kadar yaşadığımı ama biraz olsun genç olduğumu hatırlıyorum. Yanımda ayna da yok, kahretsin. Yüzümü bir görebilsem, bir şeyler uçup gelir konar belki anlıma. Oradan ta ötelere , beynimin en ücra köşesindeki odacıklara. Sonra bir ışık şavkı ile kendime geliveririm ne malum. Ümitsizliğe kapılmadan, sabırla o anı beklemeliyim. Hatırlama anını… Bir şey var ki buralar bana tanıdık değil. Bu, dümdüz uzanıp giden ve birbiri üzerine yaslanmış tarlalar sanki benim yaşadığım şehri anlatmıyor. Sessizlik bana çok yabancı.
Sessiz değildi benim şehrim. Arabalar geçerdi vızır vızır mahallemden. Bense salınarak yürürdüm kaldırımın üzerinde. Bacaklarım bir sarhoşun bacaklarıydı. Zonklayan gövdemi taşırdı paytak paytak. Hep, her an yıkılıverecekmişim gibi gelirdi etraftaki esnafa. Selam verdiğim, selamımı alan dostlarımdı onlar. Acaba o kaldırım nereye götürürdü beni? Hatırlamıyorum…
Yağmurlu ve ışıksız bir ikindi vakti karşı kaldırımda bana bakan bir çift göz, telaş ve tedirginlikle parlayan. Kimsin sen? Yağmur iliklerime işliyor. İkimizde karşılıklı öylece kalakaldık. Bir gayret yürüyüp yanına varmalıyım. İncecik vücudu sanki titriyor. Ona yöneldiğimi fark edip, gerisin geri döndü. Neden ? Bir türlü hızlanamayan ayaklarım, zonklayan gövdem, bulanmış kafamla yolun ortasındayım işte. Çift şerit yolun ortasında basit ve sersem bir sarhoşu ezmemek için arabalar kornalarına basarak kaçışıyorlar. Şehla gözlerim o kızı arıyor …
Şimdi burada, şu sürülmüş toprakların üzerinde ne arıyorum ben? Üzerimde bir gömlek, ceketsizim. Uçları yıpranmış olsa da ayakkabılarım, bu tarlalarda yürümeye müsait değil. Gömleğimin sol cebinde yarım paket sigara ve elimde başkaca oyalanacak hiçbir şeyim yok. Ayaklarım benden daha akıllı, taşıyor beni, götürüyor bir yere.
Eski ve geniş tahta kapının tam önünde durdum. Tanıdıktı, benden bir parça taşır gibiydi. Sanki iki kanadı da açılabilirmiş gibi yüksek bir kapıydı. Yılların yorgunluğu derin çizgiler çekmişti üzerine. Başımı kaldırıp, akşam vaktinin çöken karanlığı ile alacalaşan bulutlara baktım. Günün yok oluşuyla tedirgin, buzdan bir bekleyiş vardı hallerinde. Kapı ile bir olmuş metal kolu yukarı ittim. Açılıverdi, şikayetçi bir inleme ile zemini beton bir bahçeye. Sol tarafımdaki karanlık köşede çok eskimiş ve pisliğe bulanmış bir masa ve hemen onun kenarında, üzerine eski bir kilim atılmış olan ince ve eğreti bir sedir uzanıyordu. Işıklı ve parlak günlerin oturağı olan bu sedir, kahkahaları sokağı dolduran dul komşu kadınların küllerini savuruyordu sanki. Beton zeminin üzerindeki çatlaklardan, şu gününe isyan edercesine, çeşit çeşit otlar filizlenip boy vermişti. Sağda, üç dört adım ilerideki, suyu kesilmiş çeşmenin üzerinde, eski günlerin kokusunu taşıyan küçük bir sabun kırıntısı gözüme çarptı. Bir koklasam onu, belki bütün rengi değişecek günün veya belki de hayatımın. Üç güzel baş üç ayrı yerden koşarak gelecek, sevgi ve hevesle gözlerini dikecekler gözlerime. Ellerime sarılıp öpecekler sevinçle. Etrafımda pervane olacaklar. Güneş, gün ortasını akşama çevirmiş ama parlak ışıkları, çeşmenin yanında göğe doğru uzanan hurma ağacının yaprakları arasından sızarak, üzerimize umutlar serpecek. Çeşmenin tam karşısındaki evin içine açılan kapının önünde, sevdayla bana bakan ufak tefek güzel gözlü karım…
Ellerimle pantolonumun iki cebini telaşla yokluyordum. Sağ cebimde bir sertlik vardı. Elimi sokup çakmağı çıkardım. Yere çöküp bir sigara yaktım. Uçsuz bucaksız bir çölde, devesiz kalmış bir bedevi gibiydim. Gözün görebildiği mesafede ne bir yol ne de bir dam görünmüyordu. Taze sürülmüş, gevrek toprağın üzerinde gezinip duran börtü böcek bile kaybolmuştu. Sadece ben… Heyecanla bir nefes daha çekip düşünmeye çalıştım. Burası neresidir? Nerden düştüm buralara? Yıllardır içmekten bulanmış beynim kontrolden çıkmış ta beni nereye sürüklemişti? Bir daha içersem şerefsizim…
Şerefsiz ! diyen bir haykırışla sıçradım. Beton zeminin üzerindeydim. Evin kapısının önünde dikilmiş hıçkırarak ağlıyordu. Üç beyaz yüz , pisliğe bulanmış masanın arkasına sinmiş fısıldaşıyorlardı. Korku ve endişe ile bakıyordu gözleri. Işıksız evin pencereleri bir yarasanın bakışlarıyla açılıyordu dışarı. Ufak tefek bezgin karımdı ağlayan. Ümitsiz ve bitik konuşup duruyordu. “ Sen “ diyordu. “ Sen gençliğimi harcadığım adam olamazsın. Ayık gezdiğin bir gününü göremeyecek miyim? Sarhoşluğundan, pis kokundan bıktım usandım artık.” İşte! Hatırladım sizleri diye konuşmak istedim. Ama ağzım sımsıkı kapalıydı. Sanki son sözlerim çoktan bitmişti. Bu kavgalar uzun zaman önce olurdu. Sık sık bağrışarak, akşamlar geçer ve bir hüzünlü sızışla bedenim yok olurdu. Ertesi gün daha bir ümitsiz başlar, beş parasızlığın kitabını yazan parmaklarımın, bira bardakları ve rakı kadehlerine dokundukça titremesi geçerdi. Sonra tekrarlardım bu hayatı. Önce hoş gelir şarkının nakaratı insana. Fakat tekrarlar arttıkça tadı kaçar. Asap bozar hatta. İşte böyle olmuştu benimkide. Işıksız kapının önünde biri belirdi. Gözlerinde yaş ve umutsuzluk vardı. O içten merhamet duygusunu görebiliyordum. Ve benim hatırlayamadıklarımı biliyordu. Onu daha önce de görmüştüm bir yerde. Evet… O karşı kaldırımdaki kızdı.
Güneş batıya doğru iyice boyun bükmüş, düzlüğün kenarından kayarcasına kayboluyordu. Karanlık yaklaşıyor, rüzgarsız bir ayaz, cam gibi uzuvlarımı kesiyordu. Koşsam biraz ısınırdım belki ama nereye kadar… Bir çıkıntı, mağara, bir ağaç, ufacık bir korunak yoktu ki. İstem dışı oturduğum yerde kalakaldım. Orta yaşı devirmiş bedenim dayanır mıydı bu geceye? Ellerimi ovuşturarak ısıtmaya çalıştım ama nafile. Bir dal parçası bulsam yakardım ama toprak ve yine toprak uzayıp karanlıkta kayboluyordu.
Görüş mesafem artık gölgeler kadar kısalmıştı. Gökyüzü ne kadar da çabuk kararmıştı. Siyah bir kadifenin yumuşaklığında, uzansam dokunacakmışım gibi yüzüme yakın. Beni aydınlatan ve yalnız bırakmayan, bir tanecik yıldızdı tek süsü. Kollarımı iki yanıma kavuşturup, ayaklarımla toprağı eşeleyerek ısınmaya çalıştım. Ne gariptir ki toprak sıcacık zerreleriyle sardı beni, inanılır gibi değildi. Büyük bir hızla toprağı eşelemeye başladım. Başımı, bedenimi teslim edebileceğim sıcak bir yatak hazırlıyordum kendime. Toprak sürülmüş ve tavlı olduğundan kolaylıkla ellerimle kazabiliyordum. Çöl sıcaklarının ısıttığı kum taneleri gibi , sıcacık, parmaklarımın arasından akıyordu. Ne kadar zaman geçti bilmiyordum ama içine yerleşip üzerimi örtecek kadar derin bir çukur açmayı başarmıştım. Yorgun ellerim, hiçbir şey hissedemeyecek halde bitap dizlerimin üzerine kapaklanmış, gözlerim şaşkın ve ıslak, çukura odaklanmıştı. Uçarcasına içine uzanıp, sıcacık toprağı üzerimde toparladım.
Tatlı bir uyuşuklukla yatıyordum toprağın içinde. Bedenimin her noktası toprağın içine doğru, derinlere çekiliyordu sanki. Sadece başım dışarıda kalmıştı. Geniş ve ıssız tarlanın ortasındaki bu canlı mezarına, merakla bakıyordu yıldız yukarılardan. Arkasında dişlileri andıran karanlık bulutlar seçiliyordu. Çıkardıkları sesleri duyabiliyordum. Kulakları sağır eden…
Makinelerin arasından yürüdü ayaklarım. Neye, kime doğru gittiğini bilmiyorum. Geniş ve uzun bir fabrika binasının içindeydim. Sağlı sollu, iki yanımda, mütemadiyen, kulakları sağır edercesine bağıran makineler var. Her makinenin başında bir kişi dikilip duruyor. Sanki ayaklarımın altından kayıyordu zemin. Gövdemin içi boşalırcasına bir halsizlik kaplıyor, giderek şeffaflaşıyorum. Bir elin arkamdan dürttüğünü hissediyorum. Bir rüyada gibi dönüyorum arkama. Uzun siyah saçlı gencecik bir taze gülümsüyor gözlerime. Tanıdık bir yüz bu. Hatırlayamayacak kadar kendimde değilim. Zaten giderek silikleşiyor yüzü ve sarsılarak, hızla geriye doğru çekilerek uzaklaşıyorum oradan.
Heyecanla gözlerimi açtım. Siyah gök sanki burnumun dibine kadar inmişti. Boğulurcasına öksürdüm. Sıcacık toprağın içinde kaybolup gitmişti vücudum. Sadece başım ve hemen üzerine serili siyah bir gök. Bir de şu yıldız, öyle parlıyordu ki. Büyüyor küçülüyor. Huzursuz bir yüreğin atışı gibi durmadan aynı hareketleri yapıyordu. Gökyüzü de bu ahenge katıldı. Seslerini duyabiliyordum. Sadece bir kalbin atışıydı duyduğum ve orada ana rahminin içindeki cenin gibiydi yıldız. Ses giderek artıyordu, “işte sonsuzluğun başlangıcı , doğum vaktidir”… “Kimsin sen!!!!”
Keşke bu kadar içmeseydi. Belki her şey daha farklı olurdu. Temiz örtüler, perdeler, bahçe… Ne bileyim be! Keşke bu kadar içmeseydi babam.
Çoğu geceler olduğu gibi işte bu gecede uykum kaçtı. Karanlık odada annemin nefes alış verişinin ürkütücü oyunbazlığı başladı yine. Korkunç ve karanlık bir sır kapısı gibi. “Sen” demişti bir keresinde babam “sen değil misin beni bu hale getiren?” Böyle başlıyordu kavgaları da ve uzayıp bayağılaşan iki ağız birbirine karışıyordu haykırışlarla ve yalnız, ölüm sessizliğinde buluyordum kendimi zemini beton çeşmeli bahçenin ortasında.
Çeşmenin musluğu azar azar sürekli akıyordu. Bozuktu eni konu. Her gün, ağzını kavrayan hortumla bahçeyi temizlerdi. Annem, kısa, iri esmer vücuduna rağmen, oldukça çevik ve pratik hareketlerle ev işlerini yapıyordu. Bahçenin bir köşesinde, adi ahşaptan , üç dört kişinin etrafına sığışabileceği bir masa vardı. Babamın alkol dozuna göre eğlencemizin fukara mekanı olurdu bazen. Külleri havada uçuşan ızgaranın üzerinde cızırdayan ve tadı damağımızda kalacak kadar az, tavuk kanatları küçük beyaz tabaklarımızın ortasını süslerdi.
Benden büyük diğer iki kardeşimin konuşmaları anlaşılmaz uğultular halinde annemin ağzından odaya hücum ettiler sanki. Yorganın altında vücudumun titrediğini hissediyordum. Oraya buraya taşınmaktan ve yıllardır kullanılmaktan yıpranmış çekyatın üzerinde yay gibi gerilmişti vücudum. Kafamdaki gürültüleri, görüntüleri kovalamaya çalışıyordum. Ama geldiklerinde gitmek bilmiyorlardı. Babamın sarhoşluktan şehla bakan gözleri ve kontrol edemediği kahverengi ağzının kenarında tüten maltepesi ile işte şurada, karanlık kapının yanında dikildiğini görebiliyordum. Aslında, iyi bir adam olduğuna delil izleri vardı yüzünde. Sık sık sulanan gözlerini silerdi elinin tersiyle. Annemden de bu zamanlarda nefret ediyordum zaten. Benim ve belki diğer kardeşlerimin de burnunun direğini sızlatan bu anlarda daha da acımasız oluyordu. Parmakları metal işlemekten yıpranmış, kuru birer dal parçasını andırıyordu. Kimisinde tırnak bile yoktu. Olanlarında içi dışı simsiyahtı. Metal yağları kokuyordu babamın elleri. Yine de bana dokunduğunda kötü hissetmiyordum.
“ Onlar babamın elleri, na şu bozuk çeşme de şahit işte”
Yorganın dışındaki kolumu havaya kaldırmıştım bilinçsizce. Korku ve telaşla tekrar yorganın altına soktum. Ortalık aydınlanmaya başlamıştı yavaş yavaş. İşte içimi serinleten, rahatlatan yeni gün yani beklenen yarın gelmişti. Annemin hırıltılı ağzını rahatça seyredebiliyordum. Sıradan ve basitti.
Çekyat pencerenin hemen kenarındaydı. Pencere evin arka bahçesine bakıyordu. Bahçe aslında anlamsız bir apartman boşluğundan ibaretti. Ne masa vardı ne de çeşme. Ve babam da yoktu. Biz onu terk edeli epey olmuştu. Karar verdim. Bugün gizlice eski çeşmeli bahçemize gidecektim.
****
Serin ama nemli bir eylül sabahıydı. Üzerime beyaz bir gömlek geçirip evden çıktım. Bahçeli eski evimiz buraya çok yakındı. Yürüyerek beş dakika sürmezdi. Çabuk adımlarla kaldırımın üzerinde yürüyordum. Gelişli gidişli bir yoldu burası. Trafiği kalabalık, gürültüsü pek çoktu normalde. Şimdi sabah tabi. Biraz sakin. Esnaf kepenkleri yeni yeni açıyor… Hayırlı işler , selamun aleykümler dökülüyordu dudaklardan. Bezmiş yorgun suratlar, yeni bir güne merhaba diyerek arıyordu nafakasını. Tıpkı babam gibi. Böyle, tıpkı benim gibi yürürdü kaldırımları ve selam verirdi esnafa. Dalgın olurdu çoğu zaman. Onu anlamak benim için çok da zor değildi ama onu yaşamak, onun gibi yaşamak çok zordu. Sevgili babacığım ne zaman geleceksin? Seni özledim. Artık çocuk sayılmasam da küçük bir çocuğun babasını özlediği gibi seni özledim. Babalar evlerine gelmeden uyuyamayan bir çocuğum ben. Gözlerim yorgun, kalbim yorgun. Sen yeter ki dön, ben elinden tutacağım. Yalnızlığın fukaralığın bitecek artık. Ayakkabımın uçlarına bakarak yürüyordum ezbere bildiğim bu yolu. Ondört yaşında iki acemi çaylak gibi heyecanlılar ayaklarım. Yolun sağından ilerleyerek , o küçük araya girdim. Tahta kapı tamda karşıda idi. Bu kapı ile aralık yer biter . Hemen sağ tarafta koca bir apartmanın gölgesinde sinmiş, dul vahide teyzenin evi köhne, kuru yıkılmayı bekliyor. Tahta kapıyı itiverdim. İşte benim çocukluğum , tam da burası…
Kapı hüzünlü ve ölü taklidi yaparak açılıp vurdu kendini duvara. Beton zemin yer yer açılmış, otlar fışkırmıştı. Karşıda duran musluksuz çeşme varla yok arasında, en kötüsü unutulmuştu. Evimizin yarısının üzerine çatı çoktan çökmüştü. İçinde yaşanmışlıklar vardı oysa. Şimdi inkar zamanıydı. Ev hep böyle ölmüş gibi yarı baygın yatardı zaten. Çeşme hiç akmadı ki , burası hiç olmadı , burada hiç yaşanmadı. Sanki ilk defa görüyormuşum gibi bu halde şaşkın kalakalmıştım. Oturduğumuz masa yoktu artık. Ev yoktu. Bahçe yoktu. Babam yoktu. Karanlık bir boşluk kalmıştı geriye. Hayat burada bitmişti. Bu, içimde oluşsun diye çabaladığım son ümit kırıntılarını da sürükleyip götürdü.
Ve hayat bitti. Bir hayat bitti. Çok uzak bir şehirde, garip bir tarlanın ortasında, yüzü göğe dönük öyle şaşkın bakarken, kaskatı kesildi. Kapılar üzerine kapandı. Herkes kapıların ardında.