- 1901 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
NE OLUR YÜREĞİNİZE SAHİP ÇIKIN!!!
olmuyor" dedi soluk soluğa koşarken..
" toplumumuzdaki bu çevreyle, bu kafayla olmuyor.."
biraz daha hızlandı..ana caddeyi hızla geçip yokuşu çıktıktan sonra toprak
yola girdi.yere öfkeyle basıyordu.kaç sabahtır böyle koşuyordu.
"olmuyor" dedi. daha bir sıktı yumruklarını.
"tanımıyorum artık kimseyi"
Aziz ve Rahman olan Allah’a hamd ederek başlamıştı bu süreç. Ayaklarındakigüç ellerindeki sabırdı bu Aşk.
İslamı tanımaya başladığı süreçle onu sevmeye başladığı süreç denk düşmüştü birbirine.
"hangisinde daha çok kendimi buldum?"diye sordu kendine.Ve kendi kendine hem sormaya hem de konuşmaya devam etti..
"hangisi beni daha çok tamamladı? Hangisinde kendimi daha iyi anladım? Dualar?…dualar yerini bulmadı. Bulduysa da bize geri dönmedi.Ya da gönderdiğimiz dualar o makama göre içeriği yeterince samimi niyetlerle örülü değildi!
Şimdi içimde yavaş yavaş biten bir aşk. Ya da azar azar ölmesine göz
yumduğum. Bitmesin mi? Bitsin mi? Kalsın mı bizimle? Yoksa çok mu erken bunları düşünmek? Düşünmek mi istemiyorsun?Peki sen bilirsin?
Kuş cıvıltılarının arasında ormandaki koşu parkuruna girdiğinde sorularla
boğuşuyordu bu şekilde. Yaşlı, kısa, şişman ve yürürken dahi dedikodu
yapan yurdum insanlarının arasından hızla koşarken insanları düşünüyordu bir yandan da. Zihin dünyası farklı işliyordu. Söylemleri radikal ve duruşu hep muhalifti. Sigara içen birini gördüğünde aklına gelen ilk şey holdingler ve azgın üretim oluyordu.Ya da gencecik kız çocuklarının uçarı kaçarı kıyafetler giydiklerini gördüğünde bunun arkasında moda devlerinin emperyalist tüketim vahşiliği amacıyla ekini ve nesli ifsad eden kanlı yüzlerini görüyordu…
Düşünmeye devam etti. Sezai Karakoç’un dizeleri geldi dilinin ucuna.
"Sen Doğu olursan güneş sende açar.
Suyu arayan değil suyun aradığı bir insan ol"
Soruyordu kendisine.
"Yoruluyorsun di mi?Kendini güçsüz ve halsiz hissediyorsun.Düşünmek
istemiyorsun;peki sen bilirsin!..Kalbin acıyor.Geleceğe güvenle
bakamıyorsun.çevrendekilere güvenemiyorsun."
"sahi su seni arar mı?Aramalı mı?!!..Kimbilir
Oturdu bir banka.Gözlerini kapattı.alnının terleyen kısmına yapışmış
saçlarıyla oynarken diline bir kelime geldi.Fısıldadı belli belirsiz
"-Yugimunessalat!
Gülümsedi usulca. İlk namaza başladığı yıllar geldi aklına. On üç
yaşlarındaydı.Kendisine namazı öğreten hocasıyla ölülerin arkasından ölülerin ruhuna yasin ve fatiha okuma geleneği üzerine tartışmalar yapıyordu.Hocası sormuştu büyük bir şaşkınlıkla ve alaycı bir üslupla
-"peki neden okunmazmış bakiim?"
Evde babasının sohbetlerinden dinlerken öğrendiği cümleleri babasının edalarına bürünerek, mağrur bir şekilde:
"çünkü" demişti
"kur an akıl sahiplerine gönderilmiştir. Ölülerinse aklı yoktur.Kur an
yaşayanların ruhuna gönderilmiştir."
Ve aradan tam on yıl geçmişti. Şimdi sakalları çıkmış, saçları uzun, elinde kitapları, kafasında çırpınan sentezler, analizler…
Dün hocasını bugün ise dünyayı karşısına almış bir delikanlı olmuştu.
Yeniden fısıldadı:
"-Yugimunessalat"
"olmuyor" dedi tekrar tekrar.
Konuşmalardan kaçar olmuştu. Az konuşulması gerektiğinden yanaydı. Hatta insanlara belli oranda kelime kotası bile koyulmalıydı. Sözün fazla
uzatıldığı yerler ruhunu bıçaklıyordu. Ne zamandır haberleri izlemeyi de
bırakmıştı. Sılahi rahimlerin bir yerde dırdıri rahim ve fesadı rahim
olduğunu anladığından beri onca zaman geçmesine rağmen akrabalarına da
uğramamıştı.
Başını ellerinin arasına aldı. Aklı çırpınıyordu.
Bu muharref geleneğin ortasında bana acil tarafından İsmaillerin derin teslimiyetinden İsmailî dostlar, Harunların derin kardeşliğinden Harunî bir ev halkı, Haticelerin derin anlayışından Hatice yürekli bir can lazım diye düşündü. Hiradan tir tir dönen eşine hesap sormayan, aşağılamayan, onu anlayan ve destek olan,ona kimse inanmazken kendisi inanabilen,onunla herkes alay ederken kendisi ciddiye alabilen …Rasulun cânı..
Zihninde yankılandı aynı kelime üst üste
"-yugimunessalat"
…"yugimunessalat"
…"yugimunessalat"
Kalktı.yürümeye başladı.son zamanlar çok fazla içine kapanmaya başladığını söyleyen bir arkadaşına aslında içine açıldığını söylemişti.
"ağzıma kapadığım kuyulardan içime bir Yusuf gömdüm. Her sevdiğim bende bir ölüsünü bıraktı. Beni esir pazarlarında satacak bir kafile bekliyorum" demişti arkadaşına
"olmuyor" dedi arkadaşının "ne oldu sana" diye bakan gözlerine
"olmuyor"…
Kafasına yine düşünceler üşüştü. Çoğumuz çok zayıfız. Aslında çoğumuz zayıfız ve durmaksızın kanıyoruz. Bu hayat bize iyilik yapmıyor. Biz de kendimize iyilik yapmıyoruz.
Kur an soruyor:
"Haklı,haksız,güçlü,güçsüz,iyi,kötü tüm yönlerinizle nereye gidiyorsunuz?"
"olmuyor işte! Bu işin abartıldığı kadar da şeytanla alakası yok. Şeytan
sadece Pazar sahibi. Şeytanın pazarlarında birileri Yusufları satılığa
çıkarıyorsa, şeytan burada neden Pazar açmış demek yerine şeytanın pazarında biz neyin alışverişindeyiz diye sormak daha doğru olmaz mı?
Bu hayatı seviyor muyum? Bu hayattan korkuyor muyum? Sevdiğimden mi korkuyorum? Korktuğum şeyi mi seviyorum? Sorular beni nereye çekiyor? Ah içimdeki ademimi bir tanıyabilseydim. Fısıldadı belli belirsiz bir şiiri yarım yamalak tanıdım Ademoğlu kimin nesiymiş
ter döküp soru sormak nereye sürüklermiş kişiyi.(*) ve ah şair tanıyabilseydim senin gibi içimdeki ademimi…dedi
Zor bir hayat … kavruluyoruz…örneğimiz kim?.."
Düşüne düşüne eve geldiğinde saat epey ilerlemişti..ansızın uzaktan kulağına çarpan sesle ruhu kendini toparladı..dış kapıyı örtüp içeri girdiğinde yorgun argın bir cümle çıktı ağzından…
"Dışarıda ezanlar okunuyor ve ben çok yalnızım"
...Dostlara yazmak doğal bir rehabilitasyondu. Sözün geliniydi mektup.
"yazmalıyım" diye düşündü.
Söze nerden başlamalı?..
Söze özden başlanmalıydı o halde.
ve yazmaya başladı...
"RUHUM AĞRIYOR"
Yüreğim bir taraftan İstanbul’a diğer taraftan Kudüs’e çağırıyor.Her
yerde olan Rabbimin rahmetini koklayamıyorum..Tevhidi
parsellemişler(!)..Parçaların Rabbine çağrılıyorum.Hayır..Hayır...
Bütün mekanlar ve zamanlar Allah’a eşit uzaklıktadır oysa..
Ruhumu ağır bir ateşle dövüyorum günlerdir. Tırnaklarımı
kazıdım. Dibini oydum tortularımın. Ruhuma kene gibi yapışmış n/isyan
sarkıtları çıktı çıplaklığıyla ortaya...
Ah hayat! Tanımak ve alışmak istemiyorum sana...Bana Cennetinden yeryüzüne indirdiğin Adem’in her şeyle ilk karşılaşmasındaki şaşkınlığını ver ya Rabbim.
Şaşkınlığımı şaşrrmalarımı alma benden.
Alışmak kaybetmektir.Alışmak tılsımları kaybetmektir.
Bana bir bebeğin babasının omzunda her şeye meraklı meraklı bakan gözlerinden bağışla. Rabbim bana şaşkınlık bağışla. Alıştıkça tefekkürümü yitiriyorum.
Alıştıkça her şey ve herkes birbirine benzeşmeye başlıyor.
Evim. Sevmiyorum! Hepimiz somurtuyoruz. Odam hep
dağınık. Toparlayamıyorum. Çok fazla kitap,fotokopi,yazı,kağıt,kağıt,kağıt...
Yollar bozuk..Yolcular bozuk..Levhalar bozuk..
Gitmeliyim..Kendimi bırakıp ta...Sonra kendim de gitmeli..Tanımıyorum
kimseyi..Tatsız tuzsuz bir hayat dayattılar önümüze.Ekonomik ve
siyasal ilahlar hep bağırıyor.
"Ben size izin vermeden mi" diye...
Derinliğini kaybetmiş derinlikler avucumda. Zaten artık tanımıyorum
kimseyi. En son okuduğum kitaplardan birinde bir cümle
geçiyordu. Peygambere ait olduğu söylenen cümlede
"İçinizden en hayırlısı kendisine bakıldığı zaman Allah’ın
hatırlandığı kimselerdir."
Bu cümleyi okuduğum günden bu yana soruyorum yakınlarıma gizli bir
telaşla...
"Ben size ne hatırlatıyorum"diye..
Aşağı yukarı beklediğim cevabları alıyorum."
Beni en çok ezilen insanların haklarını arayan ve haykıran biri"...
...bu yeter bana!
Susan... Konuşan ama yaraya ilaç olmayan konuları eğip büken ve vakit
geçiren insanları da görmek istemiyorum.Uhuvvetin uzağına çadır kurmuş yüzlerin hiçbirini bu yüzden tanımıyorum
artık. Şaşkınlığım artsın istiyorum. Alışmak istemiyorum hiç kimseye
ve hiç bir şeye. Yazdığım onca şiirden birinde şöyle bir cümle
sayıklamıştım.
"her şey Doğuya dönüyor ben batıda kalıyorum"
"Herşey Doğuya dönüyor" ne demek?...
Doğu ya dönmek...
Doğu..
Ah Doğu! Ah aşkın, İrfanın,ve kelimenin doğum yaptığı hane.
Öncelikle sana teşekkür etmek istiyorum. İçinde kötülük
barındırmamaya çalıştığın için. Yaraların yavaş yavaş kapanmaya
başladı. O yüzden seni daha dikkatli sürüklemeye çalışıyorum.
Büyük ama saçmasapan beraberlikler bıraktık geride. Farkında mısın? Bu
badireyi de kimseden yardım almadan atlattık. Sendeledik. Yalan yok. Ama yıkılmadık.Düştüğümüz yerden kalkmasını bildik.
Ve çelik gibi bir dirence hızla yaklaşmaktayız seninle.
Seni çok seviyorum. Bunca yara berene rağmen helal olsun dik duruşundaki çabana. Bunca acının ve ters gidişatlarının içerisinde gündeminden Filistin’i Irak’ı Çeçenya’yı, Halepçe’yi hiç düşürmedin. Böyle devam et ne olursun! İnsanlar seni Filistinle Irakla Çeçenyayla Halepçeyle hatırlasın. Bırakma!
Seni (İ)nsanlığı (M)ahvetme (F)onunun asgari ücrete satın aldığı varoş hayatların arabeskine intifadanın ezgileriyle cevap verdiğin gözlerinle hatırlasınlar.
"Buralardan gitme isteğine" canı gönülden katılmakla beraber bir
daha mutsuzluğunu bu kadar dile getirme.
Unutmamalısın ki "Parmakları olmadığı için ağlayan birine ayakları
olmadığı halde gülümseyen bir insanın tebessümlerini savurmak gerekir"
Tamam. Her şey çok güzel olmayacak belki. Ama ne kadar kötüye giderse gitsin dirilişi/direnişi bırakacak mısın?
Unutma hayatın ne kadar kötü olursa ya da ne kadar iyi olursa da
hesabı mutlaka sorulacak. Şimdi senden ricam: canını acıtan yangınlardan büyük oranda kurtuldun. Ufak tefek kırıntılar kaldı. Onları da elinin tersiyle it, gitsin.
İyi ki beraberiz.
Seni çok seviyorum Yüreğim. Selam senin üzerine olsun..."
kendine yazdığı mektubu itinayla katladı ve cebine koydu. Üzerine
adını ve adresini yazdı. Hırçın dalgalı bir kartpostalı seçti.Notunu düştü..
"Ellerimin derinliklerine sakladığım
akşamlara gömdüğüm yüzümü arıyorum
Kaybolduğum ceplerim de buldum
İnsanlığın atan yüreğini
YAŞAMAK DİRENMEKTİR..."
yazdı ve tarihi attı... Mektup zarfını postanedeki görevli bayana
uzattığında görevli bayan başını kaldırmadan
-"yanlışlık var lütfen düzeltin" diye ikaz etti.
Çünkü zarfın üzerinde gönderen ve alan kısımlarındaki adres aynı kişiye
aitti.
-"evet" diye cevab verdi.
"-Yanlışlık var hanımefendi. O kadar uzun süredir yapılıyor ki bu
yanlışlık.. İnsanlar hep başkalarına mektup yazıyorlar. Başkalarından
mektup bekliyorlar. Başkalarıyla mutlu olabiliyorlar.
Mektup yazmak ciddi bir iştir. Bu mektup yazdığımız kişiye ciddi bir
iyilikte bulunduğumuzun da bir göstergesidir. Kaçımız oturup ta
kendimize mektup yazabiliyoruz ki? Yoksa kendimizi ciddiye mi
almıyoruz? Çok mu yakınız kendimize? Çok mu barışığız?
Hiç kendimize selam edip küçüklüğümüzün gözlerinden
büyüklüklerimizin erdemlerimizin onurumuzun iyiliklerimizin ellerinden
öptük mü?
Oysa lafa gelince küçüklüğümüzü ne kadar özlüyoruz değil mi?
ve aslında ne kadar da büyük insanlarız değil mi?...
Yaratılanı sev Yaratandan ötürü demişler.Kaç kişi Yaratadan dan ötürü
bir yaratılmış olarak kendisini seviyor?Kaç kişi bir yaratılmış olarak kendini yaratan Rabbinin razı olmayacağı amellerini Salih amellere çeviriyor.Yaratılmış olmakla Yaratıcı arasındaki bağ iman amel birlikteliğinden geçmiyor mu?
Çoğumuz kendimizle kavgalı değil miyiz? Kendisini affedemeyen o kadar
çok insan tanıdım ki.. Başkasını ararken kendisini kaybeden... Geleceğe
koşarken kendisini geçmişinde unutan.. Çevremizdeki insanların kaçı
kendisiyle başbaşayken gülümseyebiliyor mesela? Yalnızken neden hep
dalgınız?
Kendimizle aramız nasıl sahi?..
Postanedeki görevli yarı alaycı bir halde biraz da kızmıştı sözler karşısında.. Yıllardır
sayısız kişinin mektup evrak posta işlerini yürütmüştü. Lakin kendi
kendisine mektup atan bir insanı da ilk kez görmekteydi.
Karşısındaki puşili genci dikkatle süzdü. Genç devam etti. Sesini
hafif kısarak ve görevliye doğru başını biraz daha eğerek..
Cep telefonunuza hayatınız boyunca toplam ne kadar kontör
yüklediniz? Sevdiğiniz sevmediğiniz tanıdığınız ve tanımadığınız kaç insana
mesaj çektiniz bugüne kadar?..yüzlerce mi?..
Peki siz hiç kendinize bir günaydın mesajı ya da iyi geceler mesajı
çektiniz mi?
Kendinizin hiç hal hatırını sordunuz mu? Kendime iyi bak dediniz mi
içinizdeki çocuğa? Saçma görünüyor değil mi?
Bunları hep başkalarından bekleye bekleye hep başkalarını yaşayan insanlar
olduğumuzu ve git gide başkalaştığımızı görmüyor muyuz?
Başkalaştıkça başka başka insanlar olduğumuzu ve git gide kendimizi
tanıyamadığımızı görmüyor muyuz? En yakınımızdaki insanları anlayamıyoruz artık değil mi? Sahi ne oluyor sevdiklerimize dersiniz? En güvendiklerimiz en hızlı yabancılaşanlar sınıfına giriyor değil mi? Artık insanları anlayamamak hepimizin ortak problemi haline gelmeye başladı değil mi?
Sözü çok uzattığım için özür dilerim. Fakat sorduğunuz için cevaplıyorum. Bu işte bir yanlışlık varsa insanın yalnızlığını kapatmaya ve anlamaya önce en yakınındaki kişiden başlamamasıdır. O en yakınındaki kişi ise dostu arkadaşı sevgilisi yani KENDİSİDİR.
-"Şimdi size bir soru sorabilir miyim?"
"Buyrun" dedi görevli kadın merakla..
-"siz kaç yıldır bu işi yapıyorsunuz?
-"on sekiz yıldır"
-"on sekiz yıl içerisinde ortalama kaç insanın evrak işleriyle
ilgilenmişsinizdir?
-"binlerce, onbinlerce..."
-"bu binlerce insanın postası içinde hiç kendinize rastladınız mı?
-"!!!"
-"ben yerinizde olsaydım derhal kendime bir iki satır bir şeyler
yazardım. Kendime ve "Seni çok özledim" derdim...
Bu beton duvarlı kentlerin ve soğuk mesai saatlerinin arasında yitip
gitmesine izin vermeyin yüreğinizin...
Ne olur "Yüreğinize sahip çıkın" dedi ve arkasını döndü gitti...
YORUMLAR
Yazının güne gelmemesi sanırım gözden kaçmış olabileceğini düşündüm; çünkü bu yazı gerçek hayatın bir gizli veya anlamlandıramadığımız bir yaşam kesitiydi. Evet; bizler çoğunlukla başkaları için yaşıyoruz ve kabul etmeliyiz. Hep başkaları bizi beğensin, anlatsın ve bahsetsin diye neler yapmıyoruz ki. Öyle bir durum olur ki giysimizi, parfümüzü vb. gibi tüm şeyleri alırken bile başkalarına danışırız ve öyle bir hal alır ki artık kendimizin kendimize ait olmadığına kadar varılır.
Sıradışı bir yazıydı ve herkesin kendine bir düşünme payı çıkarabilecek bir yazıydı, etkiliydi, gerçekçiydi. Bugün kendime bir mesaj atıp; " sevgili Zorgun, ben seni çok ihmal ettim" yazmalıyım. :))) bunu yazarken bile gülümsedim
Yüreğinizi selamlıyorum
Saygımdasınız hocam