Name-i Sin 2
Uzun zaman oldu. Arayı da hayli açtık aslında. Su içerdim, yemek yerdim, yazardım. Eskiden… Şimdi sana bile yazmaya elim varmıyor. Belki de bana içten içe kızdığını bildiğim içindir. Kızmana dayanamıyorum biliyorsun. Bir silahtan fırlarcasına ivedi ve hedefe nazır çıkan kelimelerine dayanamıyorum. Dayanamadığım o kelimelerle delinmek de değil aslında. Kelimeler delip geçiyor, girdikleri yerde küçük ama çıktıkları yerde kocaman bir yara açarak. Acımıyor inan, gocunmuyorum da ama her deliği tek tek onarmak, eski haline getirmek beni öyle yoruyor ki. Belki de sadece bundan sustum kim bilir? Nasıl korkutmuşsan gözümü…
Dün gece sıçrayıp doğruldum. Ne zaman uyumuştum, ne zaman yatağıma gelmiştim anımsayamadığımdan önce ben nerdeyim diye bir düşündüm. İçinden fırlayıp çıktığım rüyada kalan bir parçam hala halk otobüsünün arka koltuğunda çiçekli ağaçlar arasında seyahat ediyordu. Hiç kimse yoktu biliyor musun, şoför de yoktu. Sen de yoktun. Bir ben, bir dudağımı ateşe veren sıcaklık, bir de yanından yavaş yavaş geçip gittiğim çiçekli ağaçlar. Rayihalarıyla yüreğime dokunuyorlardı. Rüyadan uyandığımı kavramam birkaç dakika aldı.
Uzunca anlattığıma bakma hepi topu birkaç saniye işte. Zaman nasıl da değişken… Anın içinde aynı kahramandan başka başka kahramanlar yaratıyor. Şimdi o kahramanlardan aynaya bakan bir tanesi yüzünü tanıyamıyor mesela. Bir tanesi gidip pencereyi açıyor, bir diğeri sağına dönüp besmele çekip rüyanın korkusundan arınmaya çalışıyor, bir tanesi de “estağfirullah, yine hatırladım affet beni” diye Rabbine yalvarıyor.
Bu sabah yağmur var İstanbul’da. Sana yağmurlu bir günde gelmemiştim. Yağmurlu bir günde binmemiştim otobüse… Hatta yağmurla ilgili hiçbir anımız yok. Ama İstanbul’a her yağan yağmur bana seni anımsatıyor. Bir gün bu mektupları yırtıp atarsam bunu yağmurlu bir günde yapacağım.