- 873 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
böyle bir aşk
Boyu boyumda, huyu huyumda, mazisi temiz ve de kötü alışkanlığı olmayan bir aile kızıydı, Mualla. Kimine göre normal, kimine göre çok güzeldi ama bana sorsanız dünya güzeliydi. Yaşını göstermezdi. Neşeliydi. Ailesinin durumu bozutlu ancak bu onu sevmemem için engel değildi. Sonra anlayışlıydı. Nereye baktığı belli olmayan, en dişi ve en çocuksu gözleriyle beni süzerken, hiç kimsede bulunmayan o güzel ağzından şu sözler dökülürdü:
“Bana istediğin kadar kaba davranabilirsin”
Bense rüyalarıma giren aysız geceler kadar siyah ve kıyamet gibi gür saçlarını bir kez bile okşayamamıştım. Allah sizi inandırsın, saçlarına gözlerine baktım da başka yanlarına bakmadım. Bu nedenle, arkadaşlar arasında “Öküz Aşkı”na çıkmıştı aşkımız.
Hep mideme vurdu sevgisi. Bu yüzden perhizden kurtulamadım. Oysa, pasajlar köfte ve rakı kokardı. Masaları toplayan küçük garson çocuklar ile uyurdum, geceleri. Sabahlara dek ayak seslerimde dinlediğim Mualla’nın sesi, eski bir şarkıya benzese de, ben onu daha çok bir şiir gibi duyardım içimde. O ise bir başka alemden gülümserdi bana. Öyle ciddi konuşurdu ki “geber” dese geberecektim.
“Kaçacağım Sadullah, uzaklara gideceğim. Sıkıldım artık” derdi.
“Aman Mualla! Geber de gebereyim. Ama kaçacağım deme. Tele-kız olup, gazetelere düşersin sonra ben ne yaparım?” diye yalvarırdım.
İşin o yanını düşündüğünden gülerdi. Gazetelerde resimleri çıkanların gözleri bantlı olduğundan kimse tanımıyormuş.
Ölsem de dondurmayı sevdiğini unutmayacağım, Mualla’nın. Beni dondurma kadar sevmediğini de. Dondurmalı söyleşilerimizde hiç söz etmezdi ekmeğin ederinden, paydos zillerinden. Aşkımıza uygun şarkılar seçerdi radyodan. Şarkımızı kesen “Kan Aranıyor” anonslarına da çok kızardı. Bir bir düşen yaşanacak günler umurunda değildi O’nun.
“Bak Sadullah, ben çok açık giyinirim, ona göre” dedi bir gün.
Şaşkınlığımdan;
“Başındaki örtüyü çıkarma da istersen çıplak gez” dediğimi anımsıyorum.
Köfte ekmek yerken, denizdeki vapurlara bakardık. Haziran’ın ortasında, Haziran’ı yaşardık sımsıcak. Duydukça anımsanan, anımsandıkça yaşanan bir şarkı çalardı. Ne zaman vapura binsek Mualla, hangi saatlerde vapurun hangi yanına güneş geleceğini bilirdi. Böylece güneşe hiç yakalanmazdık. Vapurların yabancısı olmadığını anlamalıydım…
Çocukları çok severdi. Ama nedense, iki taneden fazla istemediğini belirterek uyarırdı beni. Biri kız, biri oğlan olacaktı. Emri başımın üstüneydi, Mualla’nın. Gönlünü almak için;
“Sıkma kendini hayatım. Seni montofon ineği gibi sağdırmam. Yuvadan iki çocuk alırız” diyerek, rahatlamasını sağlardım.
Vitrinlerin ve renk renk neonların gösterişine kapılıp düşlere daldığı belliydi. Neonlardaki harflerin bazıları yukarı, bazıları aşağı kaymış umurunda değildi. Mualla en çok vitrinlere sığmış evlere bakardı. Onlardan birine sahip olmak düşüncesiyle piyango biletlerine “Hayır” demezdi.
Ağabeyimin sözlerini dinlemedim.
“Aklını başına topla. Bu kız senin gecekonduna yakışacak gül değil” derdi de inanmazdım.
İlk kez belediye otobüsünde elimi tutmuştu. Sonra vapurda. Avucuma bakıp bakıp;
“Yazık hayat çizginle kader çizgin birleşiyor” demişti.
Ancak, ölünceye kadar zengin olamayacağımı söylediğinde ne demek istediğini anlamıştım. Söylediklerinin boş şeyler olduğunu anlatmaya çalıştıysam da inandıramadım. O’nu daha fazla kızdırmaktan korkuyordum. Ama O, yeni bir emir vermişti;
“Zengin olacaksın Sadullah. Zengin olup her şeyini değiştireceksin. Şu pembeye kaçan gömleğini bile..”
“Tamam hayatım” anlamına gelecek şekilde başımı salladıktan sonra, O’na donlarını bile Avrupa’dan getirten dayımı anlatmıştım. Dayım gibi olacağıma söz verince, yanağıma bir öpücük kondurmuştu…
Bu konuşmalardan sonra, Mualla’ya yaptığım iş hakkında geniş bilgi vermekten kaçındım. O’na ticaretle uğraştığımı söylediysem de “şu ticarethaneni göreyim” diyebilirdi. Çünkü ben, kapısında “ne alırsan yüz lira” yazan, telefonsuz bir telefon kulübesinde incik boncuk satıyordum.
Baktım olacak gibi değil. Mualla’ya;
“Çalacağım, çırpacağım ve zengin olacağım. Sen yeter ki mutlu ol” dedim.
Gülümsemişti…Artık koluma giriyordu. Nasıl yapardı bunu bana? Ben sevmiştim O’nu.. Bir gün dayanamayıp uyardım;
“Yapma sevgilim bir gören olacak. Henüz evlenmedik ki..”
“Sana güveniyorum Sadullahcığım. Sen bana bir şey yapamazsın.” demesin mi?
Dünyalar benim oldu. Demek, Mualla bana güveniyordu. Böylece neden hep aynı yerde buluştuğumuzu, oturup konuştuğumuzu anladım. Nedeni de benden önceki sevgilisiydi. Bu nedenle günlerce uyuyamamıştım. Benim elimden tutma cesaretini gösteren Mualla, kim bilir Recai’ye neler yapmıştı?.
Sonradan duydum ki, mualla Recai ye bir şey yapmamış. Ne yaptıysa Recai yapmış. Az daha ayrılıyorduk. O gün, Mualla televizyonda izlediği filmin etkisinde kalarak bana telefonda;
“Seni seviyorum Sadullah. Her şeye razıyım. Evlenelim borçları birlikte öderiz. Gecekondunun gülü olurum” demişti.
Mutluluktan uçtum sanki. Mübarek gün olduğundan, Cuma günü nişan yüzükleri takılacaktı. Mualla, pırlanta yüzük ve iki metrelik zincir istemişti. Dükkanımda sahtesi olduğundan sorun olmadı. Bu arada eski ev eşyası satan bir arkadaşımı antikacı diye yutturabilmek için antikaya ilgi duymasını sağlamaya çalıştım.
Güller tek mi olmalıydı, çift mi? Mualla, yabancı bir şarkıcıya benzediğim için bıyıklarımı kesmemi istemişti. İtiraz etmedim. Çünkü, o şarkıcı dazlaktı…
O mübarek gün geldiğinde, Mualla benimle evlenemeyeceğini söylemişti, gözyaşlarını tutamayarak. Ben de O’na, filmlerin en sonunda sevgilisine dönen kızları anımsatmıştım.
“Sen de bana dön ki, aşkımız mutlu bitsin. Birlikte az mı izledik, zengin kız bile parayı pulu bırakarak fakir sevgilisine döndüydü. Gecekondumun gülü yapacağım seni inan bana” demiştim.
O da elindeki gazeteyi göstererek;
“Filmlerin sonunda fakir sevgililerine dönüyorlar ama gerçekte hepsinin zengin birer dostu var” diye karşılık vermişti.
Gazeteye göz atmıştım. Haklıydı. Ancak, başka haberlerde vardı…
(İMECE DERGİSİ-OCAK 1986)