- 1614 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
MATRIX Mİ , GÜNEŞ ÜLKESİ Mİ ?..
Güneş ülkesi… Bu ülkeyi hayal eden çok insan olmuştur geçmişte . Bugün ise , sanıyorum - çoğu kişi bunun farkında olmasa da – bütün insanlığın hayali haline gelmiştir güneş ülkesi…
Büyük İtalyan düşünür ve yazarı Tommaso Campanella hapishanede bile “Güneş Ülkesini” hayal etmiştir . Mirasçısı olduğu “Rönesans düşüncesini” son sınırlarına kadar geliştirdiği söylenen Campanella’nın 1602 yılına doğru , hapishanedeyken yazdığı , “ideal komünist bir toplumu” anlattığı söylenen “Güneş Ülkesi ( Civitas Solis )” adlı eseri okumadım . Ancak Rönesans düşüncesini ve “Aydınlanma Dönemini” çok iyi kavradığımı düşünüyorum . Bu büyük İtalyan ile birlikte , Shakespeare , Newton , Voltaire , Goethe ve daha sayamadığım bir çok büyük insanın da hayalidir güneş ülkesi… Benim tanımladığım güneş ülkesi , ideal komünist bir toplum değildir . Benim güneş ülkem , sadece bilimsel alanda değil , sosyal ve kültürel alanda da gelişmiş , insanları mutlu olan ; fakat sadece iyilerin değil , kötülerin de olduğu bir ülkedir . Çünkü sadece iyiliğin ya da sadece kötülüğün olduğu bir dünyanın hayalini kurmak , imkansız olanın peşinden gitmek anlamına gelir . Farklılık , bulunduğu yeri zenginleştiren , güzelleştiren bir şeydir . Dolayısıyla güneş ülkesi , farklılıkların birlikte yaşayabildiği bir ülke olmalıdır . İyiyle kötünün , güzelle çirkinin birlikte yaşayabildiği bir ülke olmalıdır…
Bir gerçeği kendimize itiraf etmek zorundayız : Günümüz dünyası , güneş ülkesi olmanın çok uzağındadır . Bilim adamların laboratuarlarda , konferanslarda kendi kendilerine geliştikleri ; büyük yazarların , sanatçıların , düşünürlerin , güzel eserler ortaya koysalar da , popüler kültürün sembol ve malzeme bolluğundan kendilerine var oluş alanı bulamadıkları , dolayısıyla kendi dünyalarına çekilip , belirli bir gruba ( azınlık olan bir gruba ) ulaşabildikleri bir dünyada yaşıyoruz . Dünyanın çoğunluğunu oluşturan kesim ise , kitle iletişim araçlarının yoğun çabalarıyla bir sürüye dönüştürülmüş durumdadır . Artık “kitle psikolojisi” kavramı yerine “sürü psikolojisi” , “kitle iletişim araçları” kavramı yerine de “sürü iletişim araçları” kavramını mı kullanacağız acaba ? Anlaşılan şu anki dünyanın durumu , Thomas Harris’in romanından sinemaya uyarlanmış olan - yanlış hatırlamıyorsam , dört dalda Oscar ödülü almıştı - “The Silence of The Lambs ( Kuzuların Sessizliği )” adlı filmin ortaya atmış olduğu tezleri doğrular niteliktedir . Ted Tally’nin bu romanı “uyarlama senaryo” haline dönüştürdüğü , Jonathan Demme’nin yönetmenliğini üstlendiği ve dünyanın en iyi film müziği bestecilerinden Howard Shore’un etkileyici müzikleriyle daha da gizemli bir görünüm kazanan bu olağanüstü filmde , benim en beğendiğim aktör olan Anthony Hopkins ve en beğendiğim aktris olan Jodie Foster başrol oyuncuları olarak karşımıza çıkmışlardı . Anthony Hopkins’in dahi katil doktor Hannibal Lecter’ı , Jodie Foster’ın ise , bu filmin sonunda akademiden mezun olarak “özel ajan” unvanını alan Clarice ( bu ismi çok seviyorum ) Starling’i canlandırdığını hatırlıyorum. Şimdi bu filmin özü olarak gördüğüm kısma , burada – konumuzla ilgili olduğu için – değinmek istiyorum : Dehasının kesinlikle inkar edilemeyeceği cerrah Hannibal Lecter’ın, büyük bir ilgi duyduğu ve mesleki tutumunu çok takdir ettiği Clarice Starling’in gizemli dünyasını keşfetmek için büyük bir istek duyduğu ve Clarice’in seri katil Buffalo Bill’in esrarengiz doğasına doktorun yardımıyla ulaşabileceğini , o sıralarda işlediği cinayetlerin sırrını çözebileceğini düşündüğü bir sırada , aralarında yaptıkları konuşmanın olduğu bölümdür bu . Clarice , doktora geçmişinde olan bir olayı anlatmaya
başlar :
…
“Babam öldükten sonra , çiftlikteki amcamın yanında kalmaya başladım . Bir gece uyurken , ağıldan gelen kuzu sesleriyle uyandım . Yatağımdan kalkıp ağıla gittim . Ağılda süt kuzularını kesiyorlardı . Tüm kuzular bağırıyor , çığlıklar atıyorlardı . Ancak kuzular kafaları karışık olduğu için , - ağılın kapısı açık olmasına rağmen - hiçbir yere kaçamıyorlardı . “Acaba içlerinden birini kurtarabilir miyim ?” diye düşündüm kendi kendime . Ve bu kafaları karışık olan kuzulardan birini kucağıma aldım . Onu oradan uzaklaştırmaya çalıştım , ama kuzu çok ağırdı ve hava çok soğuktu… Birkaç kilometre sonra , şerifin arabası beni durdurdu . Olayı öğrenen çiftlikteki amcam , bana çok kızarak beni yetimhaneye verdi …”
Clarice , sözlerine devam edecekken , doktor araya girer ve gözleri dolmuş bir şekilde sorar ( Clarice zaten bu olayı anlatmaya başladığı andan itibaren , gözleri dolmaya başlamıştır ) :
“Peki , kuzuna ne oldu ?”
Clarice , ağlamaklı bir sesle :
“Onu öldürdüm…”
Doktorun gözleri iyice dolmuştur . Şöyle der :
“Hala geceleri bazen uyanıyorsun , değil mi ? Karanlıkta uyanıp kuzuların çığlıklarını duyuyorsun…”
Clarice ağlayarak cevap verir :
“Evet .”
Ağlayacak gibi olan doktor şöyle devam eder :
“Ve zavallı Katherine’i ( Buffalo Bill’in evinde esir tuttuğu kız ) kurtarırsan , kuzuları susturabileceğini düşünüyorsun , öyle değil mi ? Katherine kurtulursa , geceleri bir daha uyanmayacağını ve kuzuların korkunç çığlıklarını duymayacağını sanıyorsun .”
Clarice güçlükle cevap verir :
“Bilmiyorum , bilmiyorum…”
Ağlamamak için kendini zor tutan doktor :
“Teşekkür ederim Clarice , teşekkür ederim !..” der .
Clarice ile doktorun görüşmek için süreleri dolmuştur . Clarice , doktorun yanından ayrılırken , doktor Clarice’e şöyle der :
“Cesur Clarice ! Kuzuların çığlıkları dindiğinde , bana haber verirsin , değil mi ?..”
Filmin ilerleyen kısımlarında ajan Clarice , Buffalo Bill’i bulur ve onu kendisini savunmaya çalışırken ( nefsi müdafaa ) öldürür . Katherine kurtulur . Doktor Hannibal Lecter ise , tedavi görmekte olduğu akıl hastanesinden arkasında korkunç cesetler bırakarak İtalya’ya kaçar . Çok sevdiği bir şehir olan Floransa’ya gidecektir . Clarice FBI’da özel ajan unvanı alanların bu başarılarının kutlandığı partideyken , doktor telefon eder ve şunları söyledikten sonra telefonu kapatır :
“Kuzuların çığlıkları dindi mi , Clarice ?..”
...
Bu filme konu olan romanın yazarı Thomas Harris , içinde yaşadığımız dünyayı bir “ağıla” , dünyanın çoğunluğunu da ( bilinçsiz olan insanları ) “kuzulara” benzetmektedir . Kuzuların çığlıkları , insanlığın çığlıklarıdır . İnsanlar kafaları karışık olduğu için , çözüm yolları olduğu halde bu kaostan kurtulamamaktadır . Harris’e göre , doktor Hannibal Lecter , bu her yönüyle çökmüş olan sistemde ve bu sistemin dünyasında yaşamak zorunda olan insanlığa olağanüstü zekası , korkunç soğukkanlılığı ve güçlü felsefesiyle mesajlar vermeye çalışan bir dahidir , efsanevi bir karakterdir . Dehasının önderliğinde bilimle sanatı kendisinde birleştiren bu adam , Anthony Hopkins’in kusursuz oyunculuğuyla ölümsüz bir karaktere dönüşür . Düzen karşıtı olan Doktor , dürüstlüğüne ve cesur olmasına büyük bir hayranlık duyduğu Clarice’in de bu savaşa katılmasını istemektedir…
Bir sürüye dönüşen insanlık , insanları bilgilendiren , onları aydınlatan birer araç değil de ; birer “zihin kontrol silahı” , birer “yaşam tarzı belirleme aracı” haline dönüşen kitle iletişim araçları , çılgınlığın sınırlarını zorlayan bir teknoloji , tüm göz alıcı tasarımlarına rağmen , içi boş ve niteliksiz bir dünya… Karanlık bir dünya , gittikçe de kararan bir dünya… Bunların hepsi bana , dahi kardeşler Andy Wachowski ve Larry Wachowski’nin birlikte bütün insanlığa sundukları o büyük eseri , “The Matrix Trilogy ( Matris Üçlemesi)” adlı eseri ve bu eserde anlatılan dünyayı anımsatıyor .
Hadi , şimdi gelin hep birlikte Keanu Reeves’in canlandırdığı Neo adlı karakterin üçlemenin ilk bölümünde (“The Matrix”) , direnişin öncülerinden Morpheus’a ( Laurence Fishburne’nün canlandırdığı karakter ) sorduğu o büyük soruyu kendi kendimize soralım : “What is the matrix ? ( Matris nedir ? )” Elektronik ve bilgisayar üzerine üniversitede eğitim görmüş biri olarak , bu soruya iyi cevaplar verebileceğimi düşünüyorum .
Öncelikle “matris” kelimesinin anlamlarına göz atmamız gerekiyor : Matris , öncelikle matematikte gerçek ve karmaşık sayıların dikdörtgen biçimindeki tablosudur . İstatistik biliminde ise , bir elemanlar topluluğunun düzenlenmiş biçimidir . Teknik anlamda aslında ilk olarak akla gelmesi gereken ise , matrisin hesap ve kumanda işlerini gerçekleştirmeye yarayan elektronik bir devre olduğudur . Bu üç anlam boyutu , üçlemenin ikinci bölümünde ( “The Matrix Reloaded ( Yeniden Yüklenmiş Matris )” ) karşımıza çıkan ve bu korkunç dünyanın yaratıcısı olan “mimarın” işin teknik boyutunda vurgulamak istediği temel anlam boyutlarıdır . Ancak dünya üzerinde yaşayan bütün dillerdeki sembolleri veri olarak kullanabilen dev bir bilgisayar programı olan matrisin felsefi , psikolojik ve sosyolojik bir yanı da vardır ki ; bizi asıl ilgilendiren kısmı burasıdır . Matris kelimesi , aynı zamanda herhangi bir şeyin var oluşunu ve gelişimini kontrol eden , yönlendiren sosyal , politik vb. şartlar anlamına gelir . Bundan başka biyolojik anlamda , “rahim” anlamına da gelir ki ; burada vurgulanmak istenen aslında matris kelimesinin felsefi anlamıdır . Matris , felsefi anlamda bir şeye biçim veren , onun nedeni olan özdür . İnsanın nedeni olan , ona biçim veren özün ( sperm –yumurta hücresi bileşimi ) dölyatağında olduğu düşünülürse , sanırım bu anlam boyutu da açıklığa kavuşmuş olur . Matris kelimesinin anlam boyutları , üçlemenin bütün bölümlerinde – ama özellikle ikinci bölümde – sorgulanmaktadır . Aslında matris kısaca , üçlemenin ikinci bölümünde mimarın da belirttiği üzere ; her şeyin matematiksel eşitliklere ve harmoniye dayalı olduğu , insan psikolojisini , insan doğasının zayıf ve güçlü yanlarını anlayabilen , neden-sonuç ilişkileriyle örülü dev bir bilgisayar programıdır. Matris içerisinde var olan , olup biten her şey , mimarın bulunduğu yer olan “kaynağa” bağlıdır . Benim kanımca Wachowski Kardeşler , burada bilgisayar teknolojisinin geleceğe ilişkin projelerinden birine gönderme yapıyor . Bilgisayar ağlarının “her şey” anlamına geleceği bir geleceğe ilişkin yapılmış bir gönderme bu . Bilgisayar yazılımları dünya üzerinde tek bir kaynakta toplanacak ve isteyen kullanıcı Internet aracılığıyla bu yazılımlara erişebilecek . Dolayısıyla bilgisayar ağları , çoğu sektör için üretimde çok önemli bir faktör haline gelecek…
Şu sihirli “matrix” kelimesinin anlamını sorguladıktan sonra , bu dünyanın nasıl bir dünya olduğunu anlamaya çalışalım : Matris , makinelerin her şeye hakim olmaya çalıştığı bir dünyadır . “Makineler Şehrinde” bulunan makineler , güçlerini birleştirip , insan ırkının yaşayabildiği tek bölge olan Zion’a saldırmanın ve bu bölgeyi yok etmenin planlarını yapmaktadırlar . Carrie-Anne Moss’un büyük bir başarıyla canlandırdığı Trinity’nin kendisine üçlemenin birinci bölümünde aşık olmasıyla , Kahin’in de belirttiği üzere , “seçkin kişi” olmanın tüm ön koşullarını yerine getirmiş olan Neo , ikinci bölümün sonunda o kişi olmadığını anlar . Kehanete olan güven de sarsılır .
Ancak Neo , “o” kişidir . O kişi olduğuna tam olarak inandığı sahneler , üçlemenin son bölümünde ( “The Matrix Revolutions ( “Matris Devrimleri” )” tamamen kontrolden çıkan ve gittikçe güçlenerek - hatta gücünün en son noktasına çıkarak – bu dünyaya hakim olmaya çalışan Ajan Smith ile karşılaştıkları ( ben bu karşılaşmaya “Büyük Savaş” diyorum ) sahnelerdir . Makineler şehrine giderek makinelerden yardım isteyen Neo , onların yardımıyla iyileşmiştir ( kör olan gözü yeniden görmeye başlamış , yaraları iyileşmiştir ) . Yani makineler , Ajan Smith’e karşı Neo ve dolayısıyla insanlarla işbirliği yapmışlar , Zion’u işgal etmekten vazgeçmişlerdir . Çünkü asıl düşman , Ajan Smith olmuştur her iki taraf için . Sonunda barış ve huzur gelir bu karanlık dünyaya… Lakin filmin sonunda , bu barışın savaşlarla kaosa sürüklenen bu dünya için bir değişim, bir devrim olduğu , ancak bu barış ve huzur ortamının başka bir değişimle bozulabileceği , sonsuza kadar sürmeyeceğinin de sinyalleri verilmektedir…
Matris üçlemesi , - özellikle ikinci bölümüyle – tam anlamıyla felsefi bir şölendir . İnsanlığı var olduğundan bu yana ilgilendiren pek çok konuyu güçlü felsefesiyle dile getirir bu eser . Bence bu yönüyle bütün bilimkurgu filmlerinin de üstüne çıkar . Fantastik bir dünyanın içinde insanlığı ilgilendiren pek çok konuyu bu kadar derinlemesine sorgulamak , büyük başarısıdır bu eserin . Dünyanın gelecekte “insanların yaşadığı dünya” ve “makinelerin dünyası” olarak ikiye bölüneceği , makineleşmenin sonunun buraya doğru gittiği temel tezini ortaya attıktan sonra , bu üç bölümden oluşan sinema şaheseri , üç sözcük etrafında dönüp duruyor aslında : Kader, amaç ve seçim . Konumuzla çok fazla ilgili olduğu için - özellikle son sözcük – değinmekte fayda görüyorum eserin bu temelde üç boyutlu oluşuna .
Her insanın varoluşunun bir amacı var mıdır ? Ya da bir amaç olmalı mıdır ? Bu iki önemli soruya yanıt bulabiliyoruz bu üçlemede . Amacı , öncelikle direnişin en büyük öncüleri olan Neo ve arkadaşlarını engellemek ve daha sonra onlarla birlikte tüm insan ırkını bu dünyadan silmek olan Ajan Smith , Neo tarafından ilk bölümün sonunda dijital anlamda yok edilir . Daha doğrusu , bir programdan başka bir şey olmayan Ajan Smith’in içine giren Neo , onun amaç programını yok eder . Aynı zamanda Neo’nun bir parçası Ajan Smith’e geçer . Ajan Smith , kendisini kopyalamanın bir yolunu bulur ve ikinci bölümde Neo’nun karşısına çıkar . İlk karşılaşmalarında Neo kaçar . İkinci karşılaşmalarında ise , kıyasıya savaşırlar . Ancak bu kavga başlamadan önce , aralarında şöyle bir diyalog geçer :
…
Önce Ajan Smith konuşmaya başlar :
“Artık sistemin bir ajanı değilim , sizin yüzünüzden . Bağlantıda değilim , yeni bir adamım . Sizin gibi tam olarak özgür bir adamım .”
Neo gülümseyerek karşılık verir :
“Tebrikler !”
Ajan Smith konuşmaya devam eder :
“Teşekkürler ! Ama bildiğiniz gibi , görünüş aldatıcı olabilir . Bu da , burada olmamın nedeni . Buradayız . Çünkü serbest değiliz ! İnsan amaç olmadan yaşayamaz !.. Biz yokuz !..”
Ajan Smith’in kopyaları farklı yönlerden gelmeye başlar ve her biri farklı bir şey söyler :
Biri : “Bizi yaratan bir sebep var…”
Diğeri : “Bizi bağlayan bir neden…”
Diğeri : “Bizi çeken bir neden…”
Diğeri : “Bizi tanımlayan bir neden…”
Ajan Smith , kopyaları ve kendi adına konuşur :
“Sizin yüzünüzden buradayız Bay Anderson . Bizden aldığınız şeyi almaya geldik : Amaç…”
…
Bu diyalog , aslında pek çok şeyi açıklıyor : Amacını yitiren Ajan Smith , burada dünyamızın çoğunluğunu oluşturan insan tipini temsil etmektedir . Amacını kaybeden insan , kendisiyle birlikte bütün dünyayı tüketme eğilimindedir . Var oluşun bir amacı vardır ve olmalıdır . Her insanın bir amacı olmalıdır . Ajan Smith’in cümlesini hatırlayalım : “İnsan , amaç olmadan yaşayamaz !..” Smith gibi , kişiliğini kaybeder , başkaları olmaya çalışır , bölünür , kontrolden çıkarak etrafına daha çok kötülük saçar . Üçlemenin son bölümünde amaç ile ilgili olarak , Ajan Smith’in Neo’ya söylediği bir şey vardı . Replik şöyleydi sanırım :
“Yaşamın asıl amacını bana öğreten , senin yaşamın oldu . Yaşamın amacı , son bulmaktır…”
Bence burada , biz insanların “kontrolü dışında olan” bir amaçtan bahsedilmektedir. Bu aslında bizim var oluş amacımız değil , biyolojik amacımızdır . Her insanın kendine ait bir var oluş amacı olmalıdır . Bu amaç , hem kişisel , hem de kozmik yaşamı anlamlı kılan bir amaçtır . Bu yüzden de hayati önem taşır…
Şimdi gelelim benim asıl önemsediğim konuya : Seçim…
Üçlemenin ikinci bölümünde Neo , Trinity ve Morpheus anahtarcıyı hapis tutan şu ünlü Fransız Morovingian’a giderler . Anahtarcıya ulaşmak için onunla uzlaşmak veya savaşmak zorundadırlar . Morovingian bu üç direnişçiye evrenin bir yasası olan nedensellikten söz etmektedir . Bütün her şeyin neden-sonuç ya da etki-tepki prensibine göre gerçekleştiğini savunmaktadır Fransız . Morpheus araya girerek şöyle der Morovingian’a :
“Her şey seçimle başlar…”
Morovingian yüz ifadesini sert bir hale getirerek şöyle konuşur :
“Hayır , yanlış . Seçim bir illüzyondur güçlüler ve güçsüzler arasında yaratılan…”
Fazlasıyla determinist olan Morovingian , katı gerçekçi , bencil yanına ve olaylara çok fazla derinlemesine bakamamasına rağmen , Neo’nun asıl problemin ne olduğunu bulmasına yardımcı olacak bir karakter , daha doğrusu bir programdır . Seyirciyi ise , fazlasıyla düşündüren , kafasını karıştıran , gerçeğe değil de , kötülüğe odaklanmasına sebep olan bir karakterdir . Neo , birbirini takip eden çeşitli olaylardan sonra , kaynağa , dolayısıyla mimara ulaşır . Ondan asıl problemin tahmin ettiği gibi , “seçim” olduğunu öğrenir…
Üçlemenin son bölümünde , Ajan Smith ile bir süre savaşan Neo , Ajan Smith tarafından yere serilir . Smith yerde yatan Neo’ya şöyle der :
“Neden Bay Anderson , neden , neden ? Bunu neden yapıyorsun ? Niye ? Ayağa kalkmak niye ? Kavga etmek niye ? İnandığın şeyler için kavga ettiğini mi sanıyorsun ? Sağ kalmadan öte bir şeyler için mi ? Bana söyleyebilir misin , biliyor musun ? Özgürlük mü , gerçek mi , belki de barış ya da sevgi olabilir mi ? Yanılsamalar Bay Anderson , algılamada aldanmalar . Herhangi bir anlam ya da amacı olmayan bir var oluşu ümitsizce haklı göstermeye uğraşan zayıf insan zekasının ürettiği geçici kuruntular ve bunların hepsi de “Matrix” kadar yapay . Zaten “sevgi” gibi zavallı bir kavramı insan zekası icat edebilirdi . Bunu görebilirsin Bay Anderson . Artık bunu anlaman gerekiyor . Kazanamazsın , kavga etmen boşuna . Neden Bay Anderson , neden ? Niye inat ediyorsun ?”
Neo büyük bir güçle Smith’e doğru yüzünü çevirir ve anahtar cümleyi söyler :
“Çünkü bu benim seçimim !..”
İnsan , yapmış olduğu seçimlerle kaderini tayin edebilir . Ancak bir yolun nereye gideceğini bilsek bile , Morpheus’un üçlemenin ilk bölümünde söylediği bir cümleyi unutmamamız gerekir :
“Bir yolun nereye doğru gideceğini bilmekle , o yolda yürümek aynı şey değildir…”
Bu cümlenin yanı sıra , bir de Kahin’in üçüncü bölümde söylediği şu cümle var :
“Ömrüm boyunca öğrendiğim tek şey , olayların asla tam istediğimiz yönde gerçekleşmediğidir…”
Bir de şu var : İnsan her seçimi anlamlandıramaz . Bazı seçimler bize anlamsız gelebilir . Bu durumda yine Kahin’in şu cümlesini anımsamak gerekiyor :
“Hiç kimse anlam veremediği bir seçimin ötesini göremez…”
Dolayısıyla önümüzde birçok yolun olduğu , ama bu yolların sonunun nereye ulaşacağını tahmin edemediğimiz bir durumda da seçim yapmak zorunda kalabiliriz . Sonuç olarak , her türlü seçimimizin ortaya koyacağı sonuçta bizim kontrolümüz dışında bazı şeylerin gerçekleşebileceğini , asla tam bizim istediğimiz gibi olayların gerçekleşemeyeceğini kabullenmek zorundayız . İşte “kader” kavramı burada ortaya çıkıyor…
Morovingian’ın şu cümleleri üzerinden gerçeğe daha kolay ulaşabiliriz :
“Gerçek şu ki ; biz tamamen kontrol dışıyız . Evrenin doğası , neden-sonuç ilişkisidir . Biz insanlar ise , bu gerçeği reddetmek için savaşıyoruz…”
Neden-sonuç ilişkisinin önemli olduğu doğrudur . Fakat olan biten her şeyi bu yasaya bağlamak , insanın tamamen kontrol dışı olduğunu , vücudunda kendi isteği olmadan gerçekleşen biyokimyasal olaylar sayesinde her şeyi yaptığını öne sürmek , bizi içinden çıkılmaz bir kaosa doğru götürür . İnsanın bilimsel yasalarla veya Tanrının kudretiyle tamamen kontrol dışı olduğunu düşünmek , olsa olsa aşırı determinist , aşırı materyalist ya da aşırı fatalist ( kaderci ) bir anlayışla olaya yaklaşmak anlamına gelebilir…
İnsan , Tanrının kendisine armağan ettiği çok önemli üç şeye sahiptir : Akıl , mantık ve yürek . İnsana düşen , elinde bulundurduğu bu güçleri mümkün olduğunca kullanması , daha sonra olayları akışına bırakmasıdır . Aşırı determinist ya da aşırı fatalist yaklaşımlar bizi bir yere götürmez…
Evet , mimarın dediği ve Neo’nun zorluklarla dolu yolculuğunun sonunda keşfettiği gibi : Asıl problem , seçimdir . Yani Shakespeare’in “Hamlet” adlı eserinde belirttiği üzere , asıl mesele , “olmak” ya da “olmamak” değildir . Asıl sorun , varoluş sorunu değildir , asıl sorun seçim sorunudur . Dolayısıyla insanlık , bir seçim yapmak zorundadır : Matrix mi , güneş ülkesi mi ?..