ZONGULDAK (1966 Yazı)
Çatalağazı – Zonguldak
1966 Yazı
Prolog:
ODTÜ de okuyan 4 genç; Sema, Seyhan, Necmiye, Tonguç... Köy İşleri Bakanlığının bir çalışmasına gönüllü olarak katıldılar ve aydınların, köylülerin kalkınmasına önayak olmaları gerektiği düşüncesinden yola çıkarak yaz tatillerini bu işe ayırdılar. Bakanlığın düzenlediği bazı seminerlere katıldıktan sonra kendi gruplarına kurada çıkan Zonguldak bölgesine doğru iki ay sürecek yolculuklarına çıktılar. Nereye gideceklerine ve ne yapacaklarına oradaki duruma göre kendileri karar vereceklerdi. Almış oldukları seminer sadece genel amaçları belirtmekle kalmıştı.
Doğum Kontrolu
Zonguldak köylerine ilk geldiğimiz dönemde hem çevreyi tanımak, hem insanlarla kaynaşıp onların ihtiyaçlarını tespit edebilmek ve en önemlisi ne yapacağımıza karar vermek için mahallelerde dolaşıp oralarda yaşayanlarla konuşuyorduk. Tabii kadın çoluk çocuk tüm mahalleli çevremizi sarıyor merakla bizlere bakıyorlardı. Kıyafetleri, davranışları, konuşmaları kendilerine benzemeyen üç genç kız ve bir genç erkek...
Buraya gelmeden önce Köy İşleri Bakanlığının düzenlediği bazı seminerlere katılmıştık. Bu kapsam içinde de Hacettepe Üniversitesinde doğum kontrolu yöntemleriyle ilgili çok detaylı bilgilendirilmiştik ve bu bilgileri gittiğimiz yörelerdeki insanlara aktarmamız istenmişti.
Hah! İşte tam sırasıydı. Önce kadınlara, “Kaç çocuğun var?” diye sorarak lafa girmeğe çalıştık. Hepsinin dört, beş, altı çocukları vardı. Bu kadar yoksullukla bu kadar çok çocuk. Daha az çocukları olsun istemezler miydi? Tabii isterlerdi ama ne yapsınlardı? İşte bu noktada galiba biraz acele ettik ve acemilik yaptık. Korunma yöntemlerinden bahsetmeye başlar başlamaz iş çığrığından çıktı. Kadınlar ve çeşitli yaşlarda çocuklar daha büyük bir merakla çevremizi aldılar. Her kafadan bir ses çıkıyordu. “Siz kadın mısınız kız mısınız ?” sorusuna ne cevap vereceğimizi şaşırmıştık. Kadınlar birbirleriyle çok açık sözlerle şakalaşmağa başlamışlardı. Çocukların yanlarında bulunmalarını önemsemiyorlardı. Bizlerle de dalga geçmeğe başladılar. Oradan kaçmaktan başka çare bulamadık. Bir mazeret uydurup hızlı adımlarla uzaklaşırken arkamızdan bir kadının diğerine seslenişi ve gülüşmeler duyuluyordu, “Senin erin kaç kez.....” Bu, o yörede konuya ilişkin ilk ve son denememiz oldu. Bir daha yatak işlerine hiç karışmadık.
Çaycuma Macerası
İlk geldiğimiz Işıkveren’deki santralın misafirhanesi bize çok lüks geldiğinden daha ücra yerde bir köy aramaya girişmiştik. Bu nedenle Çaycuma bölgesine gittik ve gitmeden önce de bölgedeki insanların çok sert oldukları konusunda uyarıldık. Nitekim ilk gece kaldığımız evin odunluğu, bir gün önce yıkılmıştı ve ev sahibi komşusunun odunluğu dinamitlediğini söyledi. Tavukları komşun bahçesine girdikleri için komşu bu şekilde karşılık vermişti. Tam vahşi batıya geldik diye düşündüm.
Ertesi gün ıssız bir tepenin üstünde yere oturmuş, başını iki elinin arasına almış sallanarak, ağıt yakar gibi hızla, hiç durmadan konuşan bir kadının yanındaydık. Burası neresiydi tam hatırlamıyorum ama köylerdeki evler birbirine o denli uzak tepelere yapılmıştı ki, belki de köyün içindeydik. Bütün çabama rağmen kadıncağızın konuşmalarından tek tük birkaç kelime dışında hiçbir şey anlamıyordum. Sanki yabancı bir dil konuşuyordu. Şivesi o kadar farklıydı. Bize bir olay anlattığı ve birilerini şikayet ettiği belliydi. Daha sonra birinin yardımıyla mesele anlaşıldı. Oğlunu dövmüşlerdi fakat
oğlu masumdu, iftiraya uğramıştı. O kimsenin ineği veya eşeği ile cinsel ilişkiye girmemişti. Hakkını biz arayabilir miydik? İşte yine zor bir durumla karşı karşıya idik.
O gece yattığımız dershanenin camları bazı kişiler tarafından tak tak diye vuruldu. Çıkıp bakıyorduk kaçıyorlardı. Yatınca tekrar gelip cama vuruyorlardı. Korkudan değil ama problem yaratmak istemediğimizden oradan ayrılmağa karar verdik.
Buldozer
Tepeden aşağı sevinçle koşuyoruz. Seyhan, “Doğacak ilk çocuğuma Buldozer adını vereceğim” diyor. Koca treylerin üzerinde gelen buldozerin bizi nasıl heyecanlandırdığı ve sevindirdiği bu sözlerden belli.
Günlerdir okuma odası yapmak üzere bize verilen tepeyi kazma kürekle indirmeye çalışıyoruz. Bütün köylüyü seferber ettik, yalnız akşam madenden dönen işçilerin o yorgunlukla bir de kazma sallamalarına yüreğimiz dayanmıyor. İşte bu yüzden Karadon bölge şefliğine gidip halimizi anlattık ve onlardan bu buldozeri temin edebildik. Her ne kadar buldozer köyün daracık yollarından geçerken bazı bahçe duvarlarını yıktıysa da sevincimizi gölgeleyemedi. Artık işimiz hızla ve köylüyü yormadan ilerleyecek. Oh başardık. Yaşamım boyunca beni bu denli sevindiren ilk ve son buldozer oldu bu.
Denize Giriyoruz
Bir Pazar günü yorgunluk atmak için denize gitmeye karar verdik. Detayları tam hatırlamıyorum ama kocaman bir tekneye bindiğimizi, yanımıza kimseyi istemediğimizi anımsıyorum. Bir önceki yaz, okulun kürek takımında yer aldığımdan kıçtan motorlu koca balıkçı teknesinin sorumluluğunu üstlenmekte bir sakınca görmedim. Teknenin sahibi de hangi akla hizmet bilinmez, malını bize emanet etti. Güneşli parlak bir günde Karadeniz aldatıcı bir maviliğe bürünmüştü ve durgun sular hafif kıpırtılarla bizi kendine çağırıyordu. Dördümüz büyük bir keyifle kıyıya paralel yol almaya başladık. Daha ilk küreklerde bu teknenin benim çalıştığım tek çifte veya iki çifte kiklere hiç benzemediğini, onu kontrol etmeğe gücümün yetmediğini anlamıştım. Kıyı boyunca arkalarını sarp yamaçlara dayamış, birbirleriyle bağlantısız küçük küçük koylar vardı. Her taraf ıssızdı. Ne bir insan ne de bir tekne. Tam istediğimiz gibi. Nihayet bu koylardan birine yanaştık. Tekneyi büyük gayretle kumsala çektik ve günü geçireceğimiz yere indik.
Günün bir kısmını yüzerek, şakalaşarak, getirdiğimiz yiyecekleri tüketerek planladığımız gibi geçiriyorduk. Bir ara Seyhan’la denizde biraz açılmıştık. Necmiye ve Tonguç sahilde oturmuş konuşuyorlardı.. Bir süre yüzdükten sonra birden koyumuzu çevreleyen yüksek ve sarp kayalığın tepesinde sanki bir şey parladı. Dikkatli bakınca ne görelim; bir asker kocaman ve ayaklı bir dürbünün ardından bize bakıyor. Gelip geçen Rus gemilerini izlemek için kurulmuş bir düzendi belki de ve bu asker o gün hiç ummadığı bir sürprizle karşılaşmıştı. Vakit ilerlemişti. Sahile yüzerken artık oradan ayrılma vaktinin geldiğini düşünüyorduk. Bodur, yeşil bitkilerin ve çalıların olduğu tepede bu kişiyi fark edememiştik.
Daha bu konuyu önemsemeye ve konuşmaya bile vakit bulamadan Karadeniz gerçek yüzünü gösterdi. Birden rüzgar çıktı ve deniz kabarmaya başladı. Hemen tekneye bindik ve geri dönmeye çalıştık ama ne mümkün. Daha koydan biraz açılmıştık ki sular iyice azdı. Teknemiz fındık kabuğu gibi sallanıyor ve su alıyordu. İki kişi birer küreğe asılıyor iki kişi de bulduğumuz teneke kutularla suları boşaltmaya çalışıyorduk demem gerekir fakat Necmiye ‘yi deniz tutmuştu, midesi bulanıyor ve kendi derdiyle uğraşıyordu; üstelik yüzme bilmediğini ilan etmişti. Önce bir küreğin az sonra diğerinin ıskarmozlarını yitirdik. Her an batabilirdik. Olduğumuz yerde dönüp duruyor ve dalgalarla birlikte inip çıkıyorduk. Durum çok ciddiydi. Sahile kadar yüzmem mümkündü belki ama Necmiye’yi de kurtarmam gerekiyordu ve şansımı çok az görüyordum. Bu bana olağanüstü güç verdi sanırım ve ellerimizle ve bağsız küreklerle olağanüstü bir çabayla sahile geri dönebildik. Ölümden dönmüştük. Hepimiz bitkindik ve gidebileceğimiz hiçbir yer yoktu.
O da ne? Duyduğumuz motor sesi miydi? Gemi görmüş Robensonlar gibi sahilde ellerimizi kollarımızı sallayarak ve var gücümüzle bağırarak açıktan geçen motorden yardım istedik. Neyse bizi görüp geldiler, bir iple yedeğe aldılar ve tekneye ilk bindiğimiz sahile doğru yola çıktık.
Bu macera burada bitti sanmayın sakın. Bakın daha neler geldi başımıza?
Sahilde kalabalık bir grup bizi bekliyorlardı. Ellerinde turuncu çizmeler ve yağmurluklar vardı ve el kol sallayıp bir şeyler bağırıyorlardı. Önce bizi merak ettiklerini düşündük.Yaklaştıkça sözler daha anlaşılır hale geldi. “Sakın tekneden inmeyin. Nasıl olur da buradan binersiniz. Bu kumlarda radyasyon var!” Meğer o sahile dalga hareketlerini izlemek amacıyla radyasyonlu kumlar atılmış, hem de bizim ODTÜ tarafından. O kumlara basmamak gerekiyormuş. Neyse getirdikleri çizmeleri ve yağmurlukları giyerek tekneden indik ve bizi bir yere götürdüler. Burada sıcak suyla duş aldık ve daha sonra radyasyon ölçümü yapıldı. Nihayet bu “sıradan” tatil gününün sonunda yorgun argın ve biraz da dehşet içinde, kaldığımız yere dönebildik.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.