- 997 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Patlayan pişmanlık
Patlayan pişmanlık
Cumartesiden kalma bir hüzünle Pazar sabahının ilk ışıklarında vurup başını yatmıştı mehmet.
Saat dokuzu vururken birden irkiliverdi sıcacık yatağında. Yorganın dışında kalmış sol kolu soğuktan donmuş gövdesinin altında kalmış sağ kolu da epey uyuşmuştu.
Gözleri kataraktlı yaşlı hastalar gibi henüz çevresindeki hiçbir şeyi seçemiyordu.
Kısa bir süre sonra kendine geldiğinde kulaklarında tık tık tık tık diye gidip gelen sesler olduğunu fark etmişti. Sanki kafasının içinde patlayacak bir bomba vardı. Ve içinde kaynayan bir kazan gibi mide bulantıları. Ehem öhüm demeden banyo yoluna çıkıpta kendiyle lafa girme telaşına girişse de unuttuğu kırık ayağının üstüne basmasıyla bastı anam diye bir feryat. Bir vakit acıyla kıvrandıktan sonra odasından içeri ne giren ne çıkan olmadığını anladığında bismillah diyerek doğruluverdi tek ayağının üstünde hafif sağa eğik durarak. Gözüne ilişen koltuk değneklerine bakarak can yoldaşım gibi uzattı ellerini ve birkaç saatlik hasrete son verdi yararak yalnızlığın kozasını değneklerini içeri alarak.
Eline yüzüne su vurmaya gidipte suların bu saatlerde kesildiğini görünce iyice tavan yaptı öfkesi. Çocukluğundan kalma küfürlerle iskinin kulaklarını iyice çınlattı. Anaa-anaa diye koparttığı yaygarayla, elinde orta boy bir bidonla gelen anasının döküverdiği suyla hacetini gideren Mehmet ohh çok şükür yahu diyerek yöneldi sevdiği işlemeli havluya.
Kulaklarında hala tık tık tık’lar yankılanırken midesinde kaynayan bulantının açlık olduğunu anladı. Mutfak masası yolundaki kısa süreyi de epey bir uzattıktan sonra topal-topal göründü mutfağın kapısında. Hemen bismillah deyip oturduktan sonra uzatıverdi ekmeğe elini. Kafasının içindeki tıkırtılar hala zonkluyor hayda haydaaa diye gerinip duruyordu. Halinden bir şey anlamamış anasıda bakıp neler olduğunu anlamaya çalışsada pek bir şey anlamış değildi. Şekere daldırıp-daldırıp durduğu kaşığı çay bardağında da tıngırtılara boğduktan sonra bir yudum aldı çayından ve bir lokma ekmekle o çok sevdiği zeytini iyice ezmeye başladı dişleriyle. Yumurtası, peyniri, reçeli derken çok şükür diyerek son yudumunu da alıp çayından ve doğrulu verdi yine hafif sağ tarafına eğik bir vaziyette. Öffler offlar ile epey uzun gelen balkon yolunda nihayet gördü balkon kapısını çocuklar gibi şen bir vaziyette. Oturdu, bir vakit sonra dalıp gitti. Güzel bir gündü. Koşuşturup duran çocuklar, ütülü elbiseleriyle pazarın öğlen saatlerinde gezmeye çıkmış delikanlılar ve evinin önünü sevilen bir vazife gibi süpüren kadınlara ilişti gözleri. Kafasında tık tıklar hala gürlüyorken durmaksızın 3 2 1 diye patlayacak bomba gibi hissetmeye başlamıştı kendini iyice.
Henüz bir haftayı bulmamış kırık ayağının üzüntüsünü içinden atamamışken dünleri ne kadarda güzel geliyordu kendisine oysa.
Koştuğunu hatırladı bir topun bir arkadaşın peşinden koşmak.
Ne kadarda güzeldi koşmak dedi kendine usulca dudakları oynamadan kısık bir sesle.
Saati unutmuş öylece dalıp gitmişti. Yüzüne vuran birkaç yağmur damlasıyla kendine gelmişti. Haziran ayının güzel bir Pazar günü yine en sevdiği yaz yağmurlarına bırakmıştı yerini o ancak uzakta tutabiliyordu yağmurdan tenini.
Çıkıp sevdiği yağmurlarda dolaşamamak koymuştu kendisine.
Oysa neler yapmıştı mart yağmurlarında ıslanabilmek için. Sırılsıklam oldu diye anasından yediği dayaklar nede tatlı gelmişti kendisine, karagözlüsünün peşinden koşarken ıslak ıslak her yeri. Şimdi ise o kadar büyütülmeyecek bile olsa ayağındaki kırık o ölüyordu içten içe yağmurlardan uzak kaldığı için. Yetmiyordu ona pencereden balkondan kollarını ıslatabilmek yetmiyordu işte. Dışarda olmalı duyabilmeliydi yağmurun sesini ve kağıt paralar sudan sırılsıklam olup değerini kaybederken bozuklukların değerinin artması, saçlarının tel-tel olması, atarken adımlarını ayakkabılarının kenarlarından suların kenarlara sıçraması lazımdı şimdi. Ama olmuyordu.
Gittikçe büyüyordu öfkesi.
Yağmur dışarda dansına davet ederken Mehmet odasında ele geçer ne varsa sağa yamulmuş yaralı bedeniyle ortalığı parçalarcasına saçıp duruyordu etrafa.
Pazartesinin sıkıcı ilk ışıklarında açarken gözlerini yığılıp kaldığı yatağında kafasındaki tık tıkların bittiğini yağmurlu bir Haziran pazarında yağmurun ateşlediği bir bomba gibi patladığını hatırladı yaralı bedeninin. Pişmanlık ile usulca gülümsedi saat dokuzu vururken güneşli bir Pazartesi sabahı.
Siz şiirlerimi okurken ağlıyorsanız ben yazarken ölüyorum…
sR___