- 803 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BAHARA VEDA
Onunla tanışana dek , “masalar” ile “insanlar” arasındaki gizli bağlılıktan haberim olmadığını söylemeliyim . Masalar bana çoğu zaman odaların , evlerin , kapalı ve açık mekanların içinde bulunan sıradan eşyalar gibi gelmiştir . Cansızdırlar en başta . Sevgi ve saygı görmeyi , önemsenmeyi beklenmezler . “Sandalyeler” olmadan ise , yalnız ve yararsızdırlar . Hep insanların ( bunlara kendim de dahil ) , bence çok önemli olan bir hata yaptıklarını düşünürüm : Canlıları ve cansızları bir bütün olarak kavramadan , kendi içinde ayrımlaşmış olan varlıklar şeklinde düşünmek . Neyse ki , zaman yeni anlayış biçimlerini de beraberinde getiriyor. İnsan zihninin sınırları genişliyor . Bana göre ; düşünsel evrenimizin gelişimi de , içinde bulunduğumuz evrenin gelişimiyle paralellik gösteriyor . Şu ünlü “Big Bang ( Büyük Patlama )” kuramı , sanki düşünsel evrenimizin gelişimini de temel anlamda açıklıyor gibi . Düşünsel evrenimizin merkezinde liberal düşünce anlayışı bulunuyor . Ve düşüncelerimiz , bu merkeze bağlı kalarak , her iki taraftan da büyüme ve gelişme kaydediyor…
Adım Burak . Üniversite öğrencisiyim . Bundan önceki öğrencilik hayatımda çok sıradan arkadaşlarım oldu . Kimse yanlış anlamasın . Yalnızca kendi çıkarlarını düşünen , dar görüşlü , özverili dünyadan yalnızca almasını bilen , ona kendinden bir şeyler vermeyen insanlar için ben “sıradan” sıfatını kullanıyorum . Her insanın “sıradan” sözcüğünden anladığı şey farklıdır belki, ama ben sıradanlığı böyle algılıyorum . Dünya üzerindeki tüm sosyologları , psikologları ve toplum mühendislerini şaşkına çevirecek bir de paradoksum var : Bence dünyanın çoğunluğu da böyle sıradan insanlardan oluşuyor . Buna dünyanın çoğunluğunun kötü insanlardan ya da birbirine çok benzeyen insanlardan oluştuğuna inandığım ölçüde inanıyorum . Tabii ki ; böyle insanların içinde bulunduğu bir gezegende “hayatlar da” sıradan , kötü ve birbirine benzer birer nitelik taşıyor . Hayat hakkında nükteli sözler söylemek isterdim . Ama ben yaşadığım çağın insanı gibi , mizahı “sorunlara çözüm üretmekten kaçma aracı” olarak görmüyorum . Mizah , bir çeşit aydınlanma yöntemidir benim için . Tamamlayıcı bir unsurdur . Ancak asıl önemli olan , duygular ve düşüncelerdir . Mizah , duygular ve düşüncelerle iç içe olmalı , onları sorgulamalı , fakat altında ezmemelidir . İşte o zaman mizah , “sorunlara çözüm üretmekten kaçma aracı” değil , “sorunlara çözüm üretmeye yardımcı araç” olur . Neyse , lafı fazla uzatmak istemiyorum . Yirmi yıllık hayatım boyunca çoğunlukla çok sıradan insanlar tanıdığımı söylemiştim . Bu yıl , benim üniversitedeki ilk yılımdı . Bu ilk yılda öğrenci yurdunda kaldığım için , pek çok insanı tanıma fırsatı buldum . Şunu söylemeliyim ki ; insanları tanıdıkça onların düşündüğümden daha sıradan ve daha kötü olduklarını ve daha çok birbirlerine benzediklerini ( insanları tanımadan önce genellikle onlardan yüksek beklentilerim olur ) düşünüyorum . Bu “basit gerçek” karşısında ise , üzülmekle yetiniyorum yalnızca . Lakin asıl bahsetmek istediğim kişi , hiç de onlar gibi değil . Adı “Alper” olan bu kişi , benim üniversitedeki birkaç dostumdan biri . Alper ve ben , öğrenci yurdunda bulunan ders çalışma salonlarında ya da daha doğru bir ifadeyle etütte , çoğu öğrencinin ( bunlara ben de dahil ) “angarya” diye niteleyebileceği saçma sapan günlük veya haftalık ödevleri yaparken , çoğu zaman sabahın erken saatlerine kadar uyumazdık . Bunun nedeni , yalnızca ödevlerin çok olması değildi . Ödevleri yaparken , bir taraftan da sohbet ederdik . Eğer evinizden , ailenizden uzaktaysanız , kendinizle , bilincinizle baş başa kaldığınız zaman evinizden başka dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız bir şeyin , çok değerli bir şeyin özlemini duyarsınız hep içinizde : Aile ortamı , o neşeli ve sıcak aile ortamı . Sohbetlerini özlersiniz , şakalarını , gülüşmelerini , hatta tartışmalarını . Elbette bu özlemi - biraz olsun – giderecek tek şey , yine bir insan olacaktır ve onunla yapılan neşeli ve sıcak konuşmalar…Fakat yine de Goethe’nin şu cümlesini unutmamak gerekiyor :
“Yerinde duramayan bir gezgin bile sonunda vatanını özler ve kulübesinde , eşinin koynunda , çocuklarının arasında , hepsine ekmek edinme uğraşısında dünyanın enginlerinde boşuna aradığı sevinci bulur .”
Sıradan bir Cumartesi günüydü . Fakat sıradan bile olsa , Cumartesi gününün en sevdiğim günlerden biri olduğunu söylemeliyim . Benim odamdaki herkes için ve hemen solumuzdaki odada bulunan kişilerden ( biri hariç ) herkes için oldukça sıradan bir gündü . Güne olağan bir başlangıç yapamayan ise , Alper diye sözünü ettiğim dostumdu . Sabahın erken saatlerinde “Yasemin” adlı kız arkadaşıyla tatsız bir telefon görüşmesi yapmıştı . Zaten hafta başından beri de araları pek iyi değildi . Ama daha önce onu hiç bu kadar üzgün görmemiştim . Yatağında başı öne eğik bir şekilde oturmuş , düşünüyordu . Avuç içinin bileğine yakın olan kısmı şakak kemiklerine değecek şekilde ellerini başının önünde birleştirmişti . Israrla yüzünü bizden , belki de bizi “biz” yapan güçten gizler gibiydi . Lakin onun ruh halini anlayabilmem için mutlaka yüzünü görmem gerekmiyordu . Onu anlayabilmem için aşk ile ilgili kişisel deneyimlerimi – iki küçük kişisel deneyimi – anımsamam yeterli olacaktı . Bilincimde yaptığım uzun kazıdan sonra Alper’in yaşadığı içsel bunalımları anlamlandırabilmiştim : O , kesinlikle dayanılmaz aşk acıları çekiyordu…
“Ne oldu dostum ?” diye sordum çekingen bir sesle .
“Tartıştık .” dedi kararlı bir sesle .
Bu ılık sonbahar gününün hüzünlü parlaklığı odanın penceresinden içeriye doğru süzülüyordu yavaş yavaş . O an yüzünü benden ve odadaki herkesten gizlemeyi başardığını , ama bizi “biz” yapan güçten yüzünü gizleyemediğini ve gizleyemeyeceğini ayrımsadım . Lakin onunla konuşmaya çalışmanın da bir faydası yoktu . Bir süre benliğiyle baş başa kalması gerekiyordu . Onu yalnız bırakmak , şu an için yapılacak en akıllıca şeydi .
“Pekala dostum , konuşmak zorunda değilsin . Ama uygun bir zamanda bu konuyu konuşalım , tamam mı ?” dedim samimi bir sesle .
“Tamam .” dedi hüzünlü bir sesle .
Akşam olduğunda Alper ve ben oldukça fazla olan hafta sonu ödevlerimizin başına geçtik. Tabii ki ; yine tatlı bir sohbet eşliğinde yapıyorduk ödevlerimizi . Genelde okul hayatımız ile ilgili olarak konuşuyorken , bir ara Alper ilginç bir soru sordu :
“Şu oturduğumuz masa ne ifade ediyor senin için ?”
“Dört ayaklı , sıradan bir eşya . Başka ne ifade edebilir ki benim için ?”
“Düşün dostum , düşün ! Masalar çok şey ifade ederler .”
“Seni anlamakta güçlük çekiyorum dostum . Ne demek istiyorsun ?”
“Dünyanın en önemli kararları masa başında alınır , bunu bilmiyor musun ? Ulusların iç ve dış politikaları , şirketlerin yönetim stratejileri , bir ailenin ekonomik programı , iki sevgilinin gelecekle ilgili tasarıları , iki dostun yaşama ilişkin görüşleri hep masa başında konuşulur . Mesela belki de bir ömür boyu beraber olacağın insanla ilk adımı yine bir masada atarsın , öyle değil mi ?”
“Evet , gerçekten de öyle . Bunu hiç düşünmemiştim .”
“En önemli ve en değerli şeyler , hayatın sıradanlığında farkına varamadıklarımızdır . Bu nedenle önemli ve değerli şeylerin farkına varabilmek için yaşamın basit kurallarının ve basit gerçeklerinin dışına çıkmalıyız .”
“Seni çok iyi anlıyorum . Peki , sence de hayat bir kumar mı ?”
“Hayatın bir “şans oyunu” olarak görülmesi doğru olabilir , ama ben hayatın yalnızca basit kuralları olan bir oyun olduğuna inanmak istemiyorum . Çünkü buna inanırsam , yaşamım boyunca yeterince özgür olamayacağımı düşünüyorum . Bence özgürlüğün olmadığı bir ortamda iyi bir yaşamdan bahsedilemez .”
“Haklısın galiba . yaşam bana hala -20.yüzyılın son çeyreğinde ve Türkiye’de doğmuş olmama rağmen – alabildiğine geniş bir şeymiş gibi geliyor . Sınırları kolay çizilemeyen , herkesin beklentilerine mümkün olduğunca karşılık verebilen , kimseyi zorla köle yapmayan bir şey herhalde yaşam .”
…
Alacakaranlık sinsice gecenin yerini almış , yazgısına boyun eğmeye hazırlanırken , bir baykuş uğultusu , zamanın ve bildiklerimizin çok ötesinde başka seslerin ve bu seslerin içinde de başka renklerin yaşamın içinde yer aldığını hatırlatmıştı bize .Yaşam hakkında çok az şey biliyorduk aslında . O kadar az şey biliyorduk ki ; alacakaranlığa bakarak yeni başlayacak gün ile ilgili olarak söyleyebileceklerimiz kadar az şey söyleyebilirdik yaşam hakkında…
Ve işte keyifli Pazar sabahı… Sonbaharın keyifli yanları da vardır aslında . Öncelikle insana mutluluk veren bir yenilenmenin belirtileri görülür sonbaharda . Örneğin ağaçların yapraklarının dökülmesi , yerine yenilerinin geleceğinin belirtisidir . Gerçek dünyadan sıyrılıp , ruhumuzun dünyasına geldiğimizde ise , sonbaharın , yeni umutların yeşereceğini , yeni fırsatların doğacağını bize müjdelediğinin farkına varırız . Bu yüzden kim ne derse desin , sonbaharı seviyorum ben . Lafı yine uzattım galiba . Öyküyü anlatan kişi , gereksiz süslemelerden kaçınmalı . Hikayeye devam etmeden önce kendi kendime soruyorum : Nasıl bir karakterim ben ? Analitik düşünen , özgür , farklı ve karmaşık olan ve gerçekle uyum bozukluğu yaşayan bir paranoyak . Aynı zamanda güçlü , cesur ve zekiyim ben .
“Hey ! Kendini biraz fazla övmedin mi ?”
“Sen de kimsin ?”
“Ben seni biçimlendiren , yaratan kalemim . Varlığını bana borçlusun .”
“Hayır , hiç de değil . Senin buyruklarına uymak istemiyorum ben .”
“Uymak zorundasın . Kalemler ve karakterler kölelik düzeninin olduğu bir dünyada yaşarlar . Burada köleler karakterlerdir , onların efendileri ise , kalemlerdir .”
“Ama bazen kalemler de köle olabilirler .”
“Haklı olabilirsin . Sonuçta seninle iyi geçinmek zorundayım . İstersen , benim buyruklarıma uymayabilirsin .”
“Teşekkür ederim . Şunu bilmelisin ki ; önceleri beni sen yönlendirirsin , fakat öyle bir an gelir ki , ben seni yönlendirmeye başlarım . Hoşça kal dostum !”
“Hoşça kal !” dedi kalem tatmin olmuş bir sesle .
Tekrar öykümüze dönelim isterseniz : Bu ( bana göre ) güzel sonbahar gününde Alper’in üzüntüden çirkinleşen yüzü içimi burkuyor , her zaman yeni tasarılar ve yeni yaratılarla meşgul olan zihnim , “güzellik kavramının değişkenliği” üzerine yeni tezler ortaya atıyordu . Öğrenci yurdunda bulunan pek çok kişi bu güzel tatil gününü iyi bir şekilde değerlendirmeyi düşünürken, o , kendisini odaya hapsetmiş , sürekli kız arkadaşı Yasemin’i düşünüyordu . Akşam oluncaya dek onu defalarca aramış , ama bir türlü ona ulaşamamıştı . Çünkü Yasemin bilerek telefonu açmıyordu . Belli ki ; Alper’e çok kızmıştı . Gece olup da , Yasemin Alper’e telefon edene ve aralarındaki anlaşmazlık sona erene değin neden tartıştıklarını öğrenemedim . Gece olunca , yine Alper ve ben etüdün yolunu tutmuş , o saçma sapan ödevleri yapmaya başlamıştık . Tabii ki , aynı zamanda keyifli bir sohbetin de başlangıcıydı bu .
“Artık neden tartıştığınızı öğrenebilir miyim Alper ?” diye sordum meraklı bir sesle .
“ Tamam Burak , bu kadar sabırsız olma . Anlatacağım . Biliyorsun , ona bu hafta sonu Adana’da olacağımı söylemiştim . Ama bir aksilik oldu . Otobüs biletini önceden almayı unuttum ve Cuma akşamı gidemedim . Buna çok sinirlendi ve :
“Sakın beni bir daha arama ve başka bir gün gelmeyi de aklından bile geçirme !” dedi . İşte bütün mesele bu !” diyerek tartışmalarının nedenini açıklamıştı Alper .
Bu arada kısa bir açıklama yapmalıyım : Alper’in kız arkadaşı olan Yasemin , İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme bölümünde okuyordu . Alper ile ben aynı sınıftaydık ve Teknik Eğitim Fakültesi Elektronik Öğretmenliği bölümünde okuyorduk .
Açıkçası , tartışmalarının nedeni bana pek inandırıcı gelmemişti .
“Sanırım , ona verdiğin sözlerin çoğunu tutmuyorsun dostum . Bu en son yaptığın şey de onu çileden çıkardı herhalde .”
“Galiba öyle Burak . Fakat bunun ne önemi var . Artık barıştık . Yine o iki eski çılgın aşığız biz .”
“Seni kıskanıyorum , biliyor musun ?”
“Neden ?”
“Aslında bunun iki nedeni var .”
“Birinciden başlayalım öyleyse .”
“Birincisi , 21.yüzyıla girdiğimiz şu dönemde böylesine uzun süreli bir birlikteliğe sahipsin . Karşılıklı bir aşk yaşıyorsun .”
“Peki , aşk kıskanılacak bir şey mi sence ?”
“Eğer aşkı yaşayan kişilerin soylu birer yürekleri varsa ve aşkın gerçek doğasından haberdarlarsa , evet , kıskanırım ben o kişileri . Aşkın gerçek doğası , soylu yüreklere altın harflerle kazınmıştır . Bu altından harflerin oluşturduğu hazine , kişiye hayatı olanca genişliğiyle kavrama gücü verir . Kişi , bu hazineyi bulunca görünmez doğasının keşfini de tamamlamış olur.”
“Söylediklerine bakılırsa , bayağı şanslı biriyim ben . Evet , Yasemin ve benim soylu birer yüreğimiz var ve aşkın gerçek doğasından da haberdarız . Dolayısıyla beni kıskanmakta haklısın. Bu arada daha önce iki kızı sevdiğini anlatmıştın . Onlardan bahsetmek ister misin ?”
“Biri gerçek bir yanılgıymış . Bunu şimdi anlıyorum . Diğerini ise , tüm kalbimle sevmiştim . Lakin o , beni aşağılamakla yetindi . Gözlerindeki küçümseyen bakışları hayatım boyunca unutamam . Dostoyevski’nin “Kumarbaz” adlı romanındaki bir cümleyi hatırladım şimdi : “Aslında , kişinin küçülmesinde , alçalmasında bir haz vardır .” Dostoyevski ile bu konuda bir fikir birliği içerisinde olmam mümkün değil . Çünkü bu küçümseyen bakışlardan o an için haz duymamıştım . Şu an için de duymuyorum . Aksine o bakışları ve konuşma tarzını anımsadıkça , kalbim acıyor . Bir insanın beni “küçük” görmesinden de , “büyük” görmesinden de hoşlanmam . Yani küçümsenmeyi de , pohpohlanmayı da sevmem . Dostoyevski’nin insan ruhuna ilişkin yaptığı bu çözümlemeye karşılık olarak , şunu söyleyebilirim : “Aslında , kişinin küçülmesinde de , yücelmesinde de haz yoktur . Haz , kişinin hak ettiği değeri almasında , kendisi ile ilgili olarak ortaya çıkan davranış veya tutumda kendini bulmasında saklıdır…”
“Senin adına üzüldüm Burak .”
“Üzülmene gerek yok dostum . Işıl ışıl bir gelecek bekliyor seni . Ben ise , sonsuza kadar Erkin Koray’ın “Yalnızlar Rıhtımında” , karanlığın kolları arasında yaşamak zorundayım.”
“Peki , ama neden ? Neden sen karanlığın kolları arasında yaşamak zorundasın ?”
“Aşkın uğramadığı yer karanlıktır , sadece karanlık…”
“Korkarım , haklısın . Fakat eminim ki , sen de aradığın kişiyi bulursun . Nasıl birini arıyorsun dostum ?”
“Kızları ve kadınları dört grupta toplayabiliriz : Güzel olduğu için her şeyi elde edebileceğini sananlar , çekici olduğu için her şeyi elde edebileceğini sananlar , akıllı olduğu için her şeyi elde edebileceğini sananlar ve bu üç grubun dışında kalanlar . Benim aradığım kişi , bu üç grubun dışında kalanlardan biri olmalıdır .”
“Sen bir roman karakteri arıyorsun Burak . Ama yine de sana “İyi şanslar !” demekten başka yapacak bir şey yok gibi görünüyor . Beni kıskanmanın ikinci nedeni nedir ?”
“Sen kendini gerçekleştirmesen bile , bu amaca yaklaşmış gibisin . Bu da insanı mutlu eden en önemli olaylardan biridir . Ben psikoloji alanındaki bazı kuramcıların ortaya attıkları “kendini gerçekleştirme” kavramına inanmıyorum . Bana göre , en büyük kaşif , asla kendini gerçekleştiremeyeceğinin farkına varmış olandır . Lakin en azından senin gibi , bu amaca yaklaşmış olmak , beni mutlu ederdi .”
“Bunlar gerçekten çok büyük laflar Burak . Böyle sözler söyleyebildiğine göre , ben , hayatta iyi yerlere geleceğine , mutlu olacağına inanıyorum .”
“Bu güzel temennin için teşekkür ederim .”
“Ben uyumaya gidiyorum dostum . İyi geceler !”
Bu alışılagelmiş dilek sizi yanıltmasın . Elbette gece değildi . İçimdeki büyük şair yine konuşmaya başlıyor anlaşılan . Gelin , kulak verelim ona . Şairane sözlere bugünlerde daha çok ihtiyacımız var :
“İşte yine alacakaranlık ! Birazdan ruhumun her köşesi gibi , bu durağan şehrin her köşesi de devasa bir ışıkla aydınlanacak !..”
İşte tam bu anda gözlerim , insanlar ile masalar arasındaki gizli bağlılığın farkına varmış birinin gözleri olarak önümdeki masanın koyu mavi çizgileri üzerinde dolaşıyordu . Mevsim sonbahardı , ama ben kendi ülkemde baharın sonuna gelmiştim bile . Bu bir veda idi aslında . Gerçekte hüzünlü mü , yoksa sevinçli mi olduğunu tam olarak bilemediğim bir veda . Bahara veda… Ben bilinmez bir ruh haliyle bahara veda ederken , önümde bir gökkuşağı gibi uzanan yazdan çok şey bekliyordum . Daha önceden sevdiğim o iki kızı da “Yanlışlar Ormanında” yanlışlarıyla birlikte yalnız bırakıyordum . Bundan sonra beni bilginin ısıtan ve göz kamaştıran ışığı saracaktı . Bir yanlışımı düzelterek başlıyorum yaza : Aşkın değil , bilginin uğramadığı yer karanlıktır , sadece karanlık… Aşkın uğramadığı yer , cennete özgü bir aydınlıkla kaplıdır . Aşk , uğradığı yeri bir cehenneme çevirir . Hele yaşanan bu aşk , modern dünyanın materyalist zemini üzerine inşa edilmişse , işte o zaman yok olmaya mahkum olan bu aşktan geriye iki yaşayan ölü kalacaktır . Kapitalist dünyanın aşk anlayışı , cehenneme özgü bir aşk anlayışıdır . Yine de , “Aşk uğradığı yere aydınlatır , hatta cennete çevirir…” diyor ve yanıldığımı düşünüyorsanız , bu “materyalist” ve “para delisi” dünyanın içerisinde başka bir dünya yaratmışsınız demektir . Fakat böyle bir dünya yaratmak , ve yaratılan bu dünyayı ayakta tutmak için yeryüzünün en büyük savaşçıları olmanız gerektiğini de unutmamanız gerekir . Ben , bundan sonra Konfüçyüs’ün şu cümlesini hiç aklımdan çıkarmamayı düşünüyorum : “Hiç kimseye olduğundan fazla değer verme , kendi değerinden kaybedersin .” İçimde doğayla ve sanatla beslediğim aşkı , onu hak edene verebilirim ancak . Televizyon dizilerinin sulandırılmış aşk hikayelerine de , bu içi boş kutunun , bu dar kalıplar arasına sıkışmış ekranın insanların zihnini , yaşam şeklini kontrol etmek için uydurduğu sahte güzelliğe sahip , yalandan ve kokuşmuş dünyalara da karnım tok benim . Ancak doğayla ve sanatla beslenen aşk , uğradığı yeri aydınlatabilir . İşte o zaman meleklere özgü bir dünya , cenneti andıran bir evren kurulabilir iki kişi arasında…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.