- 1684 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HÜZÜNLÜ PRENSESİN GÖZYAŞLARI
Geçmişimizden kopup gelen , içimizde yaşayan , hayatın her anında karşımıza çıkan ve gizemini her yönüyle koruyan “sonsuzluğa” uzanan yolda yine karşımıza çıkacak olan o tatlı , derin ve anlamlı öykülerin kaynağından çıkıyorum… Beraberimde bu kaynaktan kopartılıp alınmış bir öykü getiriyorum . Öykülerin kaynağı güneşe benzer . Güneş nasıl canlılar için ısı ve ışık kaynağı ise , öykülerin kaynağı da öyledir . Her bir parçası başlı başına bir ısı ve ışık kaynağıdır öykülerin kaynağının . Benim getirdiğim öykü de , ısı ve ışık saçıyor . Peki , bu öyküyü nasıl götürebilirim insanlara ? Düşünüyorum… Sonunda Franz Kafka’nın “ölümden bile derin bir uykuya” benzettiği o tatlı uykuya dalıyorum . Yazmaya başlıyorum…
Aslında hüznü anlatmak istemezdim . Aslında “hüzünlü” bir prensesi anlatmak istemezdim. Aslında “gözyaşlarını” anlatmak istemezdim bu hüzünlü prensesin . Ama uzun bir zamandır düşünüyorum : Her şeyin doğasında kendi kendini besleyen bir hüzün saklıdır . Sanatın, edebiyatın insana verdiği hazların en büyüğü ise , bu saklı hüznü bir parça da olsa , hissedebilmektir .
Prenses ağlıyor… Solgun , bitkin ve bezgin yüzünden bir Tanrıçanın hüznü okunuyor . Hüzünlü prenses… Ne anlamlı bir imge… Gözyaşları… İnsanlığın en iyi dönemlerinde bile hiç dinmemiş . Sonsuzlukta , “sonsuzluk” denilen bilinmeyen ülkede yağan yağmur gibi… Belirsiz ve sürekli…
Aslında öykünün kalbi , esrarlı bir dörtlükte atıyor . Bu esrarlı dörtlük , şöyle konuşuyor :
“Bugün seni gördüm !
Gülüyordun bir prenses gibi ,
Soylu ve ihtişamlı
Gözlerini gördüm !..”
Daha sonra esrarlı dörtlük , kısa bir süre için susuyor ve nasıl ortaya çıktığını anlatmaya başlıyor :
“Yirmi bir yaşından gün almaya devam eden , kumral , kıvır kıvır , uzunluğu sırtının beline yakın olan bölümüne kadar uzanan , canlı ve güçlü saçlarıyla bir genç kız , biçimli bacaklarını deniz suyuna doğru uzatmış ; kıyıda mağrur ve düşünceli bir şekilde oturuyordu . Görünüşünden belli-belirsiz bir soyluluk okunuyordu . Ancak yine de soylu yanının mı , soysuz yanının mı ağır bastığını anlamak için , onu tanımak gerekiyordu . “Dünya” adı verilen gezegende yaşayan insanlara bakıldığında , benim gibi ,esrarlı dörtlüğün baktığı gibi bakıldığında şu söylenebilir : Dünya üzerinde soylu ve soysuz yanı tam anlamıyla dengede olan bir insan yoktur. Soylu veya soysuz yanı ağır basan insan vardır ya da şöyle denilebilir : “Soylu” insan veya “soysuz” insan bulunur güzel dünyamızda . Denge , kulağa hoş gelen , sevimli , derinliği olan bir sözcüktür . Fakat esrarlı dörtlük olarak bana sorarsanız ; dünya üzerinde sanat yapıtları , mühendislik çalışmaları ve bu ikisine ilham kaynağı olan doğa dışında “denge” sözcüğüne rastlamak neredeyse imkansızdır . “Zaten geriye ne kalıyor ki ?” diye soracaksınız . Ben de geriye kalanın evrenin en büyük gizemi olduğunu söyleyeceğim size : İnsan ruhu…
Sade bir güzelliğe sahip olan bu genç kız , kendine göre yavaş yavaş insanları terk edeceğinin belirtilerini vermeye başlayan yazın tadını çıkarmaya çalışıyordu . 2003 yazıydı . Ağustos ayının Eylül ayına yakın olan bölümüne girilmişti . Yani Ağustos ayının 16. veya 17.günü yaşanıyor olmalıydı . Sözü geçen güzel kızın biraz gerisinde sekiz yaşındaki küçük erkek kardeşi , yeşil renkte plastik kovası ve küreğiyle çocukluğunun en büyük eserlerinden biri üzerinde çalışıyordu . Büyük erkek kardeşi ise , o sıralarda yoğun iş toplantıları arasında mekik dokuyordu . Annesi , babası ve küçük erkek kardeşi ile sakin ve huzurlu bir tatil geçiriyordu güzel kız . Ya da - Amerikalıların da belirttiği üzere - “the first impression ( ilk izlenim )” denilen sözüne güvenilmez dostun bize anlattığı şeylerdi bunlar . Genç kızın etrafında en usta romancıların bile tümüyle anlatamayacağı o kadar güzel ve fazla sayıda ayrıntı vardı ki ; ben bir dörtlük olarak , asıl ayrıntıyı unutup , bu tamamlayıcı ayrıntılara dalmıştım : Hasır veya demirden şemsiyelerin altında genç ve yaşlı insanlar güneşleniyor , oturuyor , sohbet ediyor ya da kitap okuyorlardı . Kıyı şeridi , deniz kumuyla oynayan çocuklar , çocuklarına bir şeyler anlatmaya çalışan anneler ve babalarla doluydu . Asıl ayrıntıya yirmi adım uzaklıkta , “Hüzün” adında ana rengi beyaz , alt ve üst kısımlarında ince ve mavi renkte çizgiler bulunan bir kayık bulunmaktaydı . Bu kayığın yanında “Sevinç” adı verilen bir motor ile kırk-elli yaşlarında üç adam balık tutmaya hazırlanıyorlardı . Bu motorun beş-on adım ilerisindeki “Yalnız” adlı motor ise , ismini doğrularcasına yalnızdı . Kıyı şeridinin bitiminden açık denize doğru uzanan kara parçası , bir kılıçbalığının gövdesini anımsatıyordu insana . Taşlar ve kayalar , doğanın sert , bir yönüyle de sevimsiz yanını anlatıyordu . Kayaların kenarlarındaki ürkek , ama neşeli yengeçler bir görünüp , bir kayboluyordu . Biraz sonra kıyıdan uzaklaşmaya başlayan motorun sevimsiz çığlıkları duyulmaya başladı . Güneş , tüm bu ayrıntıları dikkatle izliyor ve hünerli elleriyle rengarenk kumsalın resmini çiziyordu . Kıyıda oturan genç kız , resmin en güzel ve en dikkat çekici ayrıntısıydı . Ancak kızın dikkat çekici olmasının nedeni , duru ve aydınlık güzelliği değil , karmaşık ve karanlık bakışlarıydı . Esen hafif rüzgar nedeniyle zaman zaman hareketli bir görünüme bürünen denizden sağ tarafa , kıyı şeridinin sonuna doğru uzanan bu karmaşık ve karanlık bakışlar , sanki şöyle konuşuyordu : “ “Hüzün” adında bir kayık ve bu kayığın on-on beş adım ilerisinde “Yalnız” adında bir motor… Bu iki deniz aracı , benim şu anda içinde bulunduğum ruh halini özetleyen iki sözcüğü ne kadar büyük bir anlayışla haykırıyorlar kalın ve sert bedenlerinden…”
Ben , küçük ve esrarlı dörtlük , biçimsel olarak kendimden çok çok daha büyük ve karmaşık olan , gerçek yaşamın içinde , o anda ortaya çıkan görkemli bir senfonik şiire tanıklık ediyordum . Kendimi bir an ünlü Çek besteci Antonin Dvorak gibi hissettim . Ancak bu kez senfonik şiiri 19.yüzyıl ortalarına doğru doğan ve 20.yüzyılın başlarında ölen bu büyük besteci değil , ben yazıyordum…
Hüzünlü ve yalnız olan genç kız , bakışlarını bulunduğu yerden sol tarafa doğru yönlendirip , kıyı şeridinin bittiği yere doğru baktığında ; şeridin kendisine oldukça yakın olan bir yerinde biri uzun boylu , yirmi beş yaşlarında gösteren , diğeri ilk okul çağında bir çocuk gibi gözüken iki erkek çocuğun beyaz ,sarı , kırmızı , mavi ve turuncu renkleri olan bir deniz topuyla oynadıklarını gördü .
Birden küçük erkek çocuğun gelişigüzel atmış olduğu top , büyük erkek çocuğun çok üstünden geçip , deniz kumunun üzerinde seke seke genç kızın yanına kadar geldi . Büyük erkek çocuk da az sonra genç kızın yanı başında belirdi . Kibar bir sesle :
“Çok özür dilerim . Kusura bakmayın . Sizi rahatsız etmek istemezdim . Ama kardeşim…”
“Kardeşiniz küçük ve dikkatsiz , öyle değil mi ?”
“ Evet . Onun adına sizden özür diliyorum . “
“Özür dilemenize gerek yok . Böyle küçük şeyleri sorun edecek biri değilim ben !..”
Büyük olan çocuk mahcup bir tavırla :
“Yanlış anlamayın , öyle demek istemedim . Yani , “Siz , küçük şeyleri sorun ediyorsunuz!” demedim . Tekrar özür dilerim !”
Genç kız , yavaş yavaş sinirlerinin gerilmeye başladığını hissediyordu . Bunun üzerine sert bir tavırla :
“Önemli değil ! Topunuzu alın ve lütfen gidin buradan !” dedi .
“Sizi kızdırmak istemezdim . Çok özür dilerim . Affedin beni , lütfen !”
“Siz özür dileme rekoru kırmadan önce , sizi gerçekten affettiğimi söylüyorum , tamam mı? Anlaştık mı ?”
“Anlaştık , tamam . Hoş çakalın ! İyi tatiller !”
“Size de iyi tatiller !”
Uzun boylu , normal bir kiloya sahip olan genç adam , genç kızın uzattığı topu aldı . Tam sırtını dönüp gitmek üzereydi ki ; birden genç kıza doğru yöneldi ve ince , titreyen bir sesle :
“Bu arada…” dedi .
Genç kız , sinirli bir edayla bu genç adamın cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden :
“Bu arada , ne ?” diye sordu .
“Bu arada , ismim Gökhan .
Genç kız gittikçe yumuşayan bir sesle :
“Benim adım ise , Pelin .” dedi ve elini uzattıktan sonra aynı anda :
“Tanıştığımıza memnun oldum !” dediklerini duydu .
O an iki genç , birkaç saniye birbirlerine baktılar . Sonra iki sade gülümsemeyle birlikte , el ele gökyüzüne doğru yükseldiler . Sonrası esrarlı bir dörtlük… İşte ben böyle doğdum . Gerçek ve kutsal bir ezgiyle birlikte gökyüzüne doğru yükseldim… O büyüleyici masal ülkesine…
Bir süre esrarlı dörtlüğü dinledikten sonra , yine ben konuşmaya başlıyorum , ya da şöyle demeliydim : “Franz Kafka’nın ölümden bile derin uykusunu uyumaya devam ediyorum : Yazmaya devam ediyorum…”
Pelin , ertesi sabah saat sekiz civarında kalktı ve yaklaşık bir haftadır yaptığı gibi , yazlık evlerine yakın olan denize yüzmeye gitti . Genç kız , küçük erkek kardeşi , annesi ve babasıyla birlikte , iki katlı , beyaz renge boyanmış yazlık evlerden oluşan bir sitede oturmaktaydı . Bu dört kişilik aile , Temmuz ayı başından Ağustos ayı sonuna kadar bu yazlık evde oturur ; yazın tadını çıkarmaya çalışırdı .
Pelin denizde yüzerken , kendisini izleyen bir çift gözün farkında değildi . Genç kız bir süre yüzdükten sonra , denizden çıktı ve deniz kıyısında oturdu . Yine sessiz , sakin bir şekilde belirsiz düşüncelere daldı . Hafif bir rüzgar esiyordu sabahın eşsiz huzuruna doğru… Dalgalar kıyıda bir heykel gibi duran genç kızın ayaklarını okşuyordu . Alabildiğine dingin ve huzurlu bir yaz sabahı , yaşamını borçlu olduğu Tanrıyı ve bugünü kibar bir asilzade gibi selamlıyordu… Sessizce , öyle bir heykel gibi dururken , sanki uyuyor gibiydi . Uyuyan bir heykel… Aslında uyuyan bir güzel… Soylu sessizliğinde ve sıra dışı hareketsizliğinde kaybolmuş , uyuyan bir güzel… Acaba kendi şiiriyle doğanın çok sesli şiirinin birleştiği bu anda , kendisini bu uykudan uyandıracak öpücüğü mü bekliyordu ?..
Birkaç dakika sonra mavi , yeşil , turuncu , kırmızı ve beyaz renklere sahip olan bir deniz topu , genç kızın sağ tarafına doğru beş-on adım uzaklıkta bir yerden denize doğru yuvarlanmaya başladı . Genç kız , deniz kıyısına yakın bir yerde , deniz suyunun üzerinde kalan bu topun yanına gittiğinde , topun üzerinde büyük harflerle :
“BUGÜN SENİ GÖRDÜM !” yazılı olduğunu gördü . Pelin bu esrarengiz olaya bir anlam veremediğini sansa da , zihninde belli-belirsiz bir şeyler oluşuyordu…
Birkaç dakika , ama bilinmez zaman aralıklarıyla üç deniz topu daha benzer şekilde denize doğru yuvarlandı . Bu üç deniz topunda yazılı olanlar ise , sırasıyla şöyleydi :
“GÜLÜYORDUN BİR PRENSES GİBİ ,
SOYLU VE İHTİŞAMLI
GÖZLERİNİ GÖRDÜM !..”
Bu üç deniz topunun hemen arkasından ise , deniz kıyısına pek uzak olmayan bir mesafedeki ağaçlık bir yerden genç bir erkek çıktı ve deniz kıyısındaki genç kıza doğru yürümeye başladı . Gizemli genç adam , genç kızın yanına kadar geldi ve berrak bir ses tonuyla :
“Günaydın !” dedi .
O anda Pelin , bir seri katili görmüşçesine bir çığlık atacak gibi oldu , ama oğlanın yüzünü tam olarak inceleyince , çok derinlerden gelen bu çığlık , geldiği yere geri döndü . Genç kız , şaşkınlığını gizleyemeyerek :
“Günaydın !” diyebildi .
Bu korkunç şaşkınlığı , ürkek bir kızgınlık izledi :
“Yeni tanıştığınız insanları hep böyle korkutur musunuz siz ? Kendimi bir korku filminin içindeymiş gibi hissettim .”
Genç erkek , yani Gökhan üzgün bir şekilde :
“Sizi korkuttuysam , üzgünüm . Fakat duygularımı farklı şekillerde açıklamaktan hoşlanan biriyim ben . Beni affedin lütfen !”
“Lütfen af dilemeyin ! Bundan sıkılmaya başladım artık .”
“Anlayamadım . Neden sıkıldınız ?”
“Sürekli benden özür veya af dilemenizden !”
“Tamam , bundan sonra buna dikkat etmeye çalışırım . Bu arada dörtlük için ne düşünüyorsunuz ?”
Genç kızın yüzünde yüreğinden kopup gelen , şirin bir gülümseme belirdi :
“Beni bir prensese benzettiğiniz için teşekkür ederim ! Fakat bu dörtlüğün anlamı nedir ? Bana aşık mı oldunuz ?”
Gökhan , kendinden emin bir şekilde cevap verdi :
“Aslında bilmiyorum . Dün sizinle birkaç saniye bakışmamızın ürünüdür bu dörtlük . Fakat duygularımı bir kılıf içerisine yerleştirebilmiş değilim . Yani bu , aşk mı , sevgi mi ? Bunu bilmiyorum . Sadece kalbimden kalemime , oradan da kağıt parçasına doğru esrarlı bir yolculuğa çıktım ve bu yüzden bu dörtlüğün adını “Esrarlı Dörtlük” olarak belirledim .
“Esrarlı dörtlük mü ?”
“Evet , esrarlı şeylere inanırım ben .”
“Öyle mi ? Ben esrara inanmam .” dedi Pelin bunun üzerine ve devam etti :
“Artık çoğu kişinin yaşamı çok basit ve çok düz olaylarla dolu bir şekilde geçiyor . Masalsı , destansı , şiirsel olaylar sadece kitaplarda bulunuyor . Birer akvaryumda yaşayan , dışarıda bulunan gerçek dünyadan habersiz insanlar için okunmayı bekliyor bu saçmalıklar . Bu insanlar , hayata bir yerinden tutunabilmek , bir parça da olsa avunabilmek için , kendilerini edebiyatın sihirli dünyasına bırakıveriyorlar… Ben böyle biri değilim . Yani bu azınlıkta kalmış insanlar gibi , edebiyatın , sanatın gücüne , yaşamın bir şiir olabileceğine inanmıyorum . Onların içerisinde yer almak da istemiyorum . Lütfen , o bakışmaları , gülümsemeleri , gökyüzünü , denizi , “esrarlı dörtlüğü” , “şiirsel” olduğunu sandığınız o anların hepsini unutun ve beni rahat bırakın !”
Pelin’in bu sözleri , bir haykırışa dönüşmüştü . Dünyanın çoğunluğunun haykırışıydı bu . Sadece “maddi dünyayı” değil , git gide “manevi dünyayı” da tüketen , yok eden insanların sesiydi bu . Bu tüketim çılgınlığına karşı direnen , üretime eğilimli insanlara karşı söylenmiş sözlerdi bunlar… Kaybolan şiirin , kaybolan insanın “çıplak gerçeğini” yansıtan ; ruhsuzca , düşüncesizce kurulmuş cümlelerdi bunlar… Ve tüm insanlığa , bir büyünün , “insanın büyüsünün” bozulduğunu haykırıyordu…
Gökhan , son derece üzgün görünüyordu . Hiçbir şey söyleyemedi . Sadece olabildiğince sessiz , ama hızlı adımlarla oradan uzaklaştı…
Hüzünlü genç kız , artık bir prensesti . Genç adam , onu bir prenses yapmıştı . Şimdi ise , “hüzünlü” prensesti . Ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu . Gözyaşları , tüm insanlığın gözyaşlarıydı . Şiirini , ruhunu yitiren , evrende kaybolup giden insanın gözyaşlarıydı…
Kafka’nın uykusundan uyanıyorum… Yazmayı bırakıyorum… Hüzünlü prensesin gözyaşlarını daha fazla anlatmak istemiyorum…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.