- 1198 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
TÜKENEN SADECE DIŞ DÜNYA MI ?
Tüketim… Çağımızın korkunç hastalığı… Peki , acaba çoğu kişinin belirttiği üzere , tükenen sadece dış dünya mı ? Yani dünya gezegenindeki kaynaklar hızla tükeniyor ve biz insanlar evrenin derinliklerinde kendimize yaşayacak yeni bir yer bulmak zorundayız . Tabii ki , kaynakları bol , canlıların yaşaması için uygun bir yer olmalı bu yeni yer . Sorun ve çözüm yolu bu kadar basit mi acaba ?..
Öncelikle içinde yaşadığımız dünya düzeninin bir analizini yapmalıyız ki ; buradan hareketle “tüketim” kavramının anlamsal boyutlarını inceleyebilelim . Dünyamız şu anda “Kapitalizm ( Sermayecilik )” adı verilen , benim insan doğasına aykırı bulduğum , korkunç bir sistemle yönetilmektedir . Ben bu sistemi , her tarafında delikleri olan , gittikçe daha çok su alan ve yavaş yavaş batmakta olan bir gemiye benzetiyorum. 2004 yılının sonlarına doğru yaklaşıyoruz ve gemi hala su alıyor…
Kapitalizmin anlamsal boyutlarını incelediğimiz zaman , karşımıza şunlar çıkmaktadır : Öncelikle kapitalizm , üretim araçlarının büyük ölçüde gelişmesiyle ve onlara sahip olmayan emekçiler tarafından kullanılmasıyla belirgin bir insan toplumunun hukuki yapısıdır . Aynı zamanda özel teşebbüse ve piyasa serbestliğine dayanan üretim sistemidir . Marksçıların terminolojisinde ise , içinde taşıdığı çelişmelerden ötürü yıkılmaya mahkum olan iktisadi , siyasi ve sosyal düzen . Ben Marksizmi tümüyle destekleyen biri olmasam da , bu tespitin çok doğru bir tespit olduğunu düşünüyorum . Dünyanın iktisadi , siyasi ve sosyal açıdan içinde birçok çelişki barındırdığı gün gibi ortadadır . Çelişkilerin çok fazla olduğu bir sistem ise , çökmeye mahkumdur…
Kapitalizmi çözümlemeye devam edelim şimdi : Kapitalist düzende , iktisadi faaliyetin temel amacı kar etmektir . Kar elde etmeye karşılık , girişilen teşebbüsün başarısızlığa uğraması tehlikesi vardır . Modern kapitalizmin ayrıca özelliği , işletmenin , karın yanı sıra güvenliği de araması ve yeterli ölçüde büyüdüğü zaman kudretli bir hale getirmek istemesidir . Modern kapitalizmin özellikleri şunlardır :
1. Teknik Kapitallerin Önemi ve Mali Kapitalin Hakimiyeti ,
2. Ücretlerin ve İşverenlerin , Birbiriyle Mücadele Eden Güçlü Sendikalar Kurmaları .
Batı dünyasında kapitalizme karşı çıkanların görüşlerine göre , kapitalizm iktisadi açıdan en iyi , en uygun durumu sağlamaz ; hem savurgan , hem iktisadi gelişmeye karşı , hem düzensiz , hem de zorbadır ; yalnızca , yersiz de olsa karşılığı ödenebilen gereksinmeleri doyurur , hatta yapay olarak gereksinme yaratmaya uğraşır ; bunu , verimli değilse ya da az verimliyse temel gereksinmelerin karşılanmasını ihmal ederek yapar .
Kapitalizmin öğretisini yapanlarsa , karşıtlarına şu görüşlerle yanıt verirler : Taraflar anlaşmakta ya da anlaşmamakta serbest olmak üzere , işverenle işçiler arasında yapılan sözleşmelere uyulmaktadır . Baskı , kapitalist öncesi ve kapitalizme karşı olan ülkelerin olgusudur ; herkes gelirini kapitalist olmak için kullanabilir , kapitalist kazanç rastlantıya bağlıdır , başarısızlık ve para kaybı tehlikesi her zaman vardır . Sermayeleştirme teknik ve kültür alanlardaki gelişmenin gerekli koşuludur , bunun etkisi de kapitalist olmayan ülkelerin imrendiği genel yaşam düzeyinin yükselmesidir ( Ne kadar cılız bir savunma değil mi ? Zenginin fakiri ezdiği , daha da zengin olmak için fakiri daha da fakirleştirdiği ; insanların yaşam düzeyinin yükselmesini değil , hayatta kalmayı , açlık sınırından kurtulmayı düşlediği bir dünya burası !.. İnsanları materyalist sapıklar haline getirip , sonra da herkesin görebildiği , ortada olan şeyleri göz ardı eden ( bu sayede kendi içinde çelişen ) , düşüncesiz bir zihniyetin kendisi gibi “zavallı” olan savunması bu !.. ) .
Aslında özgürlüğe değil , köleliğe dayanan sistemimizin yarattığı insan anlayışı , liberal insan anlayışına yakın , ama ondan daha çok çıkarlara ve bencilliğe dayalı bir insan anlayışıdır . Liberal insan anlayışı , homo oeconomicus anlayışıdır . Yani insan, az gayret ve emekle en çok kazanç sağlamaktan başka bir amaç gütmeyen akıl sahibi varlıktır . Böylece , insan , serbest bir şekilde hareket ederek , tabii iktisadi düzenin kurulmasına imkan verir . Kişisel çıkarlar ve toplumun genel çıkarları , birbiriyle uzlaşır ve uyuşur . Tabii ki , bunlar kuramsal saçmalıklardır . Kişisel çıkarların toplumsal çıkarlarla uyuşup uyuşmayacağını tahmin edebilmek ya da daha doğrusu , öngörebilmek için , “İnsan bencilliğinin sınırları var mıdır ?” sorusuna yanıt verebilmemiz lazımdır…
Bu “akademik” , daha doğrusu , “ansiklopedik” çözümlemeden çok daha etkili , çok daha güçlü bir çözümleme yapacağız şimdi :
Bu çözümlemeyi , bence içinde yaşadığımız dünyayı ve günümüzün insan tipini ( çoğunluğu düşünecek olursak ) en iyi anlatan film olan “Fight Club ( Dövüş Kulübü )” adlı filmden çeşitli repliklerle yapmaya çalışacağım . Chuck Palahniuk’un aynı adlı romanından Jim Uhls’un sinemaya uyarladığı bu filmi bir sinema dehası olan David Fincher yönetmiştir . Zekanın uç noktalarında dolaşan bu filmde , baş karakter Jack ( Edward Norton canlandırmıştı bu karakteri ) , özel bir şirkette “geri çağırma koordinatörü” olarak çalışmaktadır . Yani şirketin ürettiği arabalarla yapılan kazaların güvenlik sistemindeki ya da genel olarak arabadaki hangi eksikliklerden kaynaklanabileceğini araştırmakta , bir anlamda “kazayı geri çağırmaktadır” . Kendi bakış açısıyla “profesyonellerin “dosya dolabı” diyebileceği” bir dairede yalnız yaşayan Jack , hayatından pek de memnun değildir . Günümüz dünyasında yaşayan pek çok insan gibi , arayış içindedir . Mutsuzluğunu giderecek bir mutluluğun , daha doğrusu huzurun ve rahatlamanın arayışıdır bu . Ayrıca Jack , geceleri uyuyamamaktadır ve bu uykusuzluk sorunundan kurtulmak istemektedir Bu nedenle kahramanımız , ( aslında hiçbir hastalığı olmamasına rağmen ) “Testis Kanseriyle
Mücadele” , “Beyin Parazitleriyle Mücadele” , “Kan Parazitleriyle Mücadele” gibi çeşitli gruplara katılmakta ; bu grup terapileri sayesinde biraz olsun rahatlamaktadır . Testis Kanseriyle Mücadele adlı grupla katıldığı terapide , birbirlerine sarılarak ağlayacakları eşi , Jack’in “Koca Geyik” dediği, Bob adında vücut geliştirme dalında şampiyonluğu olan bir adam olacaktır . Bob , yarış atlarında kullanılan bir doping maddesinin de içlerinden bulunduğu çeşitli doping maddeleri kullanmış , bu maddelerin etkisiyle testis kanseri olmuştur . Bu korkunç hastalığı yüzünden eşinden boşanan , çocuklarının telefonlarına cevap vermediği bu zavallı adamın hikayesini dinlerken , Jack , gerçek anlamda acıyı keşfeder. Bu keşiften sonra Bob , onu kendisine doğru çekip sıkıca sarıldığında , Jack, bu kez gerçekten ağlamaya başlar ve şu olağanüstü cümleleri söyler bize hikayesini anlatırken :
“Ve sonra bir şey oldu . Kendimi bıraktım . Sonsuzlukta kaybolup karanlık sessizlikle bütünleştim… Özgürlüğü buldum… Ümidin kaybolması , özgürlük demekti…”
Bu olaydan sonra Jack , uykusuzluk sorunundan kurtulmuştur . Kendi deyimiyle , “bebeklerden bile daha iyi” uyumaktadır artık . Ve Jack , bu grup terapilerinin bağımlısı olur…
Hikayeye biraz ara vermek istiyor ve hemen üstteki repliğin son cümlesine dikkatinizi çekmek istiyorum . Bu cümleyle birlikte , “Matrix Üçlemesinin” ikinci filmi olan “The Matrix Reloaded ( Yeniden Yüklenmiş Matris )” adlı filmde , Mimarın ( “Matrix” adlı dev bilgisayar programının yaratıcısı ) insanları kast ederek Neo’ya söylediği şu cümleyi anımsatmak istiyorum :
“Umut… En büyük gücünüz ve en büyük zayıflığınız…”
Şimdi muhakeme gücümüzü kullanmaya çalışalım : İnsanların öyle dönemleri vardır ki , bazen “umut” en büyük güç olur . Bazen de “umut” en büyük zayıflığımız olabilir . Günümüzde umut , en büyük güç sayılabilir belki . Ama ben , kendi adıma sürekli karanlığa gömülen , ilerisinde ışık görmediğim bu dünyada , olayları akışına bırakarak ümitlenmenin pek de akıllıca olmadığını düşünüyorum . Dünyada yaşayan her insan , yaşanan bu kaosa seyirci kalmak yerine , kendi çapında çözümler üretir , elinden geldiği oranda üretken olmaya çalışırsa , dünyanın pek çok sorunun üstesinden gelebileceğine inanıyorum . Yalnızca “siyasilerin” çözebileceğinden çok çok büyük sorunlarla karşı karşıyayız . Dolayısıyla herkes elini taşın altına atmalı ve “küresel” çapta bir mücadeleye girişilmelidir . Olayları akışına bırakarak ümitlenmek , bizi bir köle yapar . İşte o zaman umut , en büyük zayıflığımız olur . Bu zayıflığımızdan kötü niyetli , bencil ve güçlü olan insanlar yararlanmak isteyebilirler ( Şu an yararlanmaktadırlar ) . Lakin “bireysel” anlamda üstümüze düşeni yapar ve ondan sonra ( ilerideki ışığı görerek ) umutlanırsak , özgürlüğü bulabiliriz . İşte o zaman umut, insanlık için en büyük güç olur…
Şimdi dilerseniz , hikayeye kaldığımız yerden devam edelim : Jack , bağımlısı olduğu grup terapilerinden birinde , kendisi gibi arayış içinde olan , kendisini “bir canavar” , “bulaşıcı bir insan atığı” olarak gören Marla Singer ( Helena Bonham Carter bu karakteri canlandıran aktrist idi ) ile tanışır . Kendi deyimiyle , kendine olan inancını yitiren , kendinden nefret eden bu genç kadın , Jack’in ifadesiyle “o ana kadar grup terapileri sayesinde güzel giden her şeyi mahveden” biridir . Jack’in Tibet Felsefesinden yaptığı bir alıntıya ( Hepimiz ölüyoruz…) karşılık olarak, Marla , kendi felsefesini şu cümleyle ortaya koyar :
“Her an ölebilirim , ama asıl trajedi , ölmememdir…”
Hiçbir hastalığı olmadığı halde bu gruplara katılan , Jack’in “Onun yalanı benim yalanımı yansıtıyor…” dediği , yani Jack gibi bir sahtekar olan Marla yüzünden , Jack acıyı hissedememekte ve ağlayamamaktadır . Hatta terapilerden birinde eş oldukları bir gün Jack , Marla’ya , kendisine sarılıp ağlamaya çalıştığı zaman şöyle der : “Lütfen , kes şunu ! Karşımda bir başka sahtekar varken , ağlayamıyorum . Git buradan ! Benim buna ihtiyacım var !..” Sonuç olarak , aslında şizofreni hastalığının bir türünün belirtilerinden biri olan , ancak Jack’in henüz bunun farkında olmadığı “uykusuzluk sorunu” yeniden ortaya çıkar . Jack , artık ciddi boyutlara ulaşan bir şizofreni hastalığının pençesindedir . Sonunda olan olur ve Jack , Tyler Durden ( Brad Pitt’in oynadığı karakter ) ile tanışır . Tyler , Jack’in hayali arkadaşıdır . Daha doğrusu , içinde yarattığı ikinci kişidir . Lakin hastalığın doğal gelişim sürecine uygun olarak , Jack , bunun farkında değildir . Jack , bir akşam eve gittiğinde , dairesinin havaya uçtuğunu görür . Bütün eşyaları yok olmuştur . Tyler’e telefon eder ve karşılıklı bira içerek olanları konuşurlar . Konuşmanın bir yerinde Tyler , Jack’e şöyle bir soru yöneltir :
“Biz neyiz ?”
Jack , bir süre düşündükten sonra cevap verir :
“Sadece , tüketici…”
Ve Tyler , günümüz insanının suratına bir yumruk gibi çarpacak olan cümleleri birbiri ardına sıralamaya başlar :
“Evet , biz tüketiciyiz . Tutkulu bir yaşam tarzının yan ürünleriyiz . Cinayet , suç , fakirlik… Bunlar benim için önemli değil . Benim için önemli olan , 500 kanallı TV , magazin dergileri , iç çamaşırımda kimin adının yazdığı…
Avcı , toplayıcı insanın hayatta kalmak için , avlandığını ve bunun dışında doğadan çeşitli yiyecekler topladığını , fakat günümüz dünyasında insanların ihtiyaçlarının dışında , gereksiz şeyler satın aldıklarını , bunları tükettiklerini ve bunun giderek korkunç bir hastalığı dönüştüğünü ifade eden Tyler , sahiplik ile ilgili olarak ( daha çok eşya , mal , mülk gibi maddi şeyleri kastederek ) çok çarpıcı bir cümle söylemektedir :
“Sahip oldukların , sonunda sana sahip oluyor…”
Jack başlangıçta biraz dirense de , sonunda kendi içinde yarattığı bu ikinci kişiliğin peşinden gider . Önceleri şehrin ücra bir köşesinde , eski ve terkedilmiş bir binada , eski püskü eşyaların olduğu bir evde onunla birlikte yaşamaya başlayan Jack , Tyler’ın liderliğinde bir kulübün kurulmasına yardımcı olur : Dövüş Kulübü …
Bu noktadan sonrasına geçmeden önce , bu filmin tüketim toplumunu eleştirirken, özgürlük ile ilgili olarak da çok ilginç , ama gerçekçi bir tez ortaya koyduğunu söylemeliyim . Bu tezi ortaya atan karakter , Jack’in yarattığı ikinci kişi olan Tyler Durden olacaktır :
“Sadece her şeyi kaybettikten sonra özgür kalabiliriz…”
Tyler burada , dünyamızda yaşayan hiçbir insanın gerçekte özgür olmadığını , insanın ancak tüm maddi eşyalarından kurtulduğu zaman özgür olabileceğini ileri sürmektedir . Yani madde , özgürlüğü değil , köleliği getirir insana…
Tyler , filmin bir yerinde , polis , Jack’in havaya uçan dairesi ve eşyaları ile ilgili olarak , olay yerinde kimyasal maddelerden yapılmış , ev yapımı bir bomba ile evin havaya uçmuş olduğunun tespit edildiğini Jack’e telefonda söylerken , Jack’in içindeki ses olarak şöyle konuşur :
“Mülkümü yok ederek beni özgür kılan kişi , kendimi bulmamı sağladı…”
Bu aşamada bir noktanın daha altını çizmek istiyorum : Birileri kapitalizmin özgürlüğün yanı sıra , zenginliği de getireceğini , dolayısıyla insanların yaşam seviyesini yükselteceğini söylüyor . Etrafımız şöyle bir bakalım : İnsanların isteklerinin tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar fazla olduğunu görürüz . İnsanlar , ihtiyaçlarının çoğaldığını sanıyorlar . Oysa sistem , daha çok kazanma hırsıyla insanlar için yeni ihtiyaçlar ortaya koyuyor . Bu ihtiyaçlarının çoğunun ise , gereksiz olduğu , hayatta kalmamız için gerekli olmadığı gün gibi ortadadır . Bana göre , bu ihtiyaçlar , gösterişli , fakat içi boş bir dünyanın oyuncaklarından başka bir şey değildir . Büyük filozof Seneca’nın şu cümlesini hatırlayalım : “Malı az olan değil , istekleri çok olan fakirdir…”
Hikayemize geri dönecek olursak , Jack’in Tyler ile birlikte kurduğu ve üyesi her geçen gün artan dövüş kulübü , modernist ve maddeci ( materyalist ) anlayışa karşı savaş açmış olan bir kulüptür . Ancak üstüne basa basa ifade edilmelidir ki , bu kulüp , insana değer veren bir kulüptür . Bir terör örgütü değildir . Yaptıkları tüm eylemlerde hiçbir insana zarar vermeyen bu insanlar , modern binaları içlerinde insan yok iken , havaya uçurmakta , modern sanat eserlerini yok etmektedirler . Amaç , maddeci anlayışa hizmet eden yapıları ortadan kaldırarak birilerine mesaj vermektir . Ayrıca kulüp üyeleri , kendi aralarında dövüş müsabakaları düzenlemektedirler . Burada amaç , üyelerin savaşçı ruhlarını canlı tutmak , hatta bu ruhu daha da güçlendirmektir . Kulübün lideri olan Tyler’ın üyelere hitaben yaptığı şu konuşma çok ilgi çekicidir :
“Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız . Bir amacımız ya da yerimiz yok . Ne büyük savaşı yaşadık , ne de büyük buhranı… Bizim savaşımız , ruhani bir savaş… En büyük buhranımız , hayatlarımız . Televizyonla büyürken , milyoner film yıldızı ya da rock yıldızı olacağımıza inandık . Ama olmayacağız . Bunu yavaş yavaş öğreniyoruz . Ve bu yüzden de çok çok kızgınız…”
Herhalde günümüz gençliğinin varoluş serüveni , bu kadar kısa ve öz bir şekilde anlatılamazdı . Tyler , kendisinin de içinde bulunduğu nesli , bu sözlerle açıkça ortaya koyar . Ancak Tyler , insanların bu savaşçı ruhunun yine insan doğasının zayıflıklarına dokunulmak suretiyle öldürülmeye çalışıldığını düşünmektedir . Pek de haksız sayılmaz. Televizyon başta olmak üzere , bütün kitle iletişim araçları cinselliği ön plana çıkarmak suretiyle , ( şimdi ismini hatırlayamayacağım ) bir A.B.D. başkanının gençlere hitaben ortaya attığı “Savaşma , seviş !” sloganını desteklemektedirler. Maksat , dünyanın barış içinde yaşayan , huzurlu bir gezegen olmasını sağlamaya çalışmak değil ; insanların sisteme , sistemin yanlışlarına karşı direnişini bastırmak , onların kendi içinde durmadan sevişmekten dolayı , etrafının , etrafında olanların farkına varmalarını engellemek , bu sayede onları bir sürüye dönüştürmektir ( A.B.D.’nin son yıllarda en çok savaş çıkartan , en despot , en çok insan öldüren devlet olduğu da düşünülürse , sanırım bu tespit doğrulanmış olacaktır ) . Tyler , bunun üzerine kulüp üyelerinden dışarıya çıkıp karşılaştıkları ilk insanla kavga çıkartmalarını , kavgada kaybetmelerini ve karşı tarafa hiç zarar vermemelerini istemiştir . Lakin bu kez de insan doğasının bir başka zayıflığı ile karşılaşırlar hikayeyi anlatan Jack’in şu cümlelerinde ifade edildiği gibi:
“Çoğu insan , normal bir insan , kavgadan kaçmak için her şeyi yapar…”
Jack’in bakış açısıyla korkusuz ve hedefe odaklanmış biri olan , ayrıca önemsiz şeyleri göz ardı edebilme yeteneği bulunan ; kendi bakış açısıyla medeniyetin gittiği bu yönde maddi eşyaların önemini reddeden Tyler , fikirlerini uygulamada başarılıdır . Giderek daha çok insan ( erkek ) kulübe katılmakta , insanların kılına bile zarar vermeyen şiddet eylemleri tüm hızıyla devam etmektedir . Ruhani savaş devam etmektedir . Aslında bu şiddet eylemlerinin altında yatan bir başka gerçek daha vardır . Jack , bu gerçeği filmin en başında ortaya koyar :
“Eski bir söz vardır : İnsan sevdiğini incitir . Bu iki yönlü işler…”
Yani Tyler ve yandaşları , gerçekte herkes gibi dünyayı seven insanlardır . Ama dünya , onları çeşitli yollarla incitmiştir , dolayısıyla onlar da – ne kadar çok sevseler de- dünyayı incitirler . Şunu belirtmek gerekir ki , - modern dünya açısından düşünürsek – suçun doğasında yatan temel gerçek de budur . İşlenen bütün cinayetlerin , hırsızlık , adam kaçırma , yankesicilik , tecavüz suçlarının , terör eylemlerinin derinlerinde bu gerçek yatar . Kimse doğuştan suçlu doğmaz . İnsan doğduğu zaman , iyi yanları da vardır , kötü yanları da . Koşullar insanı ya daha iyi hale getirir , ya da daha kötü bir hale. Yani insan , zamanla , koşulların etkisiyle “kötü” veya “iyi” insan olur . Dünyamızın yaşam koşullarına baktığımız zaman , suç oranlarının bu kadar artmasının aslında hiç de şaşılmayacak bir yanı olduğunu rahatlıkla anlayabiliriz . Gelir dağılımındaki dengesizlik , yoksulluk , açlık böyle artarak devam ettiği sürece , birileri birilerinin - bir taraftan “özgürlük ve demokrasi naraları” atıp - özgürlüklerini , var oluş alanlarını kısıtlamaya devam ettiği sürece , birileri birilerine çeşitli yollarla belirli yaşam tarzlarını dayatmaya devam ettiği sürece ( herkesin aynı kanalda aynı programları izlemesini , aynı müzikleri dinlemesini , aynı şeylerden hoşlanmasını vb. ) suç oranları artmaya devam edecektir . Ben günümüzde yapılan hiçbir terör eylemini , işlenen hiçbir suçu şaşkınlıkla karşılamam . Elbette ki , insanların ölmesini , tecavüze uğramasını , dövülmesini , işkenceye tabi tutulmasını , binaların havaya uçmasını istemiyorum . Lakin suça karşı değil , suçu ortaya çıkaran nedenlere , koşullara karşı savaşmamız gerekiyor . Kapitalist sistemde herkes potansiyel suçludur . Çünkü insanlığın hiçbir döneminde insanın iki temel eğilimi olan “seks” ve “şiddet” bu kadar sömürülmemiştir . Kitle iletişim araçlarının ve devlet yöneticilerinin umursamaz ve düşüncesiz tavrı , dünyayı suç boyutunda bu konuma getirmiştir . Filmde bu gerçeğin üstünde de titizlikle durulmaktadır . Tyler’ın A.B.D.’nin birçok eyaletinde açtığı dövüş kulüplerinin şiddet eylemlerine karşı , suçla mücadele için yetkililer “Umut Projesini” geliştirmişlerdir . Fakat bu proje , içi boş , anlamsız bir projedir . Çünkü suçu oluşturan nedenleri değil , suçu ortadan kaldırmaya yönelik bir vizyona sahiptir . Tyler ise , kafasına koyduğu “Kıyamet Projesi” adlı projeyi gerçekleştirmek üzere , farklı eyaletlerde açtığı dövüş kulüplerinden bir ordu kurmuştur . Kıyamet projesi için Tyler , yandaşlarıyla birlikte çeşitli kimyasal maddeleri kullanarak güçlü patlayıcılar hazırlamıştır . Amaç , yerleştirilen patlayıcılarla tüm kredi kartı şirketleri binalarını ve T.R.W. binasını ( A.B.D.’nin büyük savaş silahlarına ilişkin merkezi binadır bu bina ) havaya uçurmaktır ( içinde hiçbir insan yokken ) . Bu sayede Tyler’a göre , borç kayıtları silineceği , herkes hayata sıfırdan başlayacağı için tam bir kaos ortamı oluşacaktır . Finans tarihinin çöküşüne tanıklık edilecek , ekonomik dengeye bir adım daha yaklaşılacaktır . Tyler ve kulüp üyeleri artık kontrolden çıkmıştır…
Jack , Tyler’ın kendi içinde yarattığı ikinci bir kişi olduğunu , onun hayali bir arkadaş olduğunu filmin sonlarına doğru , Tyler’dan öğrenecektir :
“Hayatını değiştirmek istedim . Bunu kendin yapamıyordun . Olmak istediğin her şey oldum . Olmak istediğin gibi görünüyor , istediğin gibi sevişiyorum ( Marla ile sevişmektedirler ) . Zekiyim , espriliyim ve asıl önemlisi , senin olmadığın kadar özgürüm…”
Jack , Tyler ile aynı kişi olmadıklarına inanmak istememekte , bunları “deli saçması” olarak nitelendirmektedir . Tyler , konuşmaya devam eder :
“İnsanlar bunu her gün yapıyor . Kendileriyle konuşuyor , hayallerindeki gibi olmak istiyorlar . Ama cesaretleri olmadığı için , eyleme geçmiyorlar . Sen hala mücadele ettiğin için bazen kendine ( Jack’e ) dönüşüyorsun . Şimdi ikilemimizi anlıyor musun ?..”
Günümüzün kişilik sorunlarıyla kaybolmuş insanını anlatan bu cümlelerden sonra bile , Jack gerçeği kabullenmekte zorlanır . Bu arada Marla ile buluşurlar . Jack ,ona ilişkilerinin doğasının yeni yeni zihninde şekillendiğini , onu gerçekten sevdiğini , ona değer verdiğini ; bu yüzden ona bir şey olmasını istemediğini söyler . Marla , sevişmek dışında hiçbir şekilde bir arada bulunmadıkları Jack’in ( Tyler ) bu sözlerine pek inanmaz . Jack , Tyler ile birlikte planladığı ( ama şizofren olduğu için farkında olmadığı) bir komployla Marla’nın kulüp üyeleri tarafından kaçırılmasını sağlar . Maksat , onun Kıyamet Projesine engel olmasını önlemektir . Sonuç olarak , kıyamet projesi gerçekleşir . Jack , buna engel olamaz . Fakat kendi içinde verdiği büyük mücadelenin sonunda Tyler’ı yok eder . Artık çift kişilikli biri değildir . O sırada kulüp üyelerinden birkaçı Marla’yı getirir . Binalar patlarken birbirlerinin gözlerine bakar , daha sonra el ele tutuşup binaların yıkılışını izlerler… Marla , tam olarak olayların farkında değildir . Sadece bu şok edici , şaşırtıcı romantizmin kollarına bırakır kendini . Jack , Tyler’ın deyimiyle “beyaz yakalı köle” olduğu bu sistemin çöküşüne tanıklık ederken , içinde gizli bir yerlerde beslediği aşkı , Marla’ya olan aşkını da böylelikle keşfeder . Ruhani savaş , ruhani aşka dönüşür… Felsefe tarihinin önemli isimlerinden biri olan Empedokles’in şu cümlesine değinmeden edemeyeceğim : “Doğada iki farklı güç vardır: “Sevgi” ve “çatışma” . Ben bu cümlenin insanın iç dünyası için de geçerli olduğu görüşündeyim . Yani bizim içimizde de iki farklı güç var . Yaşadığımız olaylar silsilesi ise , bu iki farklı gücün birbirine dönüşümünden başka bir şey değildir…
Eminim , birçok kişi bu filmi izlediği zaman , filmin bakış açısının “karamsar” olduğunu düşünecektir . Bence bu şok edici başyapıt , karamsar değil , gerçekçi bir bakış açısına sahiptir . Karamsar olmayla gerçekçi olma arasında çok ince bir çizgi var . Bu çizgiyi görebildiğimiz zaman , çevremizde olup biten birçok şeye daha duyarlı , daha özgür bir bakış açısıyla yaklaşabileceğiz . Tabii ki , hayatın her alanında gerçekçi olmak da , hayatı çok sıkıcı bir hale getirebilir . Hayaller , hayatı renklendiren , anlamlandıran şeylerdir . Bu yüzden bir parça hayalciliğin kimseye zararı olmayacağını düşünüyorum . Hayalcilik , hayata ve gerçeğe olan duyarlılık yitirildiği zaman tehlikeli olabilir ancak…
Şimdi yazının başında sorduğum soruya geri dönüyorum : Tükenen sadece dış dünya mı ? Bence hayır . Yüksek teknolojiyle , göz alıcı tasarımlarla yaşam kalitesini arttıracağımızı düşünüyoruz . Lakin birçok konuda olduğu gibi , bu konuda da yanılıyoruz . “Yönetim” alanında uzman olan , benim ilkelerine ve eğitim anlayışına hayran olduğum bir psikoloji dersi hocamın ifade ettiği bazı şeylerden bahsetmek istiyorum şimdi . Yaşam kalitesinin arttırılmasında dört önemli yeti vardır : Öz bilinç ( Batılı psikologlar bunun günlük tutarak geliştirileceğini düşünüyorlar ) , Vicdan ( Öğrenerek , dinleyerek ve karşılık vererek geliştirilebilir ) , Özgür İrade ( Söz verilerek ve söz tutularak beslenir ) ve Yaratıcı Hayal Gücü ( Gelecek gözünde canlandırılarak , gelecek düşünülerek geliştirilir ) . İşte bu kaos ortamında insanın asıl tükettiği şey budur. Hiç acımadan bu dört yetimizi de yok ediyor ve bunun üzerine “yaşam kalitesi lakırdıları” yapıp duruyoruz… Yine aynı hocamın söylediği bir şeyden bahsedeceğim şimdi : İnsanın temel ihtiyaçlarının dört gruptan oluştuğunu söyleyebiliriz : Fiziksel İhtiyaçlar , Toplumsal İhtiyaçlar , Zihinsel İhtiyaçlar ve Ruhsal İhtiyaçlar . Bu dört ihtiyacın kesişim noktasında bulunan içimizdeki ateş ( enerji ) , bu dört grup ihtiyacın giderilmesiyle alevlenir . İçimizdeki ateşin alevlenmesi , tutkuyu , vizyonu ifade eder . İnsanlık , içindeki ateşi söndürüyor , tutkusunu , vizyonunu tüketiyor…
Aynı hocamız , öncelikli olana önem verme ile önemli olana öncelik verme arasında insanlığın tercihini , genellikle öncelikli olana önem vermeden yana kullandığını söylemişti . Önemli olana öncelik vermemenin , çağdaş yaşamın önünde yatan temel sorun olduğunu belirtmiş , bunu da insanların maceracı ruhunu , hayal gücünü kaybetmiş olmasına bağlamıştı . Çünkü maceracı ruhu ve hayal gücü olmayan insanlar , önemli olan şeylerin farkına varamazlar . Evet , insan sadece dış dünyayı ( maddeyi ) değil , iç dünyasını da tüketiyor… Maceracı ruhunu , hayal gücünü kaybediyor… Ve temel sorun , olduğu yerde durmaya devam ediyor…
Yazımı hocamızın son olarak bize ( bence tüm insanlığa ) hitaben söylediği iki cümle ile bitiriyorum :
“İlgi alanınız ne kadar büyük veya küçük olursa olsun , bir değişim yaratmak için yapabileceğiniz çok şey var . Vicdanınızla daha derin bir bağlantı kurup , içinizde yanan ateşten dünyaya ışık ve sıcaklık dağıtın !..”