- 644 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ ve BAYKAL
ÖZGÜRLÜKLER ÜLKESİ TÜRKİYE
(BAYKAL’IN NEDAMETİ!)
Kurtulduk dostlar!
Hepiniz, hepimiz kurtulduk!
Artık o kötü günler geride kaldı, müjdemi isterim.
Bu yazıyı okuyun ama isterseniz inanmayın!
Ben de duyunca inanmamıştım, inanamamıştım.
Okuyacaklarınıza inanmak kolay mı?
Sen ki bu ülkenin en köklü partisinin başındasın,
Sen ki -son yarım asırdır- bu ülkenin katı, dogma, militarist, hantal, -hukuk değil- kanun devleti, yasaklar ülkesi olmasını tercih eden bir anlayışı temsil ediyorsun.
Sen ki özgürlükten ürken, ürkerken ülkeyi dünyaya, gelişmelere, özgürlüklere kapalı hale getirmeye can atansın.
Sen ki ‘laiklik’ deyip demokrasi, hak-hukuk, sosyal devlet, adalet... tanımaz zihniyete sahipsin.
Sen ki halkın refahı, mutluluğu, kardeşliği ile fazla ilgilenmeyen; tam tersine sindirilmiş, geri bırakılmış, tırsmış bir halk olsun diye çabalayan.
Sen ki din-iman denince;
"irtica, şeriat, İran, karanlık kafalar, devrim kanunları, savcılar! diye bağıran; hatta zımnen ‘ey silahlı güçler’ nerdesiniz!" diye kıyameti koparan...
Yıllardır savunduğun ilkelere bir günde ters düş... hem de benim "Xelifan Yazıları"mı "Karakutu" okuyarak... bu ne büyük bahtiyarlık yüce Mevlam! olur şey değil...
Görüyorsunuz işte ülke, millet, memleket söz konusu olunca oluyormuş...
Şimdi sıkı durun, koltuklarınıza yaslanın ve bu "müthiş yazıyı" okuyun...
Başımdan geçen bir olayı! sizlerle paylaşmanın keyfiyle diyorum ki; bu yazıyı kaçıran çok üzülecek!..
Akşam üstü iş yerime beni ziyarete gelen bir grup misafir (adresi nerden bulmuşlarsa) tanışma faslından hemen sonra; "Ankara’ya gitmemiz gerektiğini, bunun memleketin huzur ve selameti için çok gerekli olduğunu, uçak biletimin alındığını" söyleyip alelacele yola çıkmamızı rica ettiler:
"Sayın Genel Başkanımız (...) sizi görmek istiyorlar. Günlerdir yazılarınızı okuyor, bizlere de okutuyor. Sizleri tanımak ve Türkiye’nin önünü açmak için itiraflarda bulunacak, bizi kırmayın n’olur gelin" dediler.
Ben "ne alaka yani, hem ben kim oluyorum ki sayın Genel Başkanınız bana itiraflarda bulunsun?" diye cevap verdimse de adamlar nasıl yalvarıyorlar, nasıl anlatamam:
"Türkiye’nin menfaatleri için, Türk-Kürt kardeşliği için, halkımızın inanan-inanmayan kesimlerinin özgürlük ve refahı için gelin gidelim" dediler en içten yalvarmalarla...
Doğrusu biraz gevşemedim değil, ama muhataplarımın daha bir inandırıcı olmaları gerekiyordu. ‘‘Sayın Genel Başkan nasıl böyle değişti? Kendilerine ‘malum’ olduysa 20-30 kişinin okuduğu yazılarımdan dolayı nasıl olur da 50-60 yıl savunduğu düşüncelerinden inancından, dünya görüşünden, sosyal ve siyasal anlayışından caydı..’’ soruları daha da olduğu yerde duruyor...
Aralarından biri "sayın Genel Başkanımız günlerdir ‘bu halk için bir şeyler yapmadan (Allah gecinden versin) ölürsem gözlerim açık, kalbim kapalı gideceğim’ diye diye kendini kahrediyor, lütfen gelin gidelim" dediler. Gitmeye pek niyetli değildim ama son sözleri yelkenlerimin suya inmesine yetti bile:
"Beyefendi düşünsenize" diye başladı söze "siteniz meşhur olacak, herkes sitenize girip bu haberi okuyacak" diye ekledi... ama bir son sözü vardı ki, o söz ayaklarımı yerden kesti ve dünyayı atmosfer ötesinden seyretmeye başladım: " Şans sana güldü, sen de meşhur olacaksın, gazeteler, TV’ler seni transfer etmek için ayağına milyon dolarları serecekler" dedi ve şansa inanmadığım halde olay beynimde bitti... bu sözlerden sonra bir süre söylenen hiçbir sözü duymadım. Dolayısıyla bu arada söylenenler/konuşulanlar için boş tırnak açma mecburiyetim oldu. Misafirler "....................." demiş olmalı ki diğer biri "bir sigara alır mısınız?" dedi. (bilmem uydu mu?)
"Allah’ım bu bir rüyadır" diyorum, "şimdi uyanacağım ve ‘tüh!’leyip hayıflanacağım" diye geçiriyorum içimden. Kendimi sürekli çimdikliyorum, yok, rüya değil. Çimdikleye çimdikleye vücudumun mor üzüm bağına dönüştüğünü tahmin ediyordum.
Kendime gelir gelmez ilk söz olarak "biraz düşünmeliyim" diyecektim ama ‘ya cayarlarsa’ endişesiyle "tamam, kabul geliyorum" dedim;
"OLEEEY!" deyip "çak" yaptılar. (benim ise "OLEY!" dememe daha var...) Öyle ki sevinçten birbirlerine sarılıp ağlamaklı oldular.
Onlar ’cepten’ Sayın Genel Başkanlarına müjdeyi verdiler. Ben de telefonla alelacele hanımı arayıp; ‘-sayın genel başkan istedi demedim tabi- Ankara’ya gitmem gerek, bugün-yarın gelmeyebilirim’ dedim. Hanım da ne zamandır bana; "bütün arkadaşların müdür olmuş, git Ankara’ya seni de bir firmaya genel müdür falan yapsınlar" deyip duruyordu. Bunun için gideceğimi tahmin etmiş olmalı ki telefondaki hsesine bakılırsa bayağı bir sevinmişti.)
Evet, hanım sevinedursun telefondan sonra atladık özel bir uçağa (hani biletler alınmıştı? Neyse)... Şöhret olma hayalleri, alacağım milyon dolarlarla Nişantaşı’nda, Boğaz’da alacağım ev(ler)i, şöhretler dünyasındaki fiyakamı vs. düşündüğümden olsa gerek, göz açıp kapatacak kadar kısa bir vakitte vardık Ankara’ya. (ne çabuk geçti bir saat? Daha ne hayallerim, projelerim vardı; bu paralarla neler alacaktım, neler yapacaktım, değil mi yani... neyse hayallerim ülkemin insanlarına feda olsun, yeni hayatımla ilgili hayal ve projelerime sonra da devam edebilirim)
Uçaktan iner inmez doğru genel merkeze götürdüler. Sayın Genel Başkanı 35 yıldır TV’lerde ve kısa mesafede görmüşümdür ama sanki bu o sayın genel başkan değil!..
Nuranî, vakur, ama onyılların pişmanlığını ele veren yüz hatları... nasıl anlatayım, hani insanda -tüm hatalarını, yanlışlarını, günahlarını iki günde silmenin vermiş olduğu- mutlu, hoş bir yorgunluk oluyor ya, işte ayyynen öyle.
Sayın Genel Başkan beni görür görmez bir sarıldı, bir sarıldı!..
Nasıl ama o candan yürekten "kardeşim! evet biz kardeşiz... hem de asırlardır. Nasıl böyle ayrı-gayrı olduk, nasıl..? ama artık yeter!" deyişi... sonra ağlamaklı bir sesle:
"Buyurduğunuz gibi" diye söze başladı... bana hitaben "buyurduğunuz gibi" diyor, ‘aman Allah’ım! nelere kadirsin’? dedim kendi kendime... evet "buyurduğunuz gibi biz ebediyen kardeşiz, bizler inananı-inanmayanı, Türk’ü-Kürd’ü, siyahı-beyazı ile kardeşiz... ‘Ya Adem’de ya din de’... Bu kardeşliğin gereği olarak hepimiz için ‘adalet, hakkaniyet, eşitlik, özgürlük; herkes için daha fazla demokrasi vs.’ istiyoruz" diye konuya girdi. Ben yazıyorum ama bazen alacağım milyon dolarları ve hayatımda yapacağım değişiklikleri düşündükçe konuşmadan kesitleri kaçırırım diye nerden bulduğumu hatırlayamadığım ses kayıt cihazımın record’unu tuşluyorum... şimdi daha rahat bir şekilde hem dinliyor ve hem de hülyalara dalıyorum.
O konuşuyor ben kendimden geçiyorum, o konuştukça ben mayışıyorum... o konuşuyor ben İstanbul’da -henüz olmayan- boğaz manzaralı evimde! sanki Münir Nurettin’i, sanki Şivan PERWER’i, sanki Celal GÜZELSES’İ, Sezen’i, Flamenko’yu dinliyor gibi kendimden geçmiyorum.
Sayın Deniz BAYKAL (aaa! kaçtı... halbuki adını yazının sonunda yazacaktım ama geçti; söz bir kere ağızdan çıktı, geri alınmaz ki) evet sayın BAYKAL beni şaşırtmaya devam ediyor!
Düşünsenize Türkiye bir buçuk asırdır tartıştığı; tartıştıkça içinden çıkılamaz hale getirdiği kronik sorunlarını artık geride bırakacak ve "muasır medeniyetin ötesine" doğru uçuşa geçecek. Sayın BAYKAL’ı dinledikçe "kim tutar bu ülkeyi artık" diyorum kendi kendime...
Gerçekten "bu ülke şahlandı, bu ülke coştu ve bu ülke Airbus gibi uçuşa geçti" diye geçiriyorum içimden. Toplumun hiçbir kesimi artık birbirini gereksiz, anlamsız itham etmeyecek ve kardeşlik esas alınacak!..
Sayın BAYKAL "artık boş yasaklarla, gereksiz ithamlarla, halkın dini duygularını rencide etmekle ve KÜRT-TÜRK kardeşliğini zedeleyerek bir yere varılmayacağını herkes bizden öğrenmeli" diyor ve devam ediyor:
"Radyoları, televizyonları, gazeteleri, dergileri; yetmezse dernekleri, vakıfları, bütün STK’ları, partileri, kanaat önderlerini ziyaret edip açık açık anlatacağım", diyor...
Bunları dinlerken hem ülkemiz adına seviniyorum ve hem de ne yalan söyleyeyim kendi adıma seviniyorum. Çünkü ben "meşhur" oluyorum... tıpkı Can DÜNDAR, Ahmet HAKAN, Cem ÖZDEMİR hele hele Emin ÇÖLAŞAN gibi! herkes tarafından tanınacağım!.Gazeteler beni transfer etmek için nereye gitsem peşimdeler.
Ağzımın suyu şerbet olup akıyor. Düşünün yıllardır çalışıyorum evim yok, araba parasını da yedim... şimdi ise milyon dolarlık teklifler alacağım. Aylık bilmem kaç bin dolar maaş, ikramiye, seyahatler... Gel keyfim gel!..
Röportajın ikinci kısmında ise içmeden sarhoş gibiyim. Ben sormuyorum, hem neyi soracağım ki, her konuda en detaylı açıklamaları yapıyor üstad.
Bir ara kendileri bana "Kürt Sorununa bakışımızı merak etmiyor musun"? dedi. Ben, "merak etmez olur muyum? sizi dinliyorum efendim" dedim, üstad aldı sazı:
"Biz asırlarca kardeştik, hiçbir sorun yaşamadık.
Kardeşlerimizin dili, kültürü yaşatılmalı, geliştirilmeli, Kürtçe eğitim veren okullar açılmalı, anadilde eğitim özgürlüğü için derhal yarın sabah yasal ve anayasal düzenlemeler yapılmalı. Biz de bunun için hazırlıklara başlayıp en kısa sürede teklifimizi Yüce Meclise sunacağız. Büyük ATATÜRK’ün hayali olan muasır medeniyetin üstüne çıkacağız", derken gözlerindeki parıltıyı görmemeniz büyük bir şanssızlık... dünyanın en mesut ve mutlu insanıyım inanın. Tam bu sırada AB’ye bizi almamak için gerekli-gereksiz binbir pürüz çıkaran bayan MERKEL ile bay SARKOZİ’nin hal-i pür melalleri geldi gözlerimin önüne:
SARKOZİ tutmuş Bayan MERKEL’in ellerinden, televizyonlarda ülkemizin başbakanına binbir pişmanlıkla mesaj gönderiyorlar:
"Biz her zaman Türkiye’nin yanında olduk ve bundan sonra da yanında olmaya devam edeceğiz. Türkiye AB’ye onur kazandırmakla kalmaz; aynı zamanda onur da kazandırır (aynı şey ama olsun), liderimiz olmakla kalmaz, liderimiz de olur (SARKO saçmalıyosun diycem ama varsın söylesin, ne zararı var diye vazgeçtim. Adam bizim gibi heyecanlanamaz mı? Gerçi adamcağız daha bir şey demedi, der ise diyorum)
Bayan MERKEL’i hayal ediyorum; alır mikrofonu mahcup ve titrek bir sesle: "İsterseniz Türkiye’nin liderliğinde yeni bir birlik de oluşturabiliriz, yeter ki Türkiye kabul etsin " demez mi!? Haydaaa! Şimdi de lider olduk...
"Ya BAYKAL cayarsa", diye düşünmüyor değilim. Ama hayır hayır, o gözlerindeki parıltı, o masum itiraflar, o "ülkemin mü’min ve müslüman insanları" deyişi, o "sevgili vefakâr ve fedakâr kürt kardeşlerimiz" demeler boşuna söylenecek sözler değildi... hele hele konuşmasının bir yerinde "bize oy veren, kadın kollarımızda yer alan başı kapalı bacılarımız var. Şimdiye kadar onların durumlarını hiç düşünmemiştim: Onlar da siyasi, miyasi, dinci! saiklerle örtünmüyorlar ki... kaldı ki o amaçla başlarını örterlerse ne olacak ki?.. öyle inanıyor, öyle örtünsün, yeter ki şiddet içermesin ve zaten örtünme ile şiddet... ne alaka yani" deyişi benim için Kitaro’yu, İpek Yolu’nu dinlemekten daha müthişti. Üstelik bana "git bunları köyünüzün sitesinde yaz, bütün basın seni ve sitenizi referans göstersin. Ve bunları sadece kendi adıma, partim adına da söylemiyorum... siz anlayın ne demek istediğimi ona göre... bundan böyle ülkemiz YASAKLARIN YASAK OLDUĞU bir ülke olacağını bizatihi senin aziz halkımıza müjdelemeni rica ediyorum" derken gözlerinin mutluluktan nasıl parladığını anlatamam. (O konuşurken bazen yumruğumu havaya kaldırıp "OLEY, OLEY, OLEY" diye bağırmak istiyorum ama yeri değil deyip kendimi bir kez daha frenliyorum. Böyle giderse frenleri tutamayacağım galiba) Evet, kelimenin tam anlamıyla cennetlik bir insanın haliydi... ne yalan söyleyeyim o gördüğüm nurani yüze başbakan bile sahip değil...
Tam ‘da başka söyleyecekleriniz var mı diye soracaktım ki "evet daha söyleyeceklerim var" dedi mübarek:
Mesela "bu Cuma günü Diyarbakır’da Ulu Camii’nde cuma namazını beraber kılalım. Ben hutbenin Kürtçe okunmasını isteyeceğim. Namazdan sonra Şevket Bey’in ‘akademi’ vazifesi gören çayhanesinde dünya basınına o harika çayı ikram edip senin onlara yapacağın açıklamaları ben de detaylı anlatacağım" dedi... Kendimde değildim, "fena fi ülkem" olmuştum. Sevinçten çığlık atmak istiyorum ama kendimi frenliyorum (bu fren bu coşkuya, bu hıza daha ne kadar dayanır, merak ediyorum)
Bu şiir gibi sözleri dinlerken bir ara dalmışım derin derin;
Akdeniz’in yalancı cennetini Karadeniz’in eşsiz doğasıyla birleştiriyorum,
Ege bereketini buluşturuyorum Marmara’nın kalkınmışlığına...
Orta Anadolu’yu her bölgeye yayıyorum.
Bütün bu bölgelerimizi Doğu ve Güney Doğu’nun vefası ve asaletiyle yoğuruyorum...
Hey! Artık kim tutar ki Türkiye’yi ?..
diyor ki sayın BAYKAL:
"Gelin silahlı-silahsız bütün savaşlar dursun, kardeş olalım, paylaşalım, ayrı-gayrı olmasın".
Aman Allah’ım! Birden gözlerimin önüne Çin Seddi geldi! Biz en kısa sürede orayı silahsız bir şekilde "feth" edeceğiz, bu güce hiçbir ülke dayanamaz. "Bekle beni Viyana, ey Roma geliyoruz... Endülüs’te bitmez rakslara gidiyoruz, gelmek isteyen bana takılsın!" diye çığlık atmak istiyorum... dedim ya fren işi, hala tutuyor...
Bir düşünün Allah aşkına! 50 milyonu genç olmak üzere 70 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti sorunlarına barışçı, kalıcı, eşitliğe, hakkaniyete ve adalete uygun anlayışla çözüyor...
İşte lider ülke işte taraftar (pek uymadı ama bu güzellikler hatırına idare edin)
Bir de (zamansız, gereksiz ve de münasebetsiz) sormaz mıyım:
Sayın Başkan hangi takımı tutuyorsunuz diye:
"Elbetteki CİM BOM" dedi ve fren koptu; OLEY! demiş yumruğumu sallamışım;
Bir feryat ki komşular yataklarından fırlamış olmamlılar!
"Ahmeeeeeeeeeeeeeeeet! Ne yaptın? Aaaaaaaaaaaaaaaaaaah!"
fırladım lambayı yaktım, hanımın gözüne isabet eden yumruktan geriye kalan;
sıfır sıfır elde yok BAY-KAL...
(benden tavsiye; bu soğuk kış gününde siz siz olun üstünüz açık yatmayın)
Buluşuncaya dek
Sevin, sevilin
[email protected]
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.