- 874 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
PAZARTESİ GÜNÜNÜN CÜMLESİ
O sabah gözlerini güçlükle açabildi Ahmet . Saat sekiz buçuk olmuştu . Ahmet’in lacivert ve beyaz renkli karelerden oluşan bir desene sahip olan battaniyesi ve bu battaniyenin üzerinde yer alan , çimen yeşili ile beyazın birlikte sade bir uyum içinde var olduğu yorganının altına girmesinin , sonra da derin bir uykuya dalmasının üzerinden sadece dört buçuk saat geçmişti . Zihninin ve kalbinin nerede olduğunu tam olarak kestiremediği bölgelerinde müziğini yeni yeni keşfetmeye başladığı Bartholdy Felix Mendelssohn’un 4.senfonisinin ana temaları dolaşıyor gibiydi . Yatmadan önce bu “olağanüstü” senfoniyi dinlemişti . Olağanüstü bir eser olduğunu ise, yeni yeni anlıyordu . Özellikle bu senfoninin üçüncü bölümü onu büyülemişti . Bu bölüm , onu sanki tam da gitmek istediği yere götürüyordu . Fakat bu ilginç bir sezgiydi sadece . Ahmet nereye gitmek istediğini bilmiyordu , sadece gidiyordu…
Aynanın karşısına geçip , lavaboda yüzünü yıkamaya başladığında ise , saat dokuza yirmi dakika vardı . Saat dokuzdaki belediye otobüsüne yetişmek zorunda hissetti kendini . Yüzünü yıkadıktan sonra lacivert renkli kot pantolonunu ve üzerine de oldukça kalın olan , gri renkli , boğazlı kazağını giydi . Siyah renkli deri ceketini ve siyah renkli ayakkabısını da giydikten sonra , üzerinde yaprak yeşili renkte , kalın ve büyük harflerle bir giyim mağazasının isminin ve adresinin yazılı olduğu sarı renkli , orta boydaki poşeti de alarak küçük ve sevimli dairesinden ayrıldı . Birkaç adım attıktan sonra , garip bir sezginin etkisiyle elindeki poşetin üzerindeki yazıyı okumak zorunda hissetti kendini . Şöyle yazıyordu poşetin üzerinde :
TURAN GİYİM
ADRES :
Garipti , ama gerçekti . Giyim mağazasının adresi poşetin üzerinde yazmıyordu . Daha bir gün önce bu poşetin üzerinde mağazanın adresini okumuş olduğunu ise , büyük bir şaşkınlıkla anımsıyordu .
“Dün gece çok az uyudum . Herhalde onun etkisi olsa gerek !” diye düşündü Ahmet kendi kendine . Sonra adımlarını hızlandırarak asansöre doğru yürüdü . Asansöre bindi . 3 , 2 , 1 , 0 ! Ve sonunda zemin kata gelmişti . Bu kez de yine garip bir sezgiyle cep telefonuna bakmak zorunda hissetti kendini . Metalik gri rengindeki , zarif görünümlü cep telefonunu dikkatle inceledi . Özellikle de herhangi bir tuşa basıldığında yeşil ( isteğe göre kırmızı da , turuncu da olabilir ) renge bürünen , tam kare ya da tam dikdörtgen biçiminde olmayan ekranı inceledi genç adam . Ekranın sağ alt köşesinde telefonun bataryasının doluluk seviyesini – dört seviyeli olmak üzere - gösteren , batarya şeklinde bir ikon , sol alt köşede telefonun o an için beslenmiş olduğu şebekenin ne kadar kapsama alanı içinde olduğunu ( günlük konuşma dilindeki tabirle “telefonun ne kadar çektiğini” ) gösteren bir ikon , ekranın alt bölümünü ortalayacak bir şekilde yerleştirilmiş saat ifadesi , bu ifadenin üzerinde kullanıcı tarafından istenildiği gibi seçilebilen arka plan resmi ve bu arka plan resminin üzerinde …
“Ne tuhaf !” diye düşündü Ahmet . Bu telefonu yaklaşık üç yıldır kullanıyordu . Ekran formatını artık ezberlemişti . Ve eğer yanılmıyorsa , arka plan resminin üzerinde belli aralıklarla ( bu aralıklar , telefonun ilgili GSM operatörünün ilgili şebekesinden beslendiği ve beslenmediği aralıklardır ) ilgili GSM operatörünün ismi ve bu operatörün telefonu o anda besleyen şebekesinin ismi yazıyor olmalıydı . GSM operatörünün ismi yazıyordu , ancak telefonun o anda hangi şebekeden çektiği bir türlü ekranda gözükmüyordu . Ya da gözüküyordu da , genç adam göremiyordu .
Genç adam olanlara aldırmıyor gibi görünerek – aslında kendini kandırmaktan öteye gidemeyerek – yoluna devam etti ve oturmuş olduğu apartmandan dışarı çıktı . Apartmanın girişinde apartmanın isminin ve numarasının yazılı olduğu yerde hiçbir yazı göremeyince ise , şaşkınlığının yerini belli-belirsiz bir korku almıştı . Bu tam olarak belirginleşmemiş korkuyu da sırtına yükleyerek hızlı adımlarla otobüs durağına doğru yürümeye başladı Ahmet . Durağa ulaştığında gece mavisi renginde bir kadranı olan kol saatine baktı . Saatin dokuz olmasına birkaç dakika vardı . Ve birkaç dakika sonra beyaz ve kırmızı renginin tam bir denge içinde var olmadığı , modern bir tasarımın tüm sıkıcı yalınlığını , ama göz alıcı teknolojisini gözler önüne seren bir otobüs , biraz sıkıntılı , biraz telaşlı bekleyen dört kişiyi almak üzere durağa ulaşmıştı . Ahmet otobüsün hareket ettiği yerin ve gideceğin yerin yazılı olduğu tabelaya baktığında , ismini şimdi hatırlayamadığı bir filozofun , yeni doğan bir bebeğin zihnine benzettiği şeyi gördü : Boş bir levha… Filozofa göre , insan zihni , kişi doğduğu anda boş bir levhadan farksızdı ve insan zihinsel anlamda olgunluk düzeyine erişene kadar , kendisine öğretilen her şeyi ( doğru , yanlış , iyi ve kötü ) alıyordu ( Boş levha üzerine ne yazılırsa , belleğe olduğu gibi , yorumlanmadan kaydediliyordu . ) . Ahmet zihinsel olgunluk dönemine birkaç yıl önce ulaşmıştı . Bu boş levha neyin simgesi ya da daha doğrusu belirtisi olabilirdi acaba ?..
Ahmet nereye gittiğini bilmediği , fakat sezdiği bu otobüse bindi . Otobüs kartını cihazın kartı okuyan bölümüne değdirdi ve o bildik sesi duyunca körüklü otobüsün en arka koltuklarına doğru süratli bir şekilde ilerlemeye başladı . Arka kapının otobüsün içinden bakılınca sağ tarafında kalan kalın , kırmızı boyalı demirin – duraklarda açılıp kapanan kapılar ile bunların her iki tarafında yer alan koltukları birbirinden ayırmak ve yolcuları içeriye doğru açılan kapılardan korumak için yapılmış olan demirin – arkasında yer alan beş kişilik uzun koltuklardan birine oturmak istiyordu . Genç adam otobüsün en arkasına doğru ilerlerken , arka kapının sol tarafında kalan sırt sırta vermiş ikişer kişilik koltuklardan otobüsün ön tarafına doğru bakan iki kişilik koltuğun pencere kenarında oturan , fazla kiloları olan , küt siyah saçlı , tahminen 25-30 yaşlarında genç bir bayan dikkatini çekti . Genç bayan oldukça anlamlı bir yüz ifadesi ve parıltılı gözlerle Zülfü Livaneli’nin “Mutluluk” adlı kitabını okuyordu . Ahmet kitap okumayı çok seviyordu , ama toplu ulaşım araçlarında – özellikle de otobüste – kitap okumaktan hiç hoşlanmıyordu . Okuduğu şeye dikkatini veremediği gibi , yol alırken her yöne doğru sarsılan otobüste gözleri çok yoruluyor , başı ağrıyor ve midesi bulanıyordu . Bayanın okuduğu kitabı okumamıştı , fakat yanlış hatırlamıyorsa , bu kitap , özellikle köşe yazılarını sevdiği bu müzik kökenli yazarın en son çıkan romanıydı . Kitabın ismi gerçekten çok ilgi çekiciydi . Ahmet kendisi gibi dönem insanının çoğunun peşinde koştuğu bir şeyin , “mutluluğun” kitabın ismi olmasının çarpıcı bir fikir olduğunu düşünüyordu… Genç ve ( herkes gibi ) mutluluğu arayan adam , sonunda arka koltuğun en solunda , pencere kenarında yer alan koltuğa oturdu . Gri renkli, boylamasına oldukça uzun , enlemesine ise fazla geniş olmayan koltuklarının kaba bir hesapla yaklaşık yarısının boş olduğu otobüs , adı bir türlü anımsanamayan ve öğrenilemeyen ilçenin ilk toplu konutlarının asfalt yenilenmesine ihtiyaç duyan , dik yokuşları ve keskin virajları olan yollarında ilerlerken ; yolcular sessiz , dalgın ve bezgin görünümleriyle dışarıdaki havanın sıkıcılığına boyun eğiyor , içlerinden bir tanesi ise , bu hüzünlü sonbahar tablosundan dışarıya doğru düşünceli bir bakış gönderiyordu…
Toplu konutların girişine gelmeden iki durak önceki durakta , yer yer beyaz saçları olan siyah saçlı , uzun boylu , zayıf , kırk-kırk beş yaşlarında bir adam otobüse bindi . Boş koltuk sayısı bir hayli azalmış olan otobüste kendisine oturacak bir yer arayan adam , hızlı adımlarla otobüsün arkasına doğru ilerledi ve sonunda arka kapının sol tarafında koruyucu demirlerin arkasında bulunan iki koltuktan pencere kenarında olana , yani tam olarak şu kitap okuyan bayanla sırt sırta olacak şekilde oturdu . Ahmet yüzünden o gece iyi bir uyku uyuduğunu herkesin rahatlıkla anlayabileceği , kendinden emin görünüşlü bu adamın tam karşısında – aralarında iki koruyucu demir ve otobüsün arka kapısı vardı – oturuyordu . Bir durak sonra kırçıl saçları olan bu adam , kucağında sıkı sıkı tuttuğu deri çantasının içinden ince , uzun ince bir kitap çıkardı ve en son okuduğu sayfayı unutmamak için o sayfaya yerleştirdiği , kitabın bir sayfasının yaklaşık üçte biri büyüklüğünde olan kalın karton parçasını eline aldı . Çok ciddi olmayan bir yüz ifadesiyle kitabı en son okuduğu sayfadan itibaren okumaya başladı akçıl saçlı adam . Ahmet, olgunluk çağında olan bu adama – onu rahatsız etmeden – dikkatli bir şekilde bakıyor , adamın görünüşünden yaşadığı hayata ilişkin bir şeyler öğrenmek istiyor , daha doğrusu öğrenmeye çalışıyordu . Adam Franz Kafka’nın “Aforizmalar” adlı eserini okuyordu . Aforizma , Fransızca’dan Türkçe’ye girmiş bir kelimeydi . Fransızca olan aslı “aphorisme” şeklinde yazılan bu kelime , “özlü söz , öz deyiş” anlamına geliyordu . Ahmet’in eserlerini okumak istediği bir yazardı Kafka . Almanca yazan bu Çek yazarın dünyasının kendisi için , daha doğrusu yaşadığı dönemin insanı için ilgi çekici olabileceğini düşünüyordu . Çünkü otoriteler , 1883-1924 yılları arasında yaşamış olan bu yazarın dünyanın saçmalığı karşısında insanın umutsuzluğunu güçlü bir şekilde yansıttığını ileri sürüyordu , hem de bunu rüyadan doğan gerçek dışı ve esrarlı bir dünyanın kapısını da aralayarak yapıyordu Kafka onlara göre . Genç adam bunları düşünürken , otobüs toplu konutların girişindeki trafik lambasının önünde durmuştu . Kırmızı ışığa yakalanmıştı sakin görünümlü şoför . Yaklaşık bir dakika sonra , önce sarı , sonra yeşil ışık yandı ve otobüs bir “yarım U” dönüşü yaparak anayola girdi . Ahmet otobüste oturan insanları incelemeye devam ederken , otobüs de şoförü gibi olabildiğince sakin bir şekilde yoluna devam ediyordu . Bir-iki durak sonra , yavaş yavaş dolmakta olan otobüse binen yolcular arasında kısa boylu , şişman ve kirli sakalı olan , 25-30 yaşlarında bir adam gözlerini en arka koltuğa dikmiş , hızlı , ama dengeli adımlarla otobüsün arkasına doğru ilerliyordu . Tam Ahmet’in yanına oturacakken , kendine özgü bir şiveyle şöyle dedi bu şaşkın yüz ifadesi olan adam :
“Ne soğuk be ! Valla , ben aslen Erzincanlıyım . Böyle soğuk görmedim hayatımda .”
Bu sözlerinden adamın şaşkınlığının nedenini anlayan Ahmet , şöyle karşılık verdi adama :
“Bu şehrin “kuru soğuğu” ünlüdür . Pek kar yağdığı görülmez buralarda . Fakat kupkuru , insanın derisini delip hücrelerine kadar işleyen bir soğuğu vardır . O yüzden şaşılacak bir durum yok , inanın bana .”
“Öyle mi ? Yumuşak iklimi olan bir şehir için ilginç bir durum bu . Ama tabii , iklimi birçok faktör etkileyebiliyor , öyle değil mi ?”
“Evet , öyle . Mesela benim oturduğum apartman yüksek , önü açık bir yerde olduğu için , burası ile hava sıcaklığı açısından bir-iki derecelik bir fark vardır arada .”
“Sizi çok iyi anlıyorum .”
Bu son cümleden sonra sustu adam . Bu adam ve daha sonra gelen üç kişiyle birlikte Ahmet’in oturduğu arka koltukta boş yer kalmamıştı . Bunun da ötesinde otobüste boş yer kalmamıştı . Artık otobüse binenler , ayakta yolculuk etmek zorundaydı . Tüm hızıyla ilerlemeye devam eden otobüste Ahmet , bakışlarını yeniden kitap okuyan genç bayan ile yine kitap okuyan ve bayanla sırt sırta oturan orta yaşlı adama doğru yönlendirdi . Genç bayan arada bir dinlenerek kitabını okumaya devam ederken , kırlaşmaya başlamış saçları ve yaşlanmaya başlamanın belirtilerini gösteren yüzüyle olgun adam , zaman zaman eline aldığı kurşun kalemiyle önemli gördüğü yerlerin altını çiziyor ve bu önemli yerler hakkında bir süre düşündükten sonra kitabı okumaya kaldığı yerden devam ediyordu . Ahmet sözü geçen bu iki kitabın isimlerini mantıklı bir şekilde birleştirdiğinde şu ifadeyi elde etti : “Mutluluğa İlişkin Öz deyişler” .
“Bir kitap yazmak isteseydim , herhalde ismi bu olurdu .” diye düşündü Ahmet . Zaten “edebiyat” , daha genel bir bakış açısıyla “sanat” denen şey , ( acıyı anlatsa bile ) insana mutluluğun sırlarını veren bir şeyden başka bir şey değil de , neydi ?..
Bugün 2004 yılının Kasım ayının son haftasına doğru yaklaşılan günlerden biriydi . Yılın son ayına girilmesine çok az bir zaman kalmıştı . Hava bulutluydu ve oldukça soğuktu . Yolcular insanın kemiklerine işleyen bu soğuktan bir süre uzak kalacaklardı . Havanın verdiği sıkıntıyı soğuğu bir süre hissetmeyecek olmanın verdiği hoş bir duygu alıp götürüyor , yerine haftanın bugünlerinde eşine az rastlanır bir dingin olma halini koyuyordu . “Pazartesi Sendromu” adı verilen görünmez canavar ortaya çıktığından beri , insanlar pazartesi günlerini mutlu , sakin bir şekilde geçiremiyor , aksine mutsuz , agresif ve bir parça da paranoyak oluyordu . Ahmet ise , güne duygu ve düşünce belirsizliğinin yarattığı karmaşık bir ruh haliyle başlamıştı . Yani o “Pazartesi Sendromundan” çok , “Belirsizlik Sendromunu” yaşıyordu . Belki de Pazartesi Sendromunun temelinde tatilden çıkıp yeniden iş veya okul hayatına dönmenin zorluğu değil , yeni bir haftaya başlamanın kişinin bireysel serüveninde nereye doğru gittiğine ilişkin kendisinde korku ve umutla karışık bir merak duygusunun uyanmasını sağlaması ve bu yüzden kişinin gün içinde yapacağı işlere bir türlü dikkatini verememesi gerçeği yatıyordu . Ahmet otobüsteki tüm insanları gözleyerek onların yaşamlarına ilişkin bir şeyler öğrenmeye çalışırken , aslında bu birbirine benzeyen hayatlardan yola çıkarak kendi hayatına ulaşıyor ve yanıt bekleyen sorular üzerinde düşünmeye , onlara cevaplar bulmaya çalışıyordu . Bu sayede yazgının bilinmezliği empati ve sezgi yoluyla bilinir hale gelebilirdi belki de . Fakat yazgının bilinmesi oldukça zordu , ancak bazı yolların sonunun nereye varacağını hissedebilirdi insan . Genç adam bunları düşüne dursun , otobüs şehre ait olan körfezin kıyı şeridi boyunca ilerlemeye başlamıştı bile . Demiryolu, tersane , gıda ve temizlik sanayisine ilişkin bir-iki fabrika ve en önemlisi , deniz… Martıların bazıları denizin yüzeyine doğru alçalırken , bazıları gökyüzüne doğru kanat çırpıyordu. Alabildiğine özgür olan martıların ve rüzgarın yokluğunda oldukça hareketsiz olan denizin şiiri , doğanın sıkıntılı bir havada bile mutlu olmayı başarabildiğini gösteriyor , belediye otobüsünün yolcuları şehir hayatının sıkıcı ritimlerinden kısa bir süre de olsa uzaklaşıyordu . Hayatın ritimleri , binaların , taşıtların , çağdaş dünyanın göz alıcı tasarımlarının salt matematiksel ritimlerinden çok , doğanın şiirle birleşen ritimlerinde saklıydı… Ahmet bu ayrıntı bolluğu arasında gezinirken , gezintinin bir yerinde aradığı şeyin bir cümle olduğunu anlamıştı . Bu cümle sadece bugüne , ya da bundan sonra haftanın bugünlerine ilişkin bir cümle olmalıydı . Bir cümle arayışı… Her insanın yaşam yolculuğunun özeti değil miydi bu ?..
Deniz manzaralı yolculuğun sonuna doğru yaklaşılıyordu . Otobüs tam o anda , eski büyük şehir belediye başkanının bir-iki yıl önce yaptırmış olduğu Homeros Anıtının yanından geçmekteydi . Kıyı şeridinin belli bir bölümünü kaplayan park ve yüzme havuzu geride kalmıştı . Sözü geçen anıt , bu büyük şairin bu topraklarda yaşadığını , bu şehre ait olduğunu ifade eden bir belge niteliği taşıyordu . Şairin sahiplenilmesiyle birlikte şehrin kültürel ve tarihsel mirasına olan saygısı ortaya çıkacak ve de şehrin kültürel geçmişinin zenginliği daha iyi anlaşılmış olacaktı . Anıt da geride kaldı . Kıyı şeridinin sonunda , körfezin sakin sularından beş-altı martı gökyüzüne doğru havalandı . Bir-iki tanesi de suya doğru alçaldı . Doğanın ezgisinin sonu… Otobüs sağa döndü ve birkaç dakika sonra bu yıl yenilenmiş olan tarihi gar binasının önünde durdu . Kafka’nın özdeyişlerini okuyan orta yaşlı adam , bu durağa yaklaşırken kitabının o anda okumakta olduğu sayfasına küçük karton kağıdını koymuş , ardından seri bir hareketle kitabı siyah deri çantasının içine yerleştirmişti . Adam gar binasının karşısındaki durakta otobüsten indi ve hızla çalıştığı iş hanına doğru yürümeye başladı . Bir durak sonra , Ahmet’in oturduğu arka koltukta ondan başka kimse kalmadı . Genç bayan , kitabını oldukça zarif olan çantasına koymuş, otobüsten inmek için hazırlanıyordu . Bir sonraki durakta o da indi . Ahmet nereye gittiğini bilmediği için son durakta inmeyi düşünüyordu . Otobüs taş binaların , bu binaların alt katlarındaki çeşitli dükkanların , oraya buraya koşuşturan , duraklarda , kaldırımlarda bekleyen insanların , sinirleri iyice geren trafiğin , ses ve gürültü kirliliğinin karmaşasında ilerlemeye devam ediyor , sabahın sessizliği yerini şehrin canlılığına bırakıyordu… Sabahın sessizliğinin sonu… Otobüs birkaç dakika sonra , ilerlemekte olduğu bulvarın bir noktasında gördüğü sokaktan sağa dönüyor ve yaklaşık elli metre sonra ait olduğu durakta duruyor . Hemen hemen bir saat süren bu güzel otobüs yolculuğunun sonu… Şoför kapıları açıyor ve Ahmet’in ineceği arka kapıdan inen iki gençten biri , otobüsten inerken basit , ama bir parça bilgelik kokan şu cümleyi söylüyor Doğulu şivesiyle :
“Son durak , kara toprak !..”
Arkadaşı olan genç ise , yine bir parça bilgelik kokan bir gülüşle karşılık veriyor arkadaşına . Sadece Ahmet kalıyor otobüste . O da seri bir hareketle iniyor arka kapıdan . Sessizce ve bilgece gülümsüyor…
Ahmet’in otobüs kartının bakiyesi yetersiz . Bu yüzden bulvarın gidiş yolunun bulunduğu tarafa geçiyor . Bir gişe bulup kartını doldurtuyor . Kartın bakiyesi artık yeterli . Gişenin bulunduğu yerin biraz ilerisinde sağa dönen genç adam , bir başka bulvara giriyor . Bu bulvarın adının yazdığı tabelayı arıyor . Sonra bir şeyler hatırlıyor sanki . Bu bulvar adını , Servetifünun Edebiyatının en büyük yazarlarından birinin adından almıştı . Sonunda tabelayı buluyor Ahmet ve bu kez çok rahat bir şekilde okuyor : Halit Ziya Bulvarı . Zihninde Mendelssohn’un 4.senfonisi çalmaya başlıyor genç adamın . Bu büyük bestecinin yaşam öyküsüyle ilgili bir şeyler hatırlıyor , özellikle de 4.senfoni ile ilgili . 1833’de tamamlanan bu senfoninin adı , İtalyan Senfonisi . Bestecinin İtalya’da edindiği tecrübeleri yansıtıyor bu olağanüstü eser . 4.senfoni , Mendelssohn’u ve senfoniyi dinleyenleri İtalya’ya götürüyor . Zihnindeki düğümlerin çözüldüğünü hissediyor Ahmet . Elinde taşıdığı poşetin içine bakıyor . Şeffaf bir dosya içerisindeki evrakları inceliyor ve nereye gitmekte olduğunu anımsıyor . Cümle arayışının sonu geliyor ve Ahmet’in dilinden harf harf , hece hece dökülüyor Pazartesi gününün cümlesi :
“Nereye gidiyorum ?..”
…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.