- 1293 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KARABEKİR İLKOKULU /ardahan öyküleri 57 (kitap 42)
İkinci sınıftayız çarpım cetveli ezbere okunacak.
Dersimizin konusu: " Sobamızın borusu" değil.
Ciddi bir denetimdeyiz, tek tek denetleniyoruz.
Bilmeyen; ezbere okuyamayan cetvel-i çarpım.
Ne saadet ezbere okuyabilene: çarpım cetvelini!
Yahya Hoca dokuz kere ikiyi sordu. Leyla duraladı. Parmaklarını; çantadan bir şey çıkarırsın ya. Parmaklarını havaya iki elinin kolundan boşluğa dizdi.
Hava, bir minik çocuğun elinde yumru tırmık dişlerine benzeyen parmaklarını gördüğüne pek sevindi. Memnun kaldığını nerdeyse gülümser bir dudak yaymasıyla gülerek gösterecekti!
Leyla ( Tordemir) on parmağını on tane mum gibi saymaya başladı.
İkinci mumdan sonra sekiz tane mum saydı.
İkinci mum yerine kapadığı parmağını yanında ki bir mumu da on sayınca, on ve sekizi toplayarak Yahya Öğretmenin dokuz kere ikisine cevap buldu.
" On sekiz eder öğretmenim."
Yahya Hoca ikili hoşnutluğun ortasında kaldı. Cevap doğruydu. Yöntem orijinaldi.
Leyla’yı alkışladık.
Leyla, alkışlayan bizler de; biraz anladık biraz ne yaptık ki?
Gözlerimiz geziniyor. Gözler arası anlamaya çalışıyoruz. Bu yanıt uzun sorunun kısa cevabı: Uzun yıllardır imiş. Çok, çok daha sonraların alınacak karşılığıymış.
Gözler ve bakışlarla konuşurdu ikinci sınıfın öğrencileri.
Ercan Yeni: Teneffüslerde el işaretiyle işmar etti mi? Kazım Karabekir İlkokulu’nun kendinden altı yedi kat büyük bahçesinde koşmaca oynayacağız demekti. Hemen anlardık.
"Koşmaca" oynuyoruz "ebe var". Ebenin eli değdi mi? Serbest kalınıyor. Peşinden kim koşuyorsa; o koşanı yakalarsa ebe o oluyordu.
Halk Eğitim’in yokuşuna kaçıyorum. Oradan enişe hızlanıyorum. Sobelenmiş birini kurtarıyorum. Ter-kan içinde kalmışız. Poladiklilerin tek sıralı sarı binalar önüne koşup okulun altından yola çıkıyoruz. Bomboş parke taşlı yolda nöbetçi öğretmen Mülazim Aydın bize sesleniyor:
"Çeperi çıkmayın!"
Hademe Haşo Dayı’yı gönderiyor. Haşo Dayı, darağmış geldi. Kolunun altında leğen ve külçeken. Bizleri kaz cücükler (civcivler) kataklar gibi önüne aldı. Çeperden dahili bahçeye girdik.
"Se se se! Se sese!..."
Haşmet Dayı kasketi ve kahverengi temiz takım elbisesiyle beş sene değiştirmeden aynı elbiseleri giydi. Çocuklara çocukcasına akranlık etti. Pedagojik formasyonu yoktu. Okulsuz mektepsiz becerilere yetenek derler. Başka bir adı var mıydı?
Disneyland Bahçesi. Karabekir’in teneffüsleri oyun istan yeriydi. Her çocuk yalan dünya sayılan oyunlardan bıkmadan usanmadan oynardı. Kızlar çiz oyunları oynardı. Al satarım bal satarım... Yakan top ve ya...
Ekrem Evgin, Mustafa Yılmaz, Sedat Kurtel, Burhan Arslan, Sebahat, Leyla, Osman Dayı’nın kızı: Ağabey Balcı’nın evin önceki sahibi.
Öğrencilerin isimleri ve simaları bir hayalde toparlayamazsamda.
Koştukları, sedaları, sobelenince bağırtıları. Trenden ve uçaklardan hızlı hoplamaları zıplamaları gözümün önüne rahatlıkla getirebiliyorum.
Okul bahçesi ve teneffüsler... oyunlar.
Dizini düşüp yaralayan bir çocuk. Doğru; Müdür Kazım Arıcı’ya gidiyor. Sıvışıp arkaya geçiyoruz. Müdür gelecek!
Kooperatif açık, iki bisküvit arasında lokum satılıyordu. Kooperatifçi öğrenci: Oğuz Yılmaz’dı.
Sarı defter de var; kalem ve silgi. Bir kaç şeyin yanında boş yazılı kağıtlar. Bu dolapta satış matış yapılıyor. Çerçici sepetinin dolap biçimi gibi düşünün.
Metin Mete, Yusuf Yılmaz, Alaattin Altun, Şükrü Tura, Cemal Köksoy, Ensar Emin, Yahya Emin ve Müdür Kazım Arıcı..
Kazım Arıcı öğretmenimizin hayatta olduğunu biliyoruz.
Öğrenciler: Ankara, İstanbul; dünyanın kimi yerlerine dağılmış yaşıyorlar.
Terk-i hayatlar oldu.
Cıvıl cıvıl koşmaca oynarken hayatın nelerini yaşayacağımızı bilmezdik iyi ki de bilmemişiz. Tadı kaçıverirdi onca oyunun.
Şair: " Geldik gidiyoruz." dermiş!
Hiç anlamadan; geçti günler.
Anlayarak yaşadığımız günler oldu.
Alışkanlık ve ezbere yaşayanlarımızın bazıları ve diğerleri; bir saniyesini bile değişmeyiz dediler:
"Ol cihana!" İlkokul günlerimizi ve teneffüslerini...
Şükrü Hoca, Elfez Hoca, Mülazım Hoca... un gibi dağılmış kaz civcivlerini toplamış; okula sonra sınıflara dolduruyorlardı.
Hademe Haşmet Dayı Kakaçla, Sabgaralı Mustafa’yı yakalamış getiriyor. Veterinerin eşi öğretmen hanım:
"Yine ne yaptılar? Haşmet Efendi bunlar?"
"Anlamazsın sen! Bunların yaptığı leyliyi (geceyi) aştı."
Gülerek:
" Ayol niye anlamayacağım. Kakaç ve Mustafa misket oynamışlardır!"
Ders başladı. Yahya Öğretmen çarpım cetvelini unutmuş mudur diye bellikleniyoruz ki?
Nerede!
Elini; sağ ve sollu havaya kaldırdıktan sonra. Yahya Öğretmen kolay bir yol öğreteceğim dedi.
"Beşlere kadar kerrat kolaydır. Sonrası zordur onun içinse parmaklarınızı kullanın ta ki kavrayanacak."
"Altı kerre yedi kaçtır sordular size faraza."
"Bir elinizi altı sayısına ayırın birini de yediye."
"Altı için ayırdığınız parmakta beşten sonra sayın ve altı deyip baş parmağınızı kapatın."
Biz de aynen yapıyoruz. Bütün sınıf; çıt çıkarmıyor.
Sol eli: Altı sayısını baş parmağı kapatarak simgeledi ve öyle duruyor. Sağ elin parmağında beşten sonra altı deyip baş parmağı ve yedi deyip işaret parmağını kapattı.
Yahya Öğretmen sol ve sağ ellerin parmaklarını yumru tutup havada bize doğru gösterirken ağzı ile izah ediyordu. Anlatışını ter içinde sürdürüyordu. Zevk aldığı ve başardım duygusu ile yaptığı çok barizdi.
Kapanık parmakları onar sayısı ile sayın?
Sınıfça:
"Otuz!" diye bağırıyoruz.
"Tamam! Şimdi de açık parmakları çarpalım."
Altıyı simgeleyen elde açık parmak sayısı: Dört taneydi. Öbüründeyse üç tane. Üç ve dördü çarpmak basitti.
Yine bağırdık:
"On iki!.."
Öğretmenimiz:
"Otuz da vardı!"
" Kırk iki!"
" Hay maşallah!" dedi Yahya Öğretmen.
Çarpım cetvelini kolay bir yoluyla öğretmişti Yahya Öğretmen.
Know- how: Öğrenmeği öğrenmektir.
Biz meğer know- how’ı o derste yapmışız ki!
Vay be!..
YALÇINER YILMAZ
19/09/2009
LAPSEKİ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.