- 1226 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
DİN VE KÜLTÜR
DİN VE KÜLTÜR
Halit Özdüzen
Araştırmacı-Yazar
Dinini anlayıp- kavramada din kültürü ne kadar zorunluysa, özüne inip yaşamada da bazen çok önemli engeller oluşturabilmektedir!
Kültür, insanın yeryüzündeki yaşamını kolaylaştırmak için oluşturduğu sosyal yapılar topluluğu olarak, çağlara göre gelişerek değişebilen hayatının tamamını kuşatıp, sarmalayan somut ve soyut olguları kapsamaktadır. İlahi kaynaklı olan İslam Dini, Rabbimiz tarafından Levh-i Mahfuz gibi yüce bir âlemde ezel ezelde muhafaza altına alınmıştır. Hz. Âdem Peygamberle başlayarak, Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa (A.S) ve son olarak da Hz. Muhammed’le tecdit edilerek kemâle ermiş olup, kıyamete kadar kendi dinamikleri ve özel normlarıyla devam edecektir. Ana kaynağına “arınmışların dışında kimse ulaşamayacağından” beşer veya bir başka varlık eliyle değişimi mümkün değildir.İslam Kültürüne gelince, mesaj hitap ettiği çağdaki toplumun dil ve kültürü üzerine inşa edilmiş; gelişen toplumların hukuk alanındaki problemlerini çözmek ve ihtiyaçlarını karşılamak için bünyesine katılan kültürlerin de katkılarıyla gelişmiştir. Kur’an-ı Kerim ve Hadisi Şeriflerdeki müteşebbihat (anlaşılması zor kavramlar) bilim ve kültürün gelişimine paralel olarak yeni yorumlarla açılımlar göstermiş ve göstermektedir.
Din kültürü ilahi mesajın insanlara iletilmesinde önemli işlevler yüklenmiş olmakla beraber, zamanla bünyesine bulaşan bazı mitoloji, hurafe ve bilgi kir-liliğinden de yakasını kurtaramamıştır. Bu nedenle gerçeğe erişmek isteyen her Müslüman, Hz. Peygamberin “İlimi beşikten mezara kadar arayınız” tavsiyesine uyarak, servis yapılan her bilgiyi araştırarak sorgulamak zorundadır !...
Değişen dünyanın cazibesi ve renklerine rağmen, dini bilgilerde yeterli seviyeye ulaşmamış samimi inanç sahipleri, arayışları sonucunda İslam’ı bularak yaşayabilirler; ancak kal/söz ehli saplanıp kaldığı bazı meşrep, mezhep ve tasavvufun “t” sinden habersiz tarikat ve gerçek cemaat bilincinin “c” sini temsil etmeyen “cemaat” ve hizip taassubuyla yoğrulmuş “kültür Müslümanı”nın İslam Dininin özüyle irtibatı, Yüce Allah’ın hidayetine kalmaktadır!...Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, İslam Dini ,Kültür ve Din Kültürü kavramlarının üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.
KÜLTÜR
Kültür geniş tanımıyla, Yüce Allah’ın yarattıklarından yola çıkan insan- oğlunun toplumsal yaşamını devam ettirebilmesi için meydana getirdiği konuşma dili, yazı, araç- gereç ve ürünlerin tamamını kapsamaktadır. Dar anlamda ise, birey ve toplumun uzunca bir sosyal süreçte edindiği maddi ve manevi bilgi, birikim ve uygulamalarıdır…
İslam yaratılış inancı doğrultusunda bazı hikmet ehlinin yorumuna göre, İnsanlığın atası Âdem ve Havva çifti cennette mutlu ve mesut yaşarken, ‘cilveyi Rabbani’ gereği “yasak olan meyveden yemeleri sonucunda” cinsellik ve onun fonksiyonları meydana çıktığından, o halleriyle cennette kalamayacakları için yeryüzüne indirilmişlerdir! Yeryüzü o dönem her türlü maddi kültür ve uy-garlıktan uzak doğal bir yaşam içerisindeydi. Âdem’le eşi, başlangıçta Rabbimizin kendilerine öğrettiklerinin dışında dil dâhil olmak üzere hiçbir kültür üretmemiş olduklarından, gönül lisanıyla ve işaret dili ile konuşup anlaşmış olmalıdırlar; ancak binlerce zulmani perde arkasında bile, Rablerinin her an huzurundaymış gibi saygı göstererek, itaat etmekteydiler. Yeryüzünde ürettikleri ilk kültürel eser bugünkü Kâbe’nin yerindeki mahalli malzemeyle –belki de sadece ağaç dallarından- yaptıkları barınak olmuştur. Orasının bir köşesinde Rabbimize kıyam ( saygı duruşu) , rüku (eğilme) ve secde ederek ibadet etmekte; Allah’ın öğrettiği isimleriyle O’nu zikretmekteydiler. Bu davranışta hal lisanlarıyla “sürgünde dahi Rab’lerinden memnun olduklarını belirtip,O’na şükürlerini sunarak” İslam Dininin maddi-manevi güzelliklerini yaşamaktaydılar… Rabb’in onlara cevabı gecikmedi: Önce gönüllerine, sonra da zikirleriyle nurlaşan evlerine tecelli ederek, orasını yeryüzünün en kutsal mekanı yaptı !… Nuh Tufanına kadar çağlar boyu önemli bir ziyaret ve hac yeri olan Kabe, tufanla beraber yıkılarak kayboldu; ta ki müminlerin atası Hz. İbrahim ve İsmail (A.S) tarafından vahiy sonrası yeniden yapılarak, insanların ziyaretine açılana kadar…
Söz Hz. Âdem’den açılmışken, biraz da çocuklarıyla ilgili önemli bir hikmetten bahsedelim: Oğullarından biri Habil, diğeri Kabil’di, Habil Âdem’in ruhaniyetine varis olurken, Kâbil nefsine varis olmuştur. Onlardan sonra gelen nesiller Habil veya Kâbil istidatlı/eğilimli olarak doğdular, aile ve çevre sonunda onları ya Habil ya da Kâbil’e dönüşecek şekilde yetiştirmektedir!… Kabililer maddi hırs ve egosuyla Dünyayı mamur etmeye uğraşarak, insan-oğlunun maddi kültürünü geliştirirken, Habililer içlerinde güzellikler bulunan sanatlarla, din ve maneviyat gibi maveraya yönelik manevi kültürü yücelttiler.
Sonunda Âdem-Havva çiftiyle bu âlemde oluşmaya başlanan maddi kültürler dünyayla beraber yok olacak ve Ahiret yaşamında Yüce Allah’ın Kur’an’da açıkladığı ilahi iradeye uygun yeni bir yaşam ve yeni bir “kültür” başlayacaktır. İşte tam bu noktada araya, Kültürün maddi-manevi öğelerini bünyesinde barındıran inanç ve din kavramı girmektedir.
İSLAM DİNİ
Sözlük anlamı: Selam, selamet ve barış olup, Hz. Âdem’le başlayan özü “Yaratıcı iradeye teslimiyet” olan inanç sistemi, Kur’an’ın belirlemesiyle,
“Allah’ın yanında din (yalnızca) İslam’dır.” (Âli İmrân 3/19) Âdem’den sonra gelen peygamber ve nebiler kendi toplumlarına İslam esaslarını tebliğ ettiler. İslam’da din kavramı, kişinin ilke ve amaçlarını benimseyerek, yüksek ve üstün bir iradeye kendini teslim etmesi ile yaşamını O’nun iradesine göre şekillendirmesi yanında, O üstün iradeyle ve yaratıklarıyla olan ilişkilerini kapsamaktadır. Araştırmacıların tespitlerine göre, Kur’an’ın Arapça’da kullandığı “din” sözcüğünün belirlediği mana ve içerik , ilk kullanıldığı tarihten önce yaşayan herhangi bir uygarlığın dil ve kültüründe -o kapsamda- karşılığının olmadığıdır. Kaynaklara göre en yakını Latin dilindeki “religio” terimi olarak, inanç kültürünün sadece törenler ve kurallar bütününü karşılamaktadır. Bu nedenle din kelimesinin menşeinin İslam olduğu söylenebilir! İslam Dini, insanın dünya yaşamındaki iyi-güzel davranışları,ahlak ilkelerine uyumu ve ibadetleri sonucu ahiret hayatının şekilleneceğini bildirerek, ölüm sonrası ebedi yaşamı içine alan, yaratıcının ona vaat ettiği güzellikleri kapsamaktadır. Müslüman emir ve yasaklara uyarak ,dünya yaşamını disipline ettiğinde, ahirette çok büyük karşılıklar göreceği müjdelenmiştir!...
İnsanın yüce yaratıcının iradesine teslim olabilmesi için, O’na inanıp, elçileri vasıtasıyla gönderdiği mesajını kabullenmesi gerekmektedir; bu kabul sonrasında görünmeyen âleme inanmak, yani iman doğmaktadır. Pratikte kolaylık olması bakımından, imanın Amentüsü (olmazsa olmazı) olarak altı umde sayılmaktaysa da, Kur’an mesajının tamamını kabullenip içine sindiremeyen Müslüman, “Mümin-i Kamil”(imanda kemale ermiş) sayılmamaktadır. İmanda kemale ermenin yolu, Hz. Muhammed’in ahlâkını yaşam normu olarak benimseyip, yüce Rabbi çok zikretmek ve sürekli Kur’an okumaktan geçmektedir. ”…Haberiniz olsun kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain (tatmin) olur.”(Ra’d 13/28) Çünkü Kur’an, Nur, Zikir ve Mürşid-i Âzamdır… Yüce Allah’a ve Kur’an’da bildirdiklerine inanarak, Elçisi Muhammedi kabul ettiğinde ilahıyla önemli bir akit yapmış olmaktadır. “ …Seninle biatleşenler ancak Allah’la biatleşmişlerdir.”( Fetih 48/10) Dünya yaşamı sıddik/sadıklarla, fasik/çürüklerin ayrımı için belirlenmiş imtihan yeridir; dünyadaki fiillerine göre herkesin artı- eksi dereceleri oluşup, o dereceler ebedi alemdeki hesap göreceği mizanda hangi toplulukla beraber olacağını belirleyecektir!…
Ariflerin anlatımıyla , Kur’an okumayı vird edinip, mealinden ve tefsirinden yararlanmayı ödev olarak benimseyen insan, Allah’ın ilk emri olan “İkra/oku”’yı da yerine getirmekte, her okuduğunda kendisine ilahi mesajın yeni sırları açılıp ,Yüce Rabb’in bildirdiği isim /sıfatları ile karşılaşıp, O’nu tanımanın şerefine ermektedir. İsimlerini öğrenip onlarla zikreden Müslüman, sonunda o sıfatlarının hikmetlerini tefekküre yönelince, Rabbine yaklaştığını hissedip , gönlüne alemi manadan “Sekine” indiğini fark edecektir. Bu süreçler sonrasında, Yüce Allah’ın kendisini nuruyla çepeçevre kuşattığını anlayacaktır. Kur’an okumaya devam ettiğinde şu kesin hükümleri görüp, “ De ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”( Al-i İmran 3/31) İlahi mesajı insanlığa sunan Hz. Muhammed’in Allah’ın(C.C.) indinde çok şerefli ve yüce olduğunu anlayıp; O’na, Ehlibeytine ve yakın dostları sahabelere selam göndermenin ne kadar faziletli eylem olduğunu öğrenecektir. Hz. Resulullah’ı tanıdıkça sevgisi daha da artacak , O’na tabi olmanın çok büyük bir mutluluk olduğunu anlayacaktır. (Rabbim bizlere de nasip eylesin.)
Peygamber Efendimiz Kur’an mesajını almaya başladığından itibaren, emirlerin gereğini yerine getirmiş ve onları çevresindeki Müslümanlara da anlatıp, İslam’ın nasıl yaşanacağını öğretmiştir. Hz. Muhammed’in uygulamaları genel olarak adet, usul anlamında sünnet olarak adlandırılmakta olup, Kur’an’da Allah’ın değişmez kanunları da “Sünnetullah” olarak geçmektedir. Geniş anlamıyla Peygamber Efendimizin Kur’an’ı yorumlayarak, hayata geçirmeye yönelik yaptığı davranış ve ortaya koyduğu yaşam sistemine “Sünnet-i Nebi” denmekte, bu kavram dayanağını Kur’an’dan almaktadır.“Hayır! Rabbin hakkı için onların aralarında çıkan ihtilaflarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan teslim olmadıkça iman etmiş sayılmazlar.” (Nisa 4/ 65), yine “Peygamberin size verdiklerini alın ve size yasakladıklarından da sakının” (Âl-i İmrân 3/31)
İslâm Hukuk siteminin iki ana kaynağı, Kur’an ve sünnettir. Üç tür sünnet bulunmaktadır:
1- Kavli sünnet: Hz. Peygamberin söylediği sözler bunlara genel olarak “Hadis” denmektedir.
2- Fiili sünnet: Hz. Peygamberin yapmış olduğu fiiller ve davranışlardır.
3-Takriri sünnet: Hz. Peygamberin huzurunda söylenen bir sözü veya yapılan bir davranışı ya da kendi huzurunda olmasa bile intikal eden bir olayı veya hareketi sükûtla geçirerek tasvip etmesidir. Sünnet, İslâm hukuku ve ahkâmında “Nass” yani kesin delildir. Peygamber Efendimize aidiyeti ittifakla kabul edilen hadisler de bu hükümdedir. Çünkü yüce Kur’an’da “O şahsi arzularına göre konuşmaz, o kendisine gelen bir vahiyden başka bir şey değildir. ” ( Necm 53/39)
Tarihi süreçte gelişen İslami ilimler bilhassa Tefsir ve Hadiste önemli aşamalar göstermiş, fakat Âlem-i gaybin (ruh, melek, cin vb.) izahında kelam ve felsefeciler oldukça zorlanmışlardır. Bunun nedeni son semavi kitapta bazı kavramların umuma açıklanmayıp sır olarak saklanmış olmasından kaynak-lanmaktadır; “sır, mahiyeti icabı topluma açıklanamayan gerçeklerdir.” Hikmet bilgisi olarak, vahiy süreci içinde Cebrail A.S. tarafından Hz. Muhammed’e iletilmiş, O’da Hz.Ali ve Hz.Ebubekir gibi ileri Ashaptan bazılarıyla onları paylaşmıştır! Bilgiler Ehlibeyt, Ashap ve onları yakından izleyenler yoluyla nesilden- nesile aktarılarak, sözlü veya yazılı olarak günümüze kadar gelmiştir. Bu konudaki ilke, “sırrın ehlinden saklanmadığıdır”. (Açıklamamız bazı okuyucuda Batınilik ve Hurufiliği çağrıştırabilirse de, hikmet bilgisini o konular dışında aramak gerekmektedir. Bkz. Tasavvuf Yolcusu isimli kitabımızın Batınilik ve Hurufilik bölümü)
DİN KÜLTÜRÜ
Yeryüzünde gerçekleşen her olgu kendi kültürünü de beraber oluşturmakta zamanla olumlu-olumsuz değişimlere uğrayarak gelişmekte veya yok olmakta-dır. İslam ilk çıktığı Arap Yarımadasında Hz. Peygamber ve onun vefatından sonraki Hülafay-ı Raşidin döneminde kaynağa bağlı uygulamalarla kendi kültürünü oluşturmuş; fetihler sonrası, gelişen bazı siyasi sebepler ve değişik kültürlerin katılımıyla yeni yorum ve uygulamaları beraberinde getirmiştir. O döneme kadar oluşan İslam Kültürü, diğer kültürler karşısında baskın olsa da, kültür teorisinin kuramları paralelinde etkilenerek, yeni bir sürece girmiştir. Sosyal bilimciler bu olguya “Kültürleşme” ismini vermektedir. Sosyologlara göre, “Karşılaşan kültür gruplarından biri baskın kültürün temsilcisi olsa bile, her iki sisteminde bu kültür ilişkisinden etkilendiği görülmektedir. Kültürleşme süreci içerisinde insanlar değiştiği gibi, diğer kültürel öğeler, araçlar ve kurumlar da değişikliğe uğramaktadır.”( Güvenç, İnsan ve Kültür, s.135)
Bize göre “Kültürleşme ” bu güne kadar durmamış ve durmayacaktır da. Fetihler, Endülüs İslam Devleti, Haçlı Seferleri, Ortodoks merkezinin Türk-lerin eline geçmesi, Avrupa coğrafyasındaki fetihler, göçler ve son olarak dünyanın globalleşmesi bu süreci devam ettiregelmiştir. İslam Kültürü karşılaştığı kültürlerden etkilendiği gibi, o kültürleri de etkileyerek, Rönesans ve aydınlanma çağının başlamasını sağlamıştı; ancak evrensel kültüre onca katkısına rağmen, uzun yıllar bilim ve teknikte ve dolayısıyla kültürde durağan dönem yaşamıştır!
Günümüze gelinceye kadar, kaba hatlarıyla İslam’ın dini kültürüne kısa başlıklarla göz attığımızda: Önemli bir hizmet olarak, Peygamber Efendimizin hadisleri meşakkatli çabalar sonucu derlenerek, geniş koleksiyonlar şeklinde hizmete sunulması sonrası hadis ilmi meydana gelmiştir. Maalesef içlerinde bir kısmının Hz Peygambere aidiyeti tartışmalı ve bir bölümü Kur’an’ın ana ilkelerine ters düşen mevzu ve zayıf metinlerden oluşmaktadır; ayıklanarak, yeniden tasnifi görevi çağımızın hadis âlimlerine düşmektedir. Gelişen İslam coğrafyasında fıkhı kolaylaştırmak üzere kurulan mezhep ekolleri yanında, bazı sapkın mezhepler de boy gösterebilmiştir. Fıkıh âlimlerinin çoğunluğu, zayıf ve mevzu hadisleri, “nass” yani bağlayıcı kesin delil olarak kabul etmemişlerse de, bazı âlimler en zayıf hadisi, hatta H. II. asırda yaşayan Medinelinin sözünü bile “Kıyas”a tercih ettiklerinden, kitlelerce kabul görmüş mezhepler arasında bu gün dahi ihtilaflar bulunmaktadır. Yine tarihi gelişim içerisinde “züht” ekolleşerek Tasavvufa yönelip, tarikatları meydana getirmiş, fakat onun yanında, bazı sapkın düşünce ve ekoller de kendini tarikat kisvesi altında gizlemiştir. İslami Düşünce yapısı içerisinde Âlem-i Gaybı akılla izah etmeye çalışan samimi Kelam ve İslam Felsefe ekolleri yanında bünyesinde sapkınlıklar bulunan düşünceler de boy göstermiştir. Son aşamada İslami ilimler tasnif edilerek, medreseler ve daha sonra günümüz İlahiyat Fakültelerinde okutulan ders müfredatları oluşturulup, İslami bilimler ve İslam kültürü akademik sistemlerle öğretilmeye başlanmıştır. Başlangıçtan beri İslam adına kurulan müessese kurum ve ekollerin çoğu iyi niyetle meydana getirilmiş ancak bünyelerine dünyalık kaygısı karışınca amaçtan uzaklaşmışlardır. Buna rağmen benimseyelim veya eleştirelim, o kuruluş ve müesseseler Müslüman kültürünün oluşturduğu ortak ürünlerdir; hayatiyetini devam ettirenlerin aksayan yönleri düzeltildiğinde, iyi ve güzel hizmetler üretebileceklerdir.
****
Yukarıdan beri izaha çalışıldığı gibi İslam Dini, anlaşılması çok kolay kuram ve kavramlar içermekteyse de tarih içerisinde onun anlaşılmasını zorlaştıran ve adeta Kur’an mesajının bilinmesini sırra dönüştüren bazı karmaşık öğreti sistemleri ve tarih içinde siyasallaşan ekol ve kurumların doğduğu görülmüştür. Bunca olumsuzluğa rağmen, İslam dini kendi iç ve dış dinamikleri ile bu güne kadar dimdik ayakta kalmış ve kıyamete kadar da kalacaktır!...
Genel kanı, “Müslüman anne ve babadan doğan her çocuk İslam olmak-tadır. ” Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Müslümanlık, çıkışını İslam Dininden alan bir kültürün adı, İslam ise Allah’a teslimiyetin adıdır. Hz. Musa ve Hz. İsa kavimlerine İslam dinini getirdikleri halde, kavimleri onu Yahudilik ve Hıristiyanlık kültürüne dönüştürmüşlerdir. Yine bir başka yanlış kanıya göre, İslam din kültürünü iyi bilen herkes “İslam Âlimidir”(!) Keşke öyle olabilseydi İslam coğrafyası ve dışında bu kültürün ilmini yapmış onbinlerce akdemiysen ve bilim insanı olduğu bilinmektedir; yarısı gerçek İslam olabilseydi, halkı Müslüman olan devletlerin “hal-i pürmeali” böyle olmayacaktı!
Yüce Peygamber, “her çocuğun İslam fıtratında doğduğunu” bildirmiştir; fakat ailesi ve toplum onu çeşitli din ve inanç kültürüyle yoğurarak, sonunda kendilerine benzetmektedir. Baştaki örnekte de belirttiğimiz gibi ,çocuk ya Ha-bil’i ya Kâbil’i olmaktadır. Burada akla şu soru gelebilir, “ Kâbil’e benzeyen çocuk, daha sonra Habil’e dönüşemez mi ?” İrfan ehli soruyu, “Akil- baliğ ve idrak sahibi olduktan sonra İslam’ı arayıp bulması ve Peygamberin dilinden iletilen ilahi mesaja yönelmesi gerekmektedir.” şeklinde cevaplamıştır!...
Kendini İslam ve Müslüman olarak kabul eden bizler , içtenlikle şu soruyu sorarak, cevaplamamızda yarar var, “Acaba ben İslam/Müslüman mıyım yoksa Müslüman kültüründe mi yaşamaktayım ?” Gerçek Müslüman Hz.Muhammed’in (S.A.S.) tamamladığı İslam ahlâkıyla yaşayandır!.. Ne mutlu onlara…
* Özdüzen’in çalışmalarından Aşk Yolcusu, Tasavvuf Yolcusu ( Ötüken Yayınları/İst.) ve Esmaü’l Hüsna ( Beyaz Kule Yayınları/Ank.) yayımlanmıştır. Ayrıca çok sayıda şiir, makale ve denemesi gazete, dergi ve Internet sitelerinde yayımlanmaktadır. Şiirlerinden bir
bölümü çeşitli formlarda bestelenmiş olan yazarın, araştırmalarında kitaplaşan bir kısmı yayımlanmak için sıra beklemektedir.
YORUMLAR
Değişen dünyanın cazibesi ve renklerine rağmen, dini bilgilerde yeterli seviyeye ulaşmamış samimi inanç sahipleri, arayışları sonucunda İslam’ı bularak yaşayabilirler; ancak kal/söz ehli saplanıp kaldığı bazı meşrep, mezhep ve tasavvufun “t” sinden habersiz tarikat ve gerçek cemaat bilincinin “c” sini temsil etmeyen “cemaat” ve hizip taassubuyla yoğrulmuş “kültür Müslümanı”nın İslam Dininin özüyle irtibatı, Yüce Allah’ın hidayetine kalmaktadır!...Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için, İslam Dini ,Kültür ve Din Kültürü kavramlarının üzerinde kısaca durmaya çalışacağız.
müthiş bir cümleydi...işin içinden biri olarak tebriklerimi sunuyorum...