Hoşçakal sevgili yurdum ( Cunda )
Bu öykü bir dönem mübadil olarak yurt değiştirenlerin anısına itafen yazılmıştır...
HOŞÇAKAL SEVGİLİ YURDUM (CUNDA)
o gün takvimin yaprağı tarihe düştü. Stefanos duvarda asılı 1923 yılının 30 ocak sayfasını koparırken gözleri doldu. Yerdeki sedirin üstüne çöktü. Ağlamamak için dişlerini sıktı. Ellerini duvara dayadı. dizlerinin bağı çözülmüş yüzü allak bullak olmuştu. Bir anlam veremiyordu...
Boş gözlerle evin içini süzdü. Çoktan kırlaşmış saçlarını elleriyle yukarı doğru itti. Dizlerinin üstüne bastı. yerinden ağır , ağır doğruldu. pencereinin pervazlarına tutundu. İçinde kopan fırtınalar yüreğine oturdu. Gözlerinden ağır , ağır inen yaşlar çoğaldı. Stefanos yeniden sekinin üstüne çöktü. Ellerini yüzüne kapatarak hıçkıra , hıçkıra ağladı...
İçeriden koşarak gelen Sarı Anthi ;
- baba ne oldu , sen niye ağlıyorsun ? dedi . Ve kollarını açarak babasının boynuna sarıldı. Stefanos ellerini yüzünden kaldırdı. küçük kızı sarı Anthi’nin saçlarını okşadı. Aceleyle yüzünden akan yaşları sildi.
- sarı kızım , küçük Anthi’m , buralara sığamadık, ben ağlamayayımda kimler ağlasın ! bize terk et diyorlar. Hiç insan yaşadığı toprakları terk eder mi ? dert olmaz mı içine ? Şurada ağacın dibinde sallamıştım seni. Şimdi balığa çıktığımız tekneyle kim dolaşacak ? Bahçedeki zeytinleri kimler toplayacak ? ya ağaçlara bakmazlar sa , kurursa , ya bir daha dönemezsek...
Stefanos, yeniden kızının uzun saçlarını okşadı.
Anthi ,
- Baba biz nereye gidiyoruz ki ? diye sordu. Stefanos uzun bir iç geçirdi.
- Hakkımızda ferman verilmiş , yaşadığınız toğprakları terk edin diyorlar. ben kendi ellerimle yaptım bu evi. Bahçedeki zeytin ağaçlarını , sundurmaları , şimdi nasıl bırakır giderim. Kimlere bırakırım !
Stefanos küçük kızı sarı Anthi’nin elinden tutarak yerinden doğruldu. İçi daralmıştı. Kapıyı açarak kendini dışarı attı.
-Nasıl bırakıp gideceğiz buraları ,nah baş parmağım kadar bal gibi dutları kim yiyecek ? Ya avludaki incir , kimlerin olacak ? Stefanos yanında küçük kızı sarı Anthi , söylene söylene bahçenin içinde dolandı. Evin hemen önündeki tulumbadan bir yudum su içti. Sonra bahçe kapısından çıkarak sokağa indi. Herkesin yüzünden düşen bin parçaydı. kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Tahta kapıların önüne çömelenler ,başlarını iki elleri arasına almış , ağlamakla , ağlamamak arasında gidip geliyorlardı.
Stefanos , küçük kızı sarı Anthi’yle yukarıdaki kilisenin yanından dar sokakları arşınlayarak , Cunda’nın denize bakan yanına doğru yürüdü. Balığa çıkan tekneleri seyretti. Büyük mavnalara el salladı. Kıyının yanından taş kahvenin önüne geldi. Tahta bir masaya yanaşarak etrafı kol açan etti. Sağa sola selam verdi. Yanda ki kalabalık masaya yanaştı. Bir iskemle çekerek oturdu. Küçük kızı sarı Anthi’yi dizlerinin üzerine oturttu. Gürültü , patırtı arasında konuşmaları anlamaya çalıştı. Mübadil kelimesi kafasına takıldı. Doğduğu , çocukluğunu geçirdiği , evlendiği , babasını , annesini , hatta karısını gömdüğü bu topraklarda misafir olmak ne menem bir şeydi ! İçi bir türlü kabullenmiyordu. cebinden çıkarttığı tütünden bir cigara sardı. Sarhoş edercesine içine çekti. Hala anlam veremediği duyguların yoklamasına bıraktı kendini. Etrafından gelen konuşmaları kah duydu , kah çok uzaklarda bir yerlerde hayal dünyasına girdi...
Stefanos , yüzüne yerleşen tedirginliği bir türlü atamadı. Kahvecinin önüne koyduğu çayı bile görmedi. İçinden üç gün biçmişler, üç günde ne yaparız ? Neyi alır , neyi satarız ? Kime emanet ederiz ? Buraların kokusu içimizden silinir mi ? Şeytan kayalıkları ,Dalyan , Sarmısaklı nasıl unuturuz ki . Çıkın gidin diyorlar. Sormuyorlar ki insan yaşadığı memleketini nasıl bırakır ? Nasıl arkasına bakmadan gider ?
Stefanos , önünde duran çayı fark ettiğinde , artık çayın dumanı tütmüyordu. Biraz ötedeki kilisenin çanı vurmaya başladı. Kalabalıktan yükselen sesler uğultuya dönüştü. Uzaklardan geçen bir kaç geminin sahile yolladığı düdük sesleri duyuldu. Stefanos dizlerinin üstünde sesizce oturan küçük kızı sarı Anthi’ye baktı;
- Neredeyse akşam olacak. Gün inmek üzere , hadi kalk sahile gidelim. Şurada kaç günümüz kaldı ki... Buranın resimlerini gözlerimizin içine yerleştireceğiz. Kokusunu ciğerlerimize çekeceğiz. Bir gün ölürsek buradan uzak , Allah esirgesin gözümüz açık gider. Bir parça memleket toprağı olmazsa çıplak kalırız. pencerelerin kepenklerini daha yeni yaptırmıştım. Kapıların kanatlarını ,pervazları ,kuyunun tulumbasını geçen hafta boyamıştım. Köpeğin kulübesi ,kümeslerimiz ,içim daralıyor . Üç günde nasıl kalkarız biz bu işin altından. Yarın öbürgün asker gelip dayanır kapıya. Hele bu gün bir geçsin ,ipler bağlarız denkleri , kurbanlık koyun gibi diziliriz yollara. Artık nereye götüreceklerse bizi...
Stefanos , sahile yanaşan balıkçıloara doğru yürüdü. Kasalarla Çupralar ,Levrekler , Barbunlar , taşta dövülen Ahtapotlar , denizin dibinden sökülen midyeler , Mercanlar , deniz börülceleri. Sıra , sıra dizilmiş alıcılarını bekliyorlardı.
Stefanos , gözlerini uzaklarda demirleyen gemilere dikti. Mavnaların savaşta hücüma kalkar gibi , gemilerin üstüne doğru gidişlerini seyretti. Gümüş’ün kahvesi gelip otırdu gözünün önüne. Kaçakçıyken kolcu* yapılan Pagadis , Sideris... Yüzünde bir gülümseme belirdi. Kaçakçıların Gümüş’ün kahvesinde orta masaya attıkları tütün balyaları geçti gözünün önünden. Stelyo’nun kemanın tellerine ustaca dokunuşu , birde Bakroyanni’nin tavernası... hepsi yok olacak. Aslında yaşadığımız şehir ölecek. Biz ağlayacağız onun arkasından , sanki o ağlamayacak mı ? Şurada demirleyen Hüsniye ,Selamet hüzünle bakmayacak mı bizim peşimizden ? Şu hücuma kalkan mavnalar * hangi yolcuyu bulupta taşıyacak ? Ya şeytan sofrası , bizden sonra kimler çıkıp da bakacak oradan Ayvalığ’a , Dalyan’a...Sarmısaklı’dan getirdiğimiz taşlara kimler dokunacak ? Ne de güzel durur , ne de güzel yakışır evin duvarlarına, sarmısak taşı. unutacak mıyız şimdi ? Biz unutsak yüreklerimiz unutur mu ? Bir yara olup kanamaz mı içimiz de ?
Stefanos , gözlerini sahilden kaldırdı. balıkçıdan biraz Barbun aldı. Bir de deniz börülcesi... küçük kızı sarı Anthi’yle , yeniden Cunda sokaklarına girdi. Adeta içine çeke , çeke sarmısak taşından örülen evlere baktı.
- Ne de güzel duruyor diye geçirdi içinden. koskoca kütle del , del bitmiyor. Kır , kır bitmiyor. Uzaktan nasılda sarmısağı andırıyor. Koca bir diş sarmısak ,kaya’ ya durmuşta oturmuş oradan bize bakıyor...Hey Allahım Nesos derler bu yeri nasıl yarattın, nasıl bir güzellikle bezettin ki ayrılamıyoruz bir türlü. Bir aşk gibi tutulmuşuz. Şimdi iki yakadan birbirimize el mi sallayacağız ?
Stefanos , yanında küçük kızı sarı Anthi’yle Cunda sokaklarında bir o yana , bir bu yana gitti geldi. Güneş son bakışlarınıda bırakıp , denizin içine düştüğünde ,Stefanos kilisenin yanından , yokuş yukarı vurdu kendini... Bahçe kapısında büyük kızı Margarita duruyordu.
- Baba neredesin ? Merak ettim sizi. Sarı Anthi yüzünden eksik etmediği gülümsemelerle ablasına baktı.
- Abla biz gidiyoruz biliyor musun ? hem de karşı kıyıya. Margarita , babasının yüzüne baktı. Elindeki paketi aldı.
- Birazdan aramaya çıkacaktım sizi , herkesin ağzında aynı şey... nefessiz kaldım , boğuluyorum sanki...
Stefanos , sırtını bahçe duvarına dayadı. Bir süre sesiz , sesiz kendi evini seyretti. Gözünden düşen yaşları sildi.
- Hadi bakalım şurada son geceye ne kaldı ki...
Karanlık çöktüğünde Cunda’da el ayak çekilmişti. Evlerde yanan ışıklar gece boyunca hiç sönmedi. Denkler bağlandı. Kimileri hatıra olsun diye , pervazları bile söktüler. Kapıların kanatlarını sökenler , bir parça sarmısak taşı alanlar , zeytinler , yağlar , bidon , bidon hazırlandı...
Son gün gelip çatmıştı. Yüzler uykusuz , gözler kan çanağıydı. Önce uzaklara demirleyen gemilerin düdük sesleri yankılandı Cunda’da...Sonra sıra , sıra dizilmiş mavnalar aldı yerlerini. Cunda’ya akşam çöktüğünde bomboş sokaklar kaldı. Bir bölük asker , bir düzine karadenizli balıkçı , bir de Çubuklu ismail efendi... Sanki şehir gidenlerin arkasından ölüme yatmıştı.
Stefanos , mavnaya binerken gözlerini Cunda’dan ayıramadı. Ellerini yüzüne kapatıp , hıçkıra , hıçkıra ağladı...
- Bir kez olsun seni sevmemezlik etmedim. eğer bir garezlik yaptımsa affet bizi...Memleketimdin , kolum , yüreğim , yürüyen bedenimdin. Şimdi onları burada bırakıp da gidiyoruz. Eyvallah vatan , eyvallah...Hoşçakal benim sevgili yurdum. Hoşçakal Cunda’m...
ALPER KAR
* kolcu : bekçi
* mavna : büyük sandallar
Bu öykü için yararlanılan kaynaklar :
Savaşın çocukları - Ahmet Yorulmaz
Ayvalık’ı gezerken - Ahmet Yorulmaz
Ayvalık’dan Cunda’dan - Ahmet Yorulmaz